Felsefe Açısından Dil - 2
|
Felsefi düşünmenin eksikliği her alanda kendini gösteriyor.
Peki nedir felsefi düşünce? Felsefe nedir? Felsefe tanımları üzerinde durmak istemiyorum. Günümüzde Kara Avrupası’nda gelişmiş olan klasik felsefe ile, çıkış yeri yine Avrupa olmakla birlikte AngloSakson dünyasında gelişen ve çeşitli adlarla adlandırılan, mantıksal pozitivizm, analitik felsefe vb. en son da bilimsel felsefe adında karar kılınmış görünen felsefe arasındaki çekişmeleri de ele almayacağım. Birbirini tanımayan, birbirini felsefe bile saymayan iki akım. En geniş tanımı ile felsefe yapmanın ne olduğu üzerinde duracağım. “Felsefe öğrenilmez, yapılır” söylemi çok kullanılır oldu. Oysa bilinmeyen nasıl yapılır diye de sorulabilir. Öğrenmeden de hiçbir şey yapılamaz kanımca. Felsefe tarihini öğrenmek de gerekli, ama ezbere değil elbette. Belli sorunlar ortaya atılıp bu sorun üzerinde bu arada belli filozofların düşüncelerine de baş vurularak, kavramların tarihsel süreç içinde geçirdiği değişimleri ele alarak tartışılır. Felsefe başlangıçta bilimden ayrı değil, birlikte doğmuş. İlk filozoflar da doğa bilginleri aynı zamanda. Ama salt bilimden yine de ayrılığı var. Bilim tek tek olgular üzerinde çalışır, felsefe ise geneli arar, bütünü göz önünde tutar. Bilimin varsaydığı – var olarak kabul ettiği– ve araştırmasını ona dayadığı şeyleri felsefe sorun haline getirir, nasıl var olduğunu sorar. Özellikle bilimlerin pek çok uzmanlık alanlarına ayrıldığı ve dallararası (interdisipliner) çalışmaların önem kazandığı günümüzde felsefenin görevi daha bir artıyor. En geniş tanımı ile, her alanda ele alınan konu üzerinde soru sorma, sorgulama, eleştirel düşünme ve bütünü görme de diyebileceğimiz bir kafayı işletme biçimi olan felsefenin salt bilimden ayrılığı özellikle şurada: Bu ayrılık daha felsefenin adında saklı; Philosophia’yı bilgiseverlik diye çeviriyoruz gerçi. Ama sophia, episteme değil, yani yalnızca bilimsel bilgi değil, erdemli bilgi bilgelik. Bilim de felsefe de salt özgürlük içinde yapılır. Bilimsel düşünüşte ve araştırmalarda özgürlüğe sınır konulamaz; sınır konulduğu anda bilimsel çalışma durur. Oysa felsefi düşünce bilimsel çalışmanın sonuçlarının etikle çatışmamasını ister. Nitekim bugün özellikle tıp dünyasında deontoloji önemli bir dal oldu. Bu da felsefi düşünüşün etkisi ile oldu. Felsefi düşünüşten yoksun bir bilim adamı insanlığı hiç hesaba katmayabilir ve sonunda felaketlere neden olabilir. Burada ünlü filozof ve bilgin Einstein’ın bir sözünü anımsatmak isterim: Felsefi bir görüşü ve tarih bilinci olmadan bir insanın gerçekten yaratıcı olması, yaratıcı olarak bilimde etkin olabilmesi olanaksızdır. Yalnızca uzman olan insan kullanılmak üzere programlanmış bir tür makine olur, ama değerli bir kişilik oluşturamaz. Bizim de bilim ve teknoloji alanında hala yaratıcı olamayışımızın nedeni felsefenin eksikliğinde yatmıyor mu?
Felsefi düşüncenin eksikliği bir de kavramların yeterince doğru kullanılmamasına ve bunun sonucu olarak hem kafa karışıklığına,hem de kavramlarla birlikte birtakım değerlerin de yozlaşmasına yol açıyor. Bu da bütün toplumun yapısını altüst ediyor. Örneğin özgürlük, demokrasi, cumhuriyet, sivil toplum, laiklik sözcükleri pek çok kullanılır ve tartışılır oldu, hiç de üzerinde düşünülmeden. Örneğin özgürlük başıboşluk sanılıyor, herkesin her istediğini yapabileceği sanılıyor. Demokrasi, yasasızlık, kuralsızlık; sivil toplum asker karşıtı olmak sanılıyor. Din örgütlerine sivil toplum diyen sözde aydınlarımız, sosyal demokrasinin ne olduğunu bilmeyen sosyal demokratlar, hatta komünizmin ne olduğunu bilmeyen komünistler çıkıyor ortaya. Bir başka kavram karıştırması da dokunulmazlık ve sorumsuzluk kavramları alanında. Dokunulmazlığı sorumsuzluk sanan milletvekilleri çoğunlukta. “Anayasayı bir kez delsem ne çıkar” diyen, 200 km. hız yapmak keyfi için otoyol kapatan Cumhurbaşkanımız bile oldu.
Bütün bu yozlaşmalar dil bilincinin ve felsefi düşünmenin eksikliği ile bağlantılı. Türkçesi en az gelişen, yabancı sözcüklerden en az arınmış olan bilim dalı hukuk. Yürürlükteki yasaların diline bağlılık yüzünden, belki de hukuk dili bir türlü tam olarak gelişemediği için gerçek bir hukuk düzeni de bir türlü kurulamıyor ülkemizde. Bu konuda örnek olabilecek dal: Bilgisayar dili. Bilgisayar tekniğinin Türkiye’de bu kadar çabuk yaygınlaşmasının nedeni, sanırım, daha bilgisayar gelmeden bilgisayar dilinin Atatürk’ün kalıtı olan ve 1980 darbesi ile yok sayılan Türk Dil Kurumu’nun üyelerince hazırlanmış olmasıdır.
Kavramları açıklığa eriştirmekse felsefenin başta gelen görevi. Felsefe ele aldığı konunun kavramlarını açıklamak zorundadır, çünkü düşünme kavramlarla olur; kavramlar birbirine karıştırılmışsa, ya da yanlış anlaşılmışsa, kafa da karışır. Felsefenin eksikliği bu alanda da kendini gösteriyor toplumumuzda. Ülkemizde sorun pek çok, ama ne sosyolog ve antropologlarımız, ne de felsefecilerimiz bu sorunları ele alıp işliyorlar. Oysa felsefenin bir görevi de sorunları görüp onları göstermektir, yani sorun koymaktır ödevi felsefenin. Sorun koyan felsefe aynı zamanda kavramları da kurar: Dil kavramlar sözcükler de bu işlerin anahtarı.
Felsefenin toplumumuz için ne denli gerekli olduğunu son yıllardaki bunalımın bir yerde etik bunalımına dönüşmesi de ortaya çıkarıyor. Toplumumuz yalnız ekonomi ve politika alınında değil, etik alanında da tam bir yozlaşma içinde. Ahlak demeyip etik demem de bununla ilgili. Ahlak sözcüğünün imlediği kavram toplumumuzda anlamını yitirmiş, başka alana kaydırılmıştır. Ahlak kavramı törelerle, gelenek ve göreneklerle karıştırılır genellikle. Namus da cinsellikle bağlanır. Dürüstlük tümden unutulmuş. Töreler, gelenekler yöreseldir; oysa etik evrenseldir; etik (aslında ilke olarak ahlak), törelerin, geleneklerin, hatta kimi zaman yürürlükteki yasaların bile üstündedir. Ülkemizde etiğin eksikliğinin bir nedeni de, yine, Osmanlı tarihi boyunca felsefenin yasaklanmasına, son on onbeş yıllık dönemde de liselerden bile felsefenin kaldırılmış olmasına bağlıyorum. Çünkü felsefe ile etik iç içe kavramlardır.
Oysa eğitim ve öğretimde dil ve felsefe baş yeri almalı, felsefe de dil de –anadil yanında yabancı dil de– eğitimin temeli olmalıdır. Felsefi düşünüş biçimi daha ilk yıllardan çocuğa verilmeli, çocuklar bilinçlendirilmelidir. İşte burada, çocuklara verilecek felsefe eğitiminde “felsefe öğretilmez...” sözünün anlamı çıkıyor ortaya. Aslında çocuklar sanıldığından çok fazla düşünürler, durmadan soru sormaları onların düşündüğünü göstermiyor mu? Onların soruları geçiştirilmesin yeter. Çocuk felsefe yapmaya yatkındır aslında. Çünkü çocuk kafasının alıcılığı inanılmaz boyutlardadır. Fransız psikolog Zazow “bütün çocuklar 11 yaşına kadar birer dahidir, ama ne yazık ki bu durum sürmez” diyor. Çocuğun gelişmesinin yolunu kesmemek için ezbere eğitime kesinlikle son verilmesi gerekir, gençlerin iyi yetişmesi isteniyorsa. Ezbere öğrenimin önüne geçmek için de okumaya önem verilmesi gerekir. Ancak okumakla kafa da dil de gelişebilir. Okumada dil ve felsefenin birlikteliği de sağlanmış olur. Ana dili eğitimi yanında yabancı dil eğitiminin de sözünü ettim. Çünkü her dil aynı zamanda bir ayrı dünya görüşünü yansıtır; dil bilincini daha bir uyandırarak kafanın daha sağlıklı işlemesine yardımcı olur. Böyle bir eğitimle dil ve felsefe eğitiminden geçen gençler yarının gerçek yurttaşları olurlar özgür birer birey ve kişiler olarak.
Yabancı dil öğrenmenin gerekliliğini öne sürerken bir noktayı daha açıklığa kavuşturmalıyım ve yabancı dil öğretmenin yabancı dille eğitim yapmaktan çok başka bir şey olduğunu vurgulamalıyız.
Bugün Türkçe’nin yetersizliğini öne sürerek yabancı dille eğitim yapılmasını önerenlerin yazılı ve sözlü konuşmaları onların kafa yapısını ve kendi yetersizliklerini açığa vuruyor. Yeni tekniklerin getirdiği yeni kavramların Türkçe’de karşılığını bulamayışları düşünme tembeli olduklarının ya da o kavramı yeterince anlamadıklarının bir göstergesi. Belli bir konuda çok yönlü ve ayrıntılı düşünen bir kimse uğraş verdiği konunun kavramlarının karşılığını da mutlaka bulur, konusuna egemense ve gerçekten anlamışsa. Yabancı dille eğitimin iki önemli sakıncası daha var: Birincisi anadilin gelişmesini durdurması, engellemesi. İkincisi öğrencinin hiçbir zaman anadili durumuna getiremeyeceği bir yabancı dilde kendini rahat duyumsamayacağı ve düşüncelerini tam olarak dile getiremeyeceği için hep geride durması, kendini gösterememesi, kendini gerçekleştirememesi. Günümüzde uygar ülkelerin hiçbirinde yabancı dille öğretim yapan bir üniversite yok. Yabancı dille eğitim yalnızca sömürgelerde var.
Bir noktaya daha değinmek istiyorum. Geçen yılki Üniversiteye Giriş Sınavı’nda kazananların başında gelen bir genç, okumayı gereksiz bulduğunu, kendisinin hiç kitap okumadığını, ama en iyi dereceyi de aldığını övünerek söyledi. Bu olay, bir yandan eğitim sistemimizin bozukluğunu, yanlışlığını, öte yandan bu test sisteminin de insanları nereye götürdüğünü göstermesi bakımından hepimizi düşündürmeli.
Peki nedir felsefi düşünce? Felsefe nedir? Felsefe tanımları üzerinde durmak istemiyorum. Günümüzde Kara Avrupası’nda gelişmiş olan klasik felsefe ile, çıkış yeri yine Avrupa olmakla birlikte AngloSakson dünyasında gelişen ve çeşitli adlarla adlandırılan, mantıksal pozitivizm, analitik felsefe vb. en son da bilimsel felsefe adında karar kılınmış görünen felsefe arasındaki çekişmeleri de ele almayacağım. Birbirini tanımayan, birbirini felsefe bile saymayan iki akım. En geniş tanımı ile felsefe yapmanın ne olduğu üzerinde duracağım. “Felsefe öğrenilmez, yapılır” söylemi çok kullanılır oldu. Oysa bilinmeyen nasıl yapılır diye de sorulabilir. Öğrenmeden de hiçbir şey yapılamaz kanımca. Felsefe tarihini öğrenmek de gerekli, ama ezbere değil elbette. Belli sorunlar ortaya atılıp bu sorun üzerinde bu arada belli filozofların düşüncelerine de baş vurularak, kavramların tarihsel süreç içinde geçirdiği değişimleri ele alarak tartışılır. Felsefe başlangıçta bilimden ayrı değil, birlikte doğmuş. İlk filozoflar da doğa bilginleri aynı zamanda. Ama salt bilimden yine de ayrılığı var. Bilim tek tek olgular üzerinde çalışır, felsefe ise geneli arar, bütünü göz önünde tutar. Bilimin varsaydığı – var olarak kabul ettiği– ve araştırmasını ona dayadığı şeyleri felsefe sorun haline getirir, nasıl var olduğunu sorar. Özellikle bilimlerin pek çok uzmanlık alanlarına ayrıldığı ve dallararası (interdisipliner) çalışmaların önem kazandığı günümüzde felsefenin görevi daha bir artıyor. En geniş tanımı ile, her alanda ele alınan konu üzerinde soru sorma, sorgulama, eleştirel düşünme ve bütünü görme de diyebileceğimiz bir kafayı işletme biçimi olan felsefenin salt bilimden ayrılığı özellikle şurada: Bu ayrılık daha felsefenin adında saklı; Philosophia’yı bilgiseverlik diye çeviriyoruz gerçi. Ama sophia, episteme değil, yani yalnızca bilimsel bilgi değil, erdemli bilgi bilgelik. Bilim de felsefe de salt özgürlük içinde yapılır. Bilimsel düşünüşte ve araştırmalarda özgürlüğe sınır konulamaz; sınır konulduğu anda bilimsel çalışma durur. Oysa felsefi düşünce bilimsel çalışmanın sonuçlarının etikle çatışmamasını ister. Nitekim bugün özellikle tıp dünyasında deontoloji önemli bir dal oldu. Bu da felsefi düşünüşün etkisi ile oldu. Felsefi düşünüşten yoksun bir bilim adamı insanlığı hiç hesaba katmayabilir ve sonunda felaketlere neden olabilir. Burada ünlü filozof ve bilgin Einstein’ın bir sözünü anımsatmak isterim: Felsefi bir görüşü ve tarih bilinci olmadan bir insanın gerçekten yaratıcı olması, yaratıcı olarak bilimde etkin olabilmesi olanaksızdır. Yalnızca uzman olan insan kullanılmak üzere programlanmış bir tür makine olur, ama değerli bir kişilik oluşturamaz. Bizim de bilim ve teknoloji alanında hala yaratıcı olamayışımızın nedeni felsefenin eksikliğinde yatmıyor mu?
Felsefi düşüncenin eksikliği bir de kavramların yeterince doğru kullanılmamasına ve bunun sonucu olarak hem kafa karışıklığına,hem de kavramlarla birlikte birtakım değerlerin de yozlaşmasına yol açıyor. Bu da bütün toplumun yapısını altüst ediyor. Örneğin özgürlük, demokrasi, cumhuriyet, sivil toplum, laiklik sözcükleri pek çok kullanılır ve tartışılır oldu, hiç de üzerinde düşünülmeden. Örneğin özgürlük başıboşluk sanılıyor, herkesin her istediğini yapabileceği sanılıyor. Demokrasi, yasasızlık, kuralsızlık; sivil toplum asker karşıtı olmak sanılıyor. Din örgütlerine sivil toplum diyen sözde aydınlarımız, sosyal demokrasinin ne olduğunu bilmeyen sosyal demokratlar, hatta komünizmin ne olduğunu bilmeyen komünistler çıkıyor ortaya. Bir başka kavram karıştırması da dokunulmazlık ve sorumsuzluk kavramları alanında. Dokunulmazlığı sorumsuzluk sanan milletvekilleri çoğunlukta. “Anayasayı bir kez delsem ne çıkar” diyen, 200 km. hız yapmak keyfi için otoyol kapatan Cumhurbaşkanımız bile oldu.
Bütün bu yozlaşmalar dil bilincinin ve felsefi düşünmenin eksikliği ile bağlantılı. Türkçesi en az gelişen, yabancı sözcüklerden en az arınmış olan bilim dalı hukuk. Yürürlükteki yasaların diline bağlılık yüzünden, belki de hukuk dili bir türlü tam olarak gelişemediği için gerçek bir hukuk düzeni de bir türlü kurulamıyor ülkemizde. Bu konuda örnek olabilecek dal: Bilgisayar dili. Bilgisayar tekniğinin Türkiye’de bu kadar çabuk yaygınlaşmasının nedeni, sanırım, daha bilgisayar gelmeden bilgisayar dilinin Atatürk’ün kalıtı olan ve 1980 darbesi ile yok sayılan Türk Dil Kurumu’nun üyelerince hazırlanmış olmasıdır.
Kavramları açıklığa eriştirmekse felsefenin başta gelen görevi. Felsefe ele aldığı konunun kavramlarını açıklamak zorundadır, çünkü düşünme kavramlarla olur; kavramlar birbirine karıştırılmışsa, ya da yanlış anlaşılmışsa, kafa da karışır. Felsefenin eksikliği bu alanda da kendini gösteriyor toplumumuzda. Ülkemizde sorun pek çok, ama ne sosyolog ve antropologlarımız, ne de felsefecilerimiz bu sorunları ele alıp işliyorlar. Oysa felsefenin bir görevi de sorunları görüp onları göstermektir, yani sorun koymaktır ödevi felsefenin. Sorun koyan felsefe aynı zamanda kavramları da kurar: Dil kavramlar sözcükler de bu işlerin anahtarı.
Felsefenin toplumumuz için ne denli gerekli olduğunu son yıllardaki bunalımın bir yerde etik bunalımına dönüşmesi de ortaya çıkarıyor. Toplumumuz yalnız ekonomi ve politika alınında değil, etik alanında da tam bir yozlaşma içinde. Ahlak demeyip etik demem de bununla ilgili. Ahlak sözcüğünün imlediği kavram toplumumuzda anlamını yitirmiş, başka alana kaydırılmıştır. Ahlak kavramı törelerle, gelenek ve göreneklerle karıştırılır genellikle. Namus da cinsellikle bağlanır. Dürüstlük tümden unutulmuş. Töreler, gelenekler yöreseldir; oysa etik evrenseldir; etik (aslında ilke olarak ahlak), törelerin, geleneklerin, hatta kimi zaman yürürlükteki yasaların bile üstündedir. Ülkemizde etiğin eksikliğinin bir nedeni de, yine, Osmanlı tarihi boyunca felsefenin yasaklanmasına, son on onbeş yıllık dönemde de liselerden bile felsefenin kaldırılmış olmasına bağlıyorum. Çünkü felsefe ile etik iç içe kavramlardır.
Oysa eğitim ve öğretimde dil ve felsefe baş yeri almalı, felsefe de dil de –anadil yanında yabancı dil de– eğitimin temeli olmalıdır. Felsefi düşünüş biçimi daha ilk yıllardan çocuğa verilmeli, çocuklar bilinçlendirilmelidir. İşte burada, çocuklara verilecek felsefe eğitiminde “felsefe öğretilmez...” sözünün anlamı çıkıyor ortaya. Aslında çocuklar sanıldığından çok fazla düşünürler, durmadan soru sormaları onların düşündüğünü göstermiyor mu? Onların soruları geçiştirilmesin yeter. Çocuk felsefe yapmaya yatkındır aslında. Çünkü çocuk kafasının alıcılığı inanılmaz boyutlardadır. Fransız psikolog Zazow “bütün çocuklar 11 yaşına kadar birer dahidir, ama ne yazık ki bu durum sürmez” diyor. Çocuğun gelişmesinin yolunu kesmemek için ezbere eğitime kesinlikle son verilmesi gerekir, gençlerin iyi yetişmesi isteniyorsa. Ezbere öğrenimin önüne geçmek için de okumaya önem verilmesi gerekir. Ancak okumakla kafa da dil de gelişebilir. Okumada dil ve felsefenin birlikteliği de sağlanmış olur. Ana dili eğitimi yanında yabancı dil eğitiminin de sözünü ettim. Çünkü her dil aynı zamanda bir ayrı dünya görüşünü yansıtır; dil bilincini daha bir uyandırarak kafanın daha sağlıklı işlemesine yardımcı olur. Böyle bir eğitimle dil ve felsefe eğitiminden geçen gençler yarının gerçek yurttaşları olurlar özgür birer birey ve kişiler olarak.
Yabancı dil öğrenmenin gerekliliğini öne sürerken bir noktayı daha açıklığa kavuşturmalıyım ve yabancı dil öğretmenin yabancı dille eğitim yapmaktan çok başka bir şey olduğunu vurgulamalıyız.
Bugün Türkçe’nin yetersizliğini öne sürerek yabancı dille eğitim yapılmasını önerenlerin yazılı ve sözlü konuşmaları onların kafa yapısını ve kendi yetersizliklerini açığa vuruyor. Yeni tekniklerin getirdiği yeni kavramların Türkçe’de karşılığını bulamayışları düşünme tembeli olduklarının ya da o kavramı yeterince anlamadıklarının bir göstergesi. Belli bir konuda çok yönlü ve ayrıntılı düşünen bir kimse uğraş verdiği konunun kavramlarının karşılığını da mutlaka bulur, konusuna egemense ve gerçekten anlamışsa. Yabancı dille eğitimin iki önemli sakıncası daha var: Birincisi anadilin gelişmesini durdurması, engellemesi. İkincisi öğrencinin hiçbir zaman anadili durumuna getiremeyeceği bir yabancı dilde kendini rahat duyumsamayacağı ve düşüncelerini tam olarak dile getiremeyeceği için hep geride durması, kendini gösterememesi, kendini gerçekleştirememesi. Günümüzde uygar ülkelerin hiçbirinde yabancı dille öğretim yapan bir üniversite yok. Yabancı dille eğitim yalnızca sömürgelerde var.
Bir noktaya daha değinmek istiyorum. Geçen yılki Üniversiteye Giriş Sınavı’nda kazananların başında gelen bir genç, okumayı gereksiz bulduğunu, kendisinin hiç kitap okumadığını, ama en iyi dereceyi de aldığını övünerek söyledi. Bu olay, bir yandan eğitim sistemimizin bozukluğunu, yanlışlığını, öte yandan bu test sisteminin de insanları nereye götürdüğünü göstermesi bakımından hepimizi düşündürmeli.