Anarşist Komünizm - 1
|
Pyotr Alekseyeviç Kropotkin
Özel mülkiyete son vermiş her toplum, bizce, derhal anarşik komünizmin temellerini atmaya başlamalıdır. Anarşizm, kaçınılmaz olarak komünizme varır dayanır, komünizm de anarşizme; kaldı ki bunların her ikisi de, çağdaş toplumlara egemen olan aynı büyük sevdanın, eşitlik sevdasının ifadesidirler.(1)
Geçmişte, bir köylü ailesinin, yetiştirdiği buğdayı, aile üyeleri için evde örülen giysiyi kendi el emeklerinin ürünü olarak gördüğü bir dönem yaşanmıştı: Esasen bu yine de pek doğru değildi, çünkü o zamanlarda da ortaklaşa yapılmış yollar, köprüler vardı; bataklıkken ortaklaşa kurutulup meraya dönüştürülmüş alanlar, ortaklaşa yükseltilmiş kent duvarları vardı. Tekstil tezgâhlarındaki her yenilik ya da ketenin boyanmasıyla ilgili her buluş, herkesin yararınaydı. Köylü ailesinin varoluş koşulları da, kuşkusuz, dünya yardımından bütün öbür insanlar kadar yararlanma esasına dayalı olacaktı.
Ama her şeyin sanayi içinde bir ağ gibi birbirine girdiği, her üretim dalının öteki üretim dallarının yardımını gereksindiği günümüz koşullarında, yapılan üretimden herkesin payını çıkarmak, hesaplamak olacak şey değildir. Elyaf işlenmesinde ya da metal dövülmesinde eğitim düzeyi yüksek ülkeler öyle büyük bir mükemmeliyet düzeyine ulaştılar ki, bununla binlerce başka büyük ve küçük sanayi dalını da gelişmeye iteklediler; demiryollarının yayılmasına, gemi sanayinin gelişmesine, sayısı milyonları bulan işçi sınıfında el uzluğunun, becerinin artmasına ve son olarak da yeryüzü yuvarlağında üretim adına yapılan her türlü işin gelişmesine ön ayak oldular.
Süveyş Kanalı'nın yapımı sırasında koleradan, ya da St. Gothard tünelinin yapımı sırasında eklem kireçlenmesinden ölen İtalyanların; köleliğin kaldırılması için giriştikleri savaşta top mermileriyle parçalanıp ölen Amerikalıların , Rusya, Avrupa ve Amerika'da dokuma sanayiinin gelişmesine, Manchester ya da Moskova'da dokuma tezgâhları başında öksüre tıksıra çalışan çocuklardan ya da işçilerden birinin getirdiği sorun üzerine dokuma tezgâhının bilmem ne kusurunu nasıl giderebileceğine kafa yoran mühendisten daha az şey yapmamışlardır.
Bu durumda, yaratılmalarına hepimizin katkıda bulunduğu zenginliklerden her birimizin payına düşen bölüm nasıl belirlenecek?
Biz kamulaştırma konusunda kolektivistlerin görüşlerini paylaşamıyoruz, bu bir; ikincisi, bu zenginliklerin üretilmesinde herkesin harcadığı saati esas alma, ödüllendirme gibi şeylerin de ideal ya da ideale giden yolda ileri doğru bir adım olduğunu kabul etmiyoruz. Çağdaş toplumlarda eşyanın trampa değerinin, o şeyin üretimi için harcanan emekle mi ölçüldüğü konusuna hiç girmeyeceğiz burada (Adam Smith, Ricardo, onlardan sonra da Marx'ın görüşü buydu, bilindiği gibi; bu konuya daha sonra geleceğiz), burada şu kadarını belirtelim ki, üretim araçlarının toplumun ortak malı kabul edildiği bir toplumda, kolektivistlerin idealleri artık gerçekleşemez demektir. Toplumsalcılık ilkelerine dayalı bir mülkiyet sistemini benimsemiş bir toplumun ücretli emeğin her biçimini reddetmesi de kaçınılmazdır.
Şundan kesinlikle eminiz ki, kolektivistlerin yumuşatılmış bireyciliklerinin, komünizmin -tam olmasa bile hiç değilse toprak ve üretim araçlarının herkesin malı olduğunu savunabilen bir komünizmin- yanında tutunabilmesi olanaksızdır. Bu yeni mülkiyet biçimi, ortak topraklarda ortak alet edevatla elde edilen üretimin dağıtımı konusunda da yeni bir biçime gidilmesini gerektirmektedir. Yeni üretim biçiminin var olduğu yerde eski tüketim biçimi olamaz, tıpkı yeni üretim biçimi varsa eski biçim siyasal örgütlerin olamayacağı gibi.
Ücretli emek, toprakların ve üretim araçlarının herkesin değil, birkaç kişinin malı olmasının sonucudur ve kapitalist üretimin gelişebilmesinin olmazsa olmaz koşuludur; yokoluşu da kapitalist üretimle birlikte olacaktır. Üretim araçlarının toplumsal mülkiyeti, kaçınılmaz bir biçimde, ortak üretilen nimetlerin tüketiminin de ortak olmasını getirecektir.
Biz komünizmin iyi, arzu edilir bir düzen olduğunu söylemekle kalmıyoruz, kişiselciliğe dayanan çağdaş toplumların kendilerinin kaçınılmaz olarak komünizm istikametine yöneleceklerini düşünüyoruz.
Şu son üç yüz yıldır kişiselciliğin gelişmesi, yani tek tek kişilerin başkalarının haberi olmadan kendi çıkarını kollaması eğiliminin güçlenmesi, başka bazı nedenler de olmakla birlikte, esas olarak bireyin kendini sermaye egemenliğine, devlete karşı koruma arzusuyla açıklanmaktadır. Bir vakitler de bazı kişiler, çoğunluğun hissiyatına tercüman olduklarını da söyleyerek şu vaazı verip gezdiler: Herkes tek tek kendini kurtardı mı, tüm toplum devletten de, sermayeden de kurtulmuş olur. "Para, özgürlük de dahil, bana ihtiyacım olan her şeyi satın alma olanağını sağlar." Ancak, çok büyük bir yanlışı içeriyordu bu görüş: Çünkü çağdaş tarih, parayla değil özgürlüğün, kalıcı, sürekli, sağlam, güven verir bir bireysel yaşamın bile satın alınamayacağını göstermektedir: Başka insanlarla işbirliği içinde olmadıkça; sandığı, çıkını ne kadar altınla, parayla dolu olursa olsun, tek insan güçsüzdür.
Öte yandan, tüm çağdaş tarih boyunca bireycilik akımının yanı sıra, hem kadim komünizmin kalıntılarına tutunma çabalarına, hem de toplumsal yaşamın son derece farklı alanlarında komünist ilkeleri yeniden canlandırma çabalarına tanık oluyoruz.
Onuncu, on birinci ve on ikinci yüzyıl halk toplulukları sivil ya da dinsel egemenlerinden kurtulur kurtulmaz, ortaklaşa çalışma-kardeşçe bölüşme ilkelerini hayata geçirmek arzusuyla doldular.
Kent, -altını çiziyorum, tek tek kişiler değil, kent; Rusya'da "Gospodin Velikiy Novgorod" kenti- gemiler, kervanlar donatıyor ve uzak ülkelere ticaret için gönderiyor; ve bu ticaretten elde edilen gelir ayrı ayrı tüccarların değil, yine tüm kentin oluyor; kente yiyecek, içecek ve başka gerekli malzemeler almıyor. Bu deneyimle ilgili kuruluşların izlerine on dokuzuncu yüzyıla (1848'e) dek orda burada rastlanabiliyordu, ailelerin kuşaktan kuşağa aktardıkları söylenceler arasında da bu deneyimle ilgili anılar baş yeri tutuyordu.
Bütün bunlar yitti gitti. Bu komünizmin son izlerinin de silinip gitmemesi için savaşım veren bir tek selskaya obşçina-köy cemaati kaldı; o da olsa olsa, devlet ağır kılıcını terazinin kefesine indirene kadar sürdürebilir bu işi.
Bununla birlikte her yerde, çok değişik biçimler altında, ama aynı ilkeye dayalı yeni örgütlenmeler görülüyor. İlke: Herkese ihtiyacına göre, çünkü belli bir ölçüde komünizm olmadan çağdaş toplumların varlıklarını sürdürebilmeleri olanaksızdır. İnsanların kafalarına mal üretimi fikrini yerleştiren o çok dar egoist karakterine rağmen günümüzde pek çok yerde komünist yönelişler gözleniyor, komünizmin insanlar arasındaki ilişkilere en akla gelmez biçimlerde sızdığı görülüyor.
Çok değil, daha dün denilecek kadar yakın zamana kadar bir ırmağın üzerine köprü yapıldı mı, gelenden geçenden "köprü parası" adı verilen bir para alınırdı. Şimdiyse köprüler kamu malıdır, isteyen canının istediği kadar geçebilir. Şose yollarda, gidilen verst başına para ödeme uygulamasına bugün yalnızca Doğuda rastlanıyor. Müzeler, kitaplıklar, devlet okulları, çocuklara topluca verilen öğle yemekleri, parklar, bahçeler, yıkanan-süpürülen, aydınlatılan yollar, evlere kadar çekilen sular (ne kadar su harcandığını hesaplama uygulamasından vazgeçilmesi yönünde güçlü bir eğilim var) herkese açıktır, herkes bunlardan yararlanabilir... Hepsindeki ilke, "ne kadar ihtiyacınız varsa, buyurun"dur.
Kara ulaşımını sağlayan arabalarla, demiryolu ulaşımını sağlayan trenler artık aylık, yıllık biletler satıyorlar: Bir gün ya da bir yıl içinde istediğiniz kadar gidiş-geliş yapabilme olanağı sağlanıyor bu yolla. Geçenlerde de bir ülkenin tümünde, Macaristan'da (onun ardından da Rusya'da) demiryolları beş yüz versti de, yedi yüz versti de aynı fiyata gitmenizi sağlayan bölgesel tarife uygulaması başlattı. Bu uygulamanın çok yakında tıpkı posta tarifesi gibi, koca bir bölge (diyar) için geçerli olması beklenebilir. Bütün buralarda ve pek çok başka kurumda daha (oteller, pansiyonlar vb.) hâkim eğilim, tüketimi ölçmemek yönündedir. Kiminin gidecek bin verstlik yolu vardır, kiminin yedi yüz verstlik... Kimi üç funt ekmek yer, kimi iki... Bunlar, insanların kişisel durumlarıyla bağlı olan tüketim miktarlarıdır ve birincilerden sen fazla yol gittin, çok ekmek yedin diye bilmem ne kadar daha fazla para almanın hiçbir dayanağı yoktur. Bu türden dengeleyici uygulamalara bizim bireyci toplumumuzda bile rastlanıyor.
Bu da bir yana, şimdilik fazla güçlü olmamakla birlikte kendini hissettiren bir eğilim daha var: Kişisel tüketimi, kişinin topluma verdiği ya da bir gün vereceği hizmetin üstünde bir yere koymak. Böylece tek tek her parçası bütün diğer parçalarıyla sıkı sıkıya bağlı olan toplum, olayı bir bütün olarak görmekte, birinin verdiği hizmeti, herkesin verdiği hizmet olarak algılamaktadır.
Bir halk kütüphanesine gittiğiniz zaman -yalnız Paris'te değil, örneğin Londra ya da Berlin'de de- kitaplık görevlisi size istediğiniz kitabı (elli kitap istemiş olsanız bile) vermeden önce sizin topluma ne gibi hizmetleriniz olduğunu sormaz. İstediğiniz kitabı verir, o kadar; hatta eğer beceremiyorsanız, kataloglarda aradığınız kitabı bulmanıza yardım eder. Tıpkı bunun gibi, belli bir kayıt ödentisiyle -ki çoğu kez emek katkısı nakdi ödemeye yeğlenmektedir- bilimsel dernekler, kuruluşlar sizlere müzelerinin, bahçelerinin, kitaplıklarının, laboratuvarlarının... kapılarını açmaktadır... herkese eşit bir şekilde: İster Darwin olsun, ister sıradan bir amatör!
Bazı kentlerde, siz eğer herhangi bir icat üzerinde çalışıyorsanız, sizi özel bir işliğe gönderiyorlar, burada yer sağlıyorlar, marangoz tezgâhı, demir tezgâhı ve ihtiyaç duyduğunuz başka bütün aletleri sağlıyorlar (tek ki bunları kullanmak elinizden geliyor olsun) ve "Buyurun, istediğiniz kadar, istediğiniz gibi çalışın!" diyorlar. "İstediğiniz bütün gereçleri sağladık... Gerekli görüyorsanız, işinize arkadaşlarınızı da katabilirsiniz, başka zanaatlardan kişileri de çağırabilirsiniz Ya da öylesi hoşunuza gidiyorsa eğer, yalnız çalışabilirsiniz... Havada uçan bir alet icat edin... Ya da hiçbir şey icat etmeyin, siz bilirsiniz. Bir fikriniz olduğunu söylemiştiniz ya, bu yeter".
Yine bunun gibi, cankurtaranlar derneği üyesi gönüllüler, batan bir geminin tayfalarına unvanlarını ya da bugüne dek topluma verdikleri hizmeti sormuyorlar; hiç düşünmeden kendilerini denize atıp kudurmuş dalgaların arasından hiç tanımadıkları insanları kurtarabilmek için kimi kez kendi canlarından oluyorlar. Boğulmakta olanları tanıyıp tanımamanın ne önemi var ki? "Orda bizim sunacağımız hizmete muhtaç, imdat isteyen bir insan var... Onun kurtarılma hakkının doğması için bu kadarı yeter. Hemen atlayıp kurtaralım kendisini!"
Bu her bakımdan komünist eğilime artık her yerde rastlanabiliyor; akla gelebilecek her kılık altında, toplumumuzun en bireyci geçinen, bireycilik vaazlarının kaynaklandığı yer olan şu en orta kesiminde bile.
Yarın bir felaket olsa, örneğin bir kentimiz düşman işgaline uğrasa, normal zamanlarda son derece bencil olan büyük kentlerimizden biri kuşatılsa, bu kent herkesten önce çocukların ve yaşlıların karınlarının doyurulması, barındırılması ve her türlü gereksiniminin karşılanmasına karar verecektir. Bunu yaparken de bu insanların bunu hak eden hizmetleri olmuş mu ya da olmakta mı diye bir soruşturma yapmayacaktır. Öncelikle onların karınları doyurulacak, sonra çarpışanların durumu düşünülecek, bu yapılırken de çarpışmalarda kimin daha akıllı ya da cesur davrandığına vb. bakılmayacaktır. Sonra kadınlar da erkekler de büyük bir özveriyle, kendi rahatlarını unutup yaralıların tedavisiyle uğraşacaklardır.
Özel mülkiyete son vermiş her toplum, bizce, derhal anarşik komünizmin temellerini atmaya başlamalıdır. Anarşizm, kaçınılmaz olarak komünizme varır dayanır, komünizm de anarşizme; kaldı ki bunların her ikisi de, çağdaş toplumlara egemen olan aynı büyük sevdanın, eşitlik sevdasının ifadesidirler.(1)
Geçmişte, bir köylü ailesinin, yetiştirdiği buğdayı, aile üyeleri için evde örülen giysiyi kendi el emeklerinin ürünü olarak gördüğü bir dönem yaşanmıştı: Esasen bu yine de pek doğru değildi, çünkü o zamanlarda da ortaklaşa yapılmış yollar, köprüler vardı; bataklıkken ortaklaşa kurutulup meraya dönüştürülmüş alanlar, ortaklaşa yükseltilmiş kent duvarları vardı. Tekstil tezgâhlarındaki her yenilik ya da ketenin boyanmasıyla ilgili her buluş, herkesin yararınaydı. Köylü ailesinin varoluş koşulları da, kuşkusuz, dünya yardımından bütün öbür insanlar kadar yararlanma esasına dayalı olacaktı.
Ama her şeyin sanayi içinde bir ağ gibi birbirine girdiği, her üretim dalının öteki üretim dallarının yardımını gereksindiği günümüz koşullarında, yapılan üretimden herkesin payını çıkarmak, hesaplamak olacak şey değildir. Elyaf işlenmesinde ya da metal dövülmesinde eğitim düzeyi yüksek ülkeler öyle büyük bir mükemmeliyet düzeyine ulaştılar ki, bununla binlerce başka büyük ve küçük sanayi dalını da gelişmeye iteklediler; demiryollarının yayılmasına, gemi sanayinin gelişmesine, sayısı milyonları bulan işçi sınıfında el uzluğunun, becerinin artmasına ve son olarak da yeryüzü yuvarlağında üretim adına yapılan her türlü işin gelişmesine ön ayak oldular.
Süveyş Kanalı'nın yapımı sırasında koleradan, ya da St. Gothard tünelinin yapımı sırasında eklem kireçlenmesinden ölen İtalyanların; köleliğin kaldırılması için giriştikleri savaşta top mermileriyle parçalanıp ölen Amerikalıların , Rusya, Avrupa ve Amerika'da dokuma sanayiinin gelişmesine, Manchester ya da Moskova'da dokuma tezgâhları başında öksüre tıksıra çalışan çocuklardan ya da işçilerden birinin getirdiği sorun üzerine dokuma tezgâhının bilmem ne kusurunu nasıl giderebileceğine kafa yoran mühendisten daha az şey yapmamışlardır.
Bu durumda, yaratılmalarına hepimizin katkıda bulunduğu zenginliklerden her birimizin payına düşen bölüm nasıl belirlenecek?
Biz kamulaştırma konusunda kolektivistlerin görüşlerini paylaşamıyoruz, bu bir; ikincisi, bu zenginliklerin üretilmesinde herkesin harcadığı saati esas alma, ödüllendirme gibi şeylerin de ideal ya da ideale giden yolda ileri doğru bir adım olduğunu kabul etmiyoruz. Çağdaş toplumlarda eşyanın trampa değerinin, o şeyin üretimi için harcanan emekle mi ölçüldüğü konusuna hiç girmeyeceğiz burada (Adam Smith, Ricardo, onlardan sonra da Marx'ın görüşü buydu, bilindiği gibi; bu konuya daha sonra geleceğiz), burada şu kadarını belirtelim ki, üretim araçlarının toplumun ortak malı kabul edildiği bir toplumda, kolektivistlerin idealleri artık gerçekleşemez demektir. Toplumsalcılık ilkelerine dayalı bir mülkiyet sistemini benimsemiş bir toplumun ücretli emeğin her biçimini reddetmesi de kaçınılmazdır.
Şundan kesinlikle eminiz ki, kolektivistlerin yumuşatılmış bireyciliklerinin, komünizmin -tam olmasa bile hiç değilse toprak ve üretim araçlarının herkesin malı olduğunu savunabilen bir komünizmin- yanında tutunabilmesi olanaksızdır. Bu yeni mülkiyet biçimi, ortak topraklarda ortak alet edevatla elde edilen üretimin dağıtımı konusunda da yeni bir biçime gidilmesini gerektirmektedir. Yeni üretim biçiminin var olduğu yerde eski tüketim biçimi olamaz, tıpkı yeni üretim biçimi varsa eski biçim siyasal örgütlerin olamayacağı gibi.
Ücretli emek, toprakların ve üretim araçlarının herkesin değil, birkaç kişinin malı olmasının sonucudur ve kapitalist üretimin gelişebilmesinin olmazsa olmaz koşuludur; yokoluşu da kapitalist üretimle birlikte olacaktır. Üretim araçlarının toplumsal mülkiyeti, kaçınılmaz bir biçimde, ortak üretilen nimetlerin tüketiminin de ortak olmasını getirecektir.
Biz komünizmin iyi, arzu edilir bir düzen olduğunu söylemekle kalmıyoruz, kişiselciliğe dayanan çağdaş toplumların kendilerinin kaçınılmaz olarak komünizm istikametine yöneleceklerini düşünüyoruz.
Şu son üç yüz yıldır kişiselciliğin gelişmesi, yani tek tek kişilerin başkalarının haberi olmadan kendi çıkarını kollaması eğiliminin güçlenmesi, başka bazı nedenler de olmakla birlikte, esas olarak bireyin kendini sermaye egemenliğine, devlete karşı koruma arzusuyla açıklanmaktadır. Bir vakitler de bazı kişiler, çoğunluğun hissiyatına tercüman olduklarını da söyleyerek şu vaazı verip gezdiler: Herkes tek tek kendini kurtardı mı, tüm toplum devletten de, sermayeden de kurtulmuş olur. "Para, özgürlük de dahil, bana ihtiyacım olan her şeyi satın alma olanağını sağlar." Ancak, çok büyük bir yanlışı içeriyordu bu görüş: Çünkü çağdaş tarih, parayla değil özgürlüğün, kalıcı, sürekli, sağlam, güven verir bir bireysel yaşamın bile satın alınamayacağını göstermektedir: Başka insanlarla işbirliği içinde olmadıkça; sandığı, çıkını ne kadar altınla, parayla dolu olursa olsun, tek insan güçsüzdür.
Öte yandan, tüm çağdaş tarih boyunca bireycilik akımının yanı sıra, hem kadim komünizmin kalıntılarına tutunma çabalarına, hem de toplumsal yaşamın son derece farklı alanlarında komünist ilkeleri yeniden canlandırma çabalarına tanık oluyoruz.
Onuncu, on birinci ve on ikinci yüzyıl halk toplulukları sivil ya da dinsel egemenlerinden kurtulur kurtulmaz, ortaklaşa çalışma-kardeşçe bölüşme ilkelerini hayata geçirmek arzusuyla doldular.
Kent, -altını çiziyorum, tek tek kişiler değil, kent; Rusya'da "Gospodin Velikiy Novgorod" kenti- gemiler, kervanlar donatıyor ve uzak ülkelere ticaret için gönderiyor; ve bu ticaretten elde edilen gelir ayrı ayrı tüccarların değil, yine tüm kentin oluyor; kente yiyecek, içecek ve başka gerekli malzemeler almıyor. Bu deneyimle ilgili kuruluşların izlerine on dokuzuncu yüzyıla (1848'e) dek orda burada rastlanabiliyordu, ailelerin kuşaktan kuşağa aktardıkları söylenceler arasında da bu deneyimle ilgili anılar baş yeri tutuyordu.
Bütün bunlar yitti gitti. Bu komünizmin son izlerinin de silinip gitmemesi için savaşım veren bir tek selskaya obşçina-köy cemaati kaldı; o da olsa olsa, devlet ağır kılıcını terazinin kefesine indirene kadar sürdürebilir bu işi.
Bununla birlikte her yerde, çok değişik biçimler altında, ama aynı ilkeye dayalı yeni örgütlenmeler görülüyor. İlke: Herkese ihtiyacına göre, çünkü belli bir ölçüde komünizm olmadan çağdaş toplumların varlıklarını sürdürebilmeleri olanaksızdır. İnsanların kafalarına mal üretimi fikrini yerleştiren o çok dar egoist karakterine rağmen günümüzde pek çok yerde komünist yönelişler gözleniyor, komünizmin insanlar arasındaki ilişkilere en akla gelmez biçimlerde sızdığı görülüyor.
Çok değil, daha dün denilecek kadar yakın zamana kadar bir ırmağın üzerine köprü yapıldı mı, gelenden geçenden "köprü parası" adı verilen bir para alınırdı. Şimdiyse köprüler kamu malıdır, isteyen canının istediği kadar geçebilir. Şose yollarda, gidilen verst başına para ödeme uygulamasına bugün yalnızca Doğuda rastlanıyor. Müzeler, kitaplıklar, devlet okulları, çocuklara topluca verilen öğle yemekleri, parklar, bahçeler, yıkanan-süpürülen, aydınlatılan yollar, evlere kadar çekilen sular (ne kadar su harcandığını hesaplama uygulamasından vazgeçilmesi yönünde güçlü bir eğilim var) herkese açıktır, herkes bunlardan yararlanabilir... Hepsindeki ilke, "ne kadar ihtiyacınız varsa, buyurun"dur.
Kara ulaşımını sağlayan arabalarla, demiryolu ulaşımını sağlayan trenler artık aylık, yıllık biletler satıyorlar: Bir gün ya da bir yıl içinde istediğiniz kadar gidiş-geliş yapabilme olanağı sağlanıyor bu yolla. Geçenlerde de bir ülkenin tümünde, Macaristan'da (onun ardından da Rusya'da) demiryolları beş yüz versti de, yedi yüz versti de aynı fiyata gitmenizi sağlayan bölgesel tarife uygulaması başlattı. Bu uygulamanın çok yakında tıpkı posta tarifesi gibi, koca bir bölge (diyar) için geçerli olması beklenebilir. Bütün buralarda ve pek çok başka kurumda daha (oteller, pansiyonlar vb.) hâkim eğilim, tüketimi ölçmemek yönündedir. Kiminin gidecek bin verstlik yolu vardır, kiminin yedi yüz verstlik... Kimi üç funt ekmek yer, kimi iki... Bunlar, insanların kişisel durumlarıyla bağlı olan tüketim miktarlarıdır ve birincilerden sen fazla yol gittin, çok ekmek yedin diye bilmem ne kadar daha fazla para almanın hiçbir dayanağı yoktur. Bu türden dengeleyici uygulamalara bizim bireyci toplumumuzda bile rastlanıyor.
Bu da bir yana, şimdilik fazla güçlü olmamakla birlikte kendini hissettiren bir eğilim daha var: Kişisel tüketimi, kişinin topluma verdiği ya da bir gün vereceği hizmetin üstünde bir yere koymak. Böylece tek tek her parçası bütün diğer parçalarıyla sıkı sıkıya bağlı olan toplum, olayı bir bütün olarak görmekte, birinin verdiği hizmeti, herkesin verdiği hizmet olarak algılamaktadır.
Bir halk kütüphanesine gittiğiniz zaman -yalnız Paris'te değil, örneğin Londra ya da Berlin'de de- kitaplık görevlisi size istediğiniz kitabı (elli kitap istemiş olsanız bile) vermeden önce sizin topluma ne gibi hizmetleriniz olduğunu sormaz. İstediğiniz kitabı verir, o kadar; hatta eğer beceremiyorsanız, kataloglarda aradığınız kitabı bulmanıza yardım eder. Tıpkı bunun gibi, belli bir kayıt ödentisiyle -ki çoğu kez emek katkısı nakdi ödemeye yeğlenmektedir- bilimsel dernekler, kuruluşlar sizlere müzelerinin, bahçelerinin, kitaplıklarının, laboratuvarlarının... kapılarını açmaktadır... herkese eşit bir şekilde: İster Darwin olsun, ister sıradan bir amatör!
Bazı kentlerde, siz eğer herhangi bir icat üzerinde çalışıyorsanız, sizi özel bir işliğe gönderiyorlar, burada yer sağlıyorlar, marangoz tezgâhı, demir tezgâhı ve ihtiyaç duyduğunuz başka bütün aletleri sağlıyorlar (tek ki bunları kullanmak elinizden geliyor olsun) ve "Buyurun, istediğiniz kadar, istediğiniz gibi çalışın!" diyorlar. "İstediğiniz bütün gereçleri sağladık... Gerekli görüyorsanız, işinize arkadaşlarınızı da katabilirsiniz, başka zanaatlardan kişileri de çağırabilirsiniz Ya da öylesi hoşunuza gidiyorsa eğer, yalnız çalışabilirsiniz... Havada uçan bir alet icat edin... Ya da hiçbir şey icat etmeyin, siz bilirsiniz. Bir fikriniz olduğunu söylemiştiniz ya, bu yeter".
Yine bunun gibi, cankurtaranlar derneği üyesi gönüllüler, batan bir geminin tayfalarına unvanlarını ya da bugüne dek topluma verdikleri hizmeti sormuyorlar; hiç düşünmeden kendilerini denize atıp kudurmuş dalgaların arasından hiç tanımadıkları insanları kurtarabilmek için kimi kez kendi canlarından oluyorlar. Boğulmakta olanları tanıyıp tanımamanın ne önemi var ki? "Orda bizim sunacağımız hizmete muhtaç, imdat isteyen bir insan var... Onun kurtarılma hakkının doğması için bu kadarı yeter. Hemen atlayıp kurtaralım kendisini!"
Bu her bakımdan komünist eğilime artık her yerde rastlanabiliyor; akla gelebilecek her kılık altında, toplumumuzun en bireyci geçinen, bireycilik vaazlarının kaynaklandığı yer olan şu en orta kesiminde bile.
Yarın bir felaket olsa, örneğin bir kentimiz düşman işgaline uğrasa, normal zamanlarda son derece bencil olan büyük kentlerimizden biri kuşatılsa, bu kent herkesten önce çocukların ve yaşlıların karınlarının doyurulması, barındırılması ve her türlü gereksiniminin karşılanmasına karar verecektir. Bunu yaparken de bu insanların bunu hak eden hizmetleri olmuş mu ya da olmakta mı diye bir soruşturma yapmayacaktır. Öncelikle onların karınları doyurulacak, sonra çarpışanların durumu düşünülecek, bu yapılırken de çarpışmalarda kimin daha akıllı ya da cesur davrandığına vb. bakılmayacaktır. Sonra kadınlar da erkekler de büyük bir özveriyle, kendi rahatlarını unutup yaralıların tedavisiyle uğraşacaklardır.