MARKSiZM VE VAROLUSÇULUK - 1
|
Adam Schaff
Çev: Evinç Dinçer
Varoluşçuluk etkilerinin birdenbire patlak vermesinin, son yıllarda Polonya'daki entelektüel hayatın en ilginç olaylarından biri olduğu kolay kolay yadsınamaz. Felsefi bir eğilimin daha önce yalnız hiç tanınmadığı değil, aynı zamanda geleneksel olarak yabancı sayıldığı bir ortamda birdenbire ve hızla başarı kazanmasının nedeni, her halde, bu durumun her şeyden önce kendi sosyo-psikolojik dokusu içinde incelenmesiyle açıklanabilir. " Her şeyden önce, ama her şeyin dışında olarak değil tabii. Çünkü sorunun tam anlamıyla felsefi bir yanı var ve bu yanının belirtilmesi bu konuyu bütünüyle kavramamıza yardım eder.
Polonya'da son zamanlarda devam eden felsefi tartışmalarda (burada felsefenin konusunun ne olduğu üzerinde yapılan tartışmalara ayrı bir önem verilmiş olmakla birlikte, son birkaç yıldır yalnız bu tartışmalarda değil, bütün tartışmalarda) iki değişik felsefe anlayışı belirdi. Kimi felsefenin, varlığın bütününü yöneten en genel yasalarla ilgilenen bir bilim dalı olduğunu öne sürüyor, kimi de onu bireyin hem kendine hem de başkalarına karşı doğru (proper) davranması anlamında insan hayatı üzerine düşüncelerin özel bir dalı sayma eğiliminde. Bu ikinciler felsefeye büyük sorumluluk yükleyen "bilim" adını vermeyi bile düşünmezler. Bu görüş ayrılığı mutlaka felsefenin özü ve görevleri üzerine bildiriler halinde doğrudan doğruya dile getirilmez. Çoğu zaman olduğu gibi, dolaylı yollarla ve iki değişik felsefe anlayışının savunucuları tarafından ortaya konan somut ve tikel (cüz'i) sorunların sonucu olarak belirtilirler.
Başlıca iki karşıt düşünceyi tanıtırken göz önünde bulundurduğumuz bölünme çizgisi yalnız çağdaş dünyamız için büyük önem taşımaz, ayrıca uzun bir gelenek tarafından da doğrulanmıştır. Çünkü bu bölünme bir dalıyla İonya okuluna bir dalı ile de Sokrates okuluna kadar uzanır. Ancak bu anlamda felsefe tarihindeki İon ve Sokratik çizgiden söz açılabilir.
Bugünkü karşıt düşünürlerin bu uzak felsefi geleneklere başvurmalarının gerekliliği tamamıyla kabul edilmiştir. İonya düşünürleri, felsefi görüşlerinde, gerçeklik üzerine spontan düşüncelerle dinsel mitosu birleştirmiş de olsalar, felsefenin görevlerinin çeşitli bilimlerin araştırmalarıyla sıkıca bağlı olduğunu ve özel uğraşı alanının dünyayı yöneten en genel yasalar olduğunu kabul eden çağdaş akımın kökleri, bu düşünürlerin geleneği içindedir. Çiçero'nun dediği gibi, felsefeyi gökyüzünden indiren, onu insanoğluna tanıtan filozof Sokrates'dir.
Felsefe sistemlerinin materyalist ve idealist adları altında ana-bölünmesine ek olarak, birçok başka bölünmeler de düşünülebilir. Örneğin, ampirizm ve rasyonalizm, ampirizm ve irrasyonalizm, dünyanın statik ve dinamik olarak görünüşü vb. gibi ayırmalar yapılabilir. Bütün bu ayırmalar şu ya da bu yoldan birbirlerine bağlıdır, ama bu mutlaka onların felsefe sistemlerinin ana bölmeleri içinde toplanmalarını gerektirmez, daha çok onlar birbirleriyle örülmüş gibi görünürler. Felsefe tarihinin "Kara ve Ak"larla kurulu bir bilgi taslağından başka bir şey ortaya koyamaması da bundandır. Materyalizm de, idealizm de felsefenin konusuna çeşitli yönlerden yaklaşma fırsatı verirler ve özellikle, İonya felsefesi ile Sokratesçi akım arasındaki tartışmanın çözüm yolu tek değildir -daha pek çoğu için de bu böyledir, çünkü, başka sorunlarda da olduğu gibi bu bölümleme tarih içinde hiçbir zaman arı olamamıştır. İonya okulu açısından felsefenin görevlerini enine boyuna yorumlayanlar arasında ahlak sorunlarını ele almayı reddedenler ancak çok uçlarda olanlardır; tıpkı bunun gibi, Sokratesçi felsefe anlayışı taraftarlarının da ontolojik ve epistemolojik sorunlara ilgisiz kalmaları ancak olağanüstü durumlardadır. Bu, çağımızda iki aşırı akım olan neo-pozitivizm ile varoluşçuluk örneğine de uygun düşer.
Bu olguyu açıklamak hiç de güç bir iş değil: Bunu, gerçekte varolan sorunlardan onların varlığını salt doktrin yoluyla yadsıyarak kurtulamayacağımız hakkında hepimizin bildiği iddia bir kez daha doğrular. Bu iddia klasik örneğini sahte-sorunlar denilen sorunlar üzerine alan öğretisiyle neo-pozitivizm'de görürüz. Neo-pozitivizm başka şeylerin yanı sıra, geniş anlamda ahlak biliminin sadece cümlelerin gramatik biçimlerinden ibaret olduğu, anlamdan yoksun bulunduğu, ya da başka bir deyimle anlamsız olduğu hakkındaki önermeyi tanıtlamak istemişti. Neopozitivistler varoluşçuluğun asıl özelliği olan sorunları daha başka birçok sorunlarla birlikte şiirsel duygular başlığı altında sınıflamakla ve onları bilimsel nitelikten yoksun saymakla ne demek istediler? Elbette, örneğin hayatın ve ölümün anlamı ile ilgili sorular gibi, bazı sorular hiçbir zaman bir sıvının ısı derecesi ve buna benzer şeyler hakkındaki soruların cevaplandırıldığı biçimde cevaplandırılamaz. Kuşkusuz bu böyledir. Ama bunun böyle olması sorunun ortadan kalktığı ya da felsefi bir sorun olmadığı anlamına mı gelir?
Böyle bir sorun karşısında duyulan iç huzursuzluğu ne yazık ki yalnız neopozitivizm'de değildir. Buna benzer günahlar Marksizm tarafından da (başka yoldan, oldukça başka nedenlerle ve başka bakımlardan olmakla beraber) işlenmiş ve bu, Polonya'daki ideolojik çatışmayı önemli derecede etkilemiştir.
Doktrini bakımından Marksizm pozitivizmden farklı olarak, bireyin yeri ve rolü -Varoluşçuların tekellerine aldıkları konular- üzerinde düşünmeye engel değildir. Tersine, başlangıçtan beri sorunları varoluşçuluğunkine taban tabana karşıt biçimde ortaya koymuş olmasına rağmen gene de Marksizmin köklerini büyük ölçüde bu çeşit ilgilerin alanında aramak gerekir. Böylece, örneğin, Marx'ın yabancılaşma sorununu ele alış biçimi varoluşçuluğunkinden oldukça farklı olmakla birlikte, bu sorun hakkındaki-eski Marksist düşünce bütünüyle bu kategoriye girer. Yani, Marksizm bu ve buna benzer sorunlarla uğraşabilmek için adamakıllı "mücehhez"dir; "sözlüğünü" genişletmesinin, hele varoluşçuluğun ona "eklenmesi"nin hiç gereği yoktur. Ama Marksizmin daha sonraki gelişmesinde bu gibi sorunlar bir yana bırakıldı; ve bunlarla başkaları (çoğu kez de tüm yanlış ve idealist açıdan) uğraştığı için Marksizm'e yabancı ve düşman sayıldılar.
Bu neden böyle oldu? Marksizm neden bu sorunları başlangıçta ihmal etti, sonra da onlardan büsbütün koptu? Öncelikle, Marksizm'in devrimci işçi sınıfı hareketi ile sıkı ilintisi, onun toplumsal gelişmenin yasalarına, sosyalizme ve sosyalist yapıya geçiş yasalarına, kitlelerin hareketi ve çatışmalarıyla ilgili sorunlara eğilmesini gerektiriyordu. Marksizmin bu politik zihin uğraşının sonucu olarak tek insan'a ve onun kendine özgü sorunlarına bağlı konular geriye itildi. Ve giderek proletaryanın zaferinden sonra böyle bir çalışma için gerekli nesnel koşullar varolunca, bu kez de başka bir karşıt faktör, daha da büyük bir güçle araya girdi: Marksizme yabancı ve çoğu zaman açıkça düşman olan birtakım akımlar bu sorunlara el attılar, onları tekellerine aldılar ve devrimci işçi sınıfına karşı savaşlarında bir silah haline getirdiler. Bu savaşın doğurduğu nefret duygusu düşman akımların ilgilendikleri sorunlara da sıçradı ve böylece bu sorunların kendileri de yabancı ve düşman sayılır oldular. Elbette bu yanlış ve gerçeğe aykırı, ama psikolojik bakımdan anlaşılması mümkün bir süreç. Bunun sonucu Sartre'ın haklı olarak gösterdiği gibi, Marksist felsefede tarihsel bir gedik açılması olmuştur.
19. ve 20. Yüzyıllardaki Varoluşçu etkinin kaynakları ve kalıcılığı toplumsal faktörlerin sonucu olarak açıklanabilir ve bu açıklama hiç de ilkel bir sosyolojik yaklaşım sayılmaz. Çünkü bir toplumsal düzen yerini bir başkasına bırakırken, ortaya çıkan huzursuzluk dönemlerine özgü ahlaki ve siyasi buhranlar ile felsefe akımları arasındaki bağ o kadar apaçıktır ki, toplumsal evrim yasalarına karşı bir ilgi doğuran ve bu alandaki araştırmaları destekleyen, aynı zamanda insanı birey ve birey'in yaşantısı üzerine düşünmeye -bu düşünceler çağın kargaşalığından ve bu kargaşalığın yol açtığı buhranlardan doğar- özendiren dönemlerdir bunlar. Çünkü kimi bireysel sorunlar ve yaşantılar vardır ki (ölüm ya da hayatın anlamı gibi) bunlar her çağda kendilerini tekrarlarlar; ama kimi dönemlerde -toplumsal kurumların değişmezliği hakkındaki yaygın inancın sarsıldığı, bir çatışmanın gelişme gösterdiği ve bunun da ahlaki ve siyasi bir buhranla bir arada olduğu, bir seçim yapmak gerektiği ve daha önce yerleşmiş ölçütlerin (kriter) böyle bir seçimde artık işe yaramayacağı anlaşıldığı zamanlar- hayatın kendisi bu sorunlar toplamını öne çıkarır. Bu da, başka şeylerin yanı sıra, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra varoluşçuluğun görülmemiş derecede büyük bir çekicilik kazanışını açıklar. Yalnız ortaya koyduğu sonullar değil, aynı zamanda (belki de öncelikle) temelindeki ruh hali de -bir çöküş ve boyun eğme psikolojisi, her şeye "kadir" irrasyonel güçlerle savaşında bireyin hayatını dolduran umutsuzluk duygusu- aslında insanlardaki birtakım duyguların yansımasıydı; varoluşçuluk bu insanları her şeyden daha kolaylıkla kendine çekti, çünkü ilgilendiği konular onların düşünceleri ve duygularıyla çakışıyordu.
Bizim 1956-1957 yıllarındaki özel koşullarımız içinde bütün bu faktörlerin etkisinin daha da güçlü olması gerekirdi. Bu, yerleşmiş ölçütlere olan yaygın güvensizlikten, değerlerin genellikle altüst oluşundan, insan varlığının tehlikede olduğu ve bilinçli eylemin anlamsızlığı hakkındaki yaygın kanıdan da fazla bir şeydi. Aslında bu duygular normal olarak savaş ve devrim sarsıntıları ile birlikte gelişirler ve büyük ahlaki buhranlara yol açarlar. Polonya'da hiç olmazsa kimi çevrelerde, başka ve belki de daha sert kasırgalar koptu. Uluslararası komünist hareketlerinin, bizim kendi deyimimizle "geçen dönemin yanılgıları ve çarpıklıkları" dediğimiz şeyleri açığa çıkarması, bir çokları için nitelik ve derece farklarıyla bireysel ahlak buhranlarına yol açan ahlaki ve siyasi depremler yaratmıştı.
Çev: Evinç Dinçer
Varoluşçuluk etkilerinin birdenbire patlak vermesinin, son yıllarda Polonya'daki entelektüel hayatın en ilginç olaylarından biri olduğu kolay kolay yadsınamaz. Felsefi bir eğilimin daha önce yalnız hiç tanınmadığı değil, aynı zamanda geleneksel olarak yabancı sayıldığı bir ortamda birdenbire ve hızla başarı kazanmasının nedeni, her halde, bu durumun her şeyden önce kendi sosyo-psikolojik dokusu içinde incelenmesiyle açıklanabilir. " Her şeyden önce, ama her şeyin dışında olarak değil tabii. Çünkü sorunun tam anlamıyla felsefi bir yanı var ve bu yanının belirtilmesi bu konuyu bütünüyle kavramamıza yardım eder.
Polonya'da son zamanlarda devam eden felsefi tartışmalarda (burada felsefenin konusunun ne olduğu üzerinde yapılan tartışmalara ayrı bir önem verilmiş olmakla birlikte, son birkaç yıldır yalnız bu tartışmalarda değil, bütün tartışmalarda) iki değişik felsefe anlayışı belirdi. Kimi felsefenin, varlığın bütününü yöneten en genel yasalarla ilgilenen bir bilim dalı olduğunu öne sürüyor, kimi de onu bireyin hem kendine hem de başkalarına karşı doğru (proper) davranması anlamında insan hayatı üzerine düşüncelerin özel bir dalı sayma eğiliminde. Bu ikinciler felsefeye büyük sorumluluk yükleyen "bilim" adını vermeyi bile düşünmezler. Bu görüş ayrılığı mutlaka felsefenin özü ve görevleri üzerine bildiriler halinde doğrudan doğruya dile getirilmez. Çoğu zaman olduğu gibi, dolaylı yollarla ve iki değişik felsefe anlayışının savunucuları tarafından ortaya konan somut ve tikel (cüz'i) sorunların sonucu olarak belirtilirler.
Başlıca iki karşıt düşünceyi tanıtırken göz önünde bulundurduğumuz bölünme çizgisi yalnız çağdaş dünyamız için büyük önem taşımaz, ayrıca uzun bir gelenek tarafından da doğrulanmıştır. Çünkü bu bölünme bir dalıyla İonya okuluna bir dalı ile de Sokrates okuluna kadar uzanır. Ancak bu anlamda felsefe tarihindeki İon ve Sokratik çizgiden söz açılabilir.
Bugünkü karşıt düşünürlerin bu uzak felsefi geleneklere başvurmalarının gerekliliği tamamıyla kabul edilmiştir. İonya düşünürleri, felsefi görüşlerinde, gerçeklik üzerine spontan düşüncelerle dinsel mitosu birleştirmiş de olsalar, felsefenin görevlerinin çeşitli bilimlerin araştırmalarıyla sıkıca bağlı olduğunu ve özel uğraşı alanının dünyayı yöneten en genel yasalar olduğunu kabul eden çağdaş akımın kökleri, bu düşünürlerin geleneği içindedir. Çiçero'nun dediği gibi, felsefeyi gökyüzünden indiren, onu insanoğluna tanıtan filozof Sokrates'dir.
Felsefe sistemlerinin materyalist ve idealist adları altında ana-bölünmesine ek olarak, birçok başka bölünmeler de düşünülebilir. Örneğin, ampirizm ve rasyonalizm, ampirizm ve irrasyonalizm, dünyanın statik ve dinamik olarak görünüşü vb. gibi ayırmalar yapılabilir. Bütün bu ayırmalar şu ya da bu yoldan birbirlerine bağlıdır, ama bu mutlaka onların felsefe sistemlerinin ana bölmeleri içinde toplanmalarını gerektirmez, daha çok onlar birbirleriyle örülmüş gibi görünürler. Felsefe tarihinin "Kara ve Ak"larla kurulu bir bilgi taslağından başka bir şey ortaya koyamaması da bundandır. Materyalizm de, idealizm de felsefenin konusuna çeşitli yönlerden yaklaşma fırsatı verirler ve özellikle, İonya felsefesi ile Sokratesçi akım arasındaki tartışmanın çözüm yolu tek değildir -daha pek çoğu için de bu böyledir, çünkü, başka sorunlarda da olduğu gibi bu bölümleme tarih içinde hiçbir zaman arı olamamıştır. İonya okulu açısından felsefenin görevlerini enine boyuna yorumlayanlar arasında ahlak sorunlarını ele almayı reddedenler ancak çok uçlarda olanlardır; tıpkı bunun gibi, Sokratesçi felsefe anlayışı taraftarlarının da ontolojik ve epistemolojik sorunlara ilgisiz kalmaları ancak olağanüstü durumlardadır. Bu, çağımızda iki aşırı akım olan neo-pozitivizm ile varoluşçuluk örneğine de uygun düşer.
Bu olguyu açıklamak hiç de güç bir iş değil: Bunu, gerçekte varolan sorunlardan onların varlığını salt doktrin yoluyla yadsıyarak kurtulamayacağımız hakkında hepimizin bildiği iddia bir kez daha doğrular. Bu iddia klasik örneğini sahte-sorunlar denilen sorunlar üzerine alan öğretisiyle neo-pozitivizm'de görürüz. Neo-pozitivizm başka şeylerin yanı sıra, geniş anlamda ahlak biliminin sadece cümlelerin gramatik biçimlerinden ibaret olduğu, anlamdan yoksun bulunduğu, ya da başka bir deyimle anlamsız olduğu hakkındaki önermeyi tanıtlamak istemişti. Neopozitivistler varoluşçuluğun asıl özelliği olan sorunları daha başka birçok sorunlarla birlikte şiirsel duygular başlığı altında sınıflamakla ve onları bilimsel nitelikten yoksun saymakla ne demek istediler? Elbette, örneğin hayatın ve ölümün anlamı ile ilgili sorular gibi, bazı sorular hiçbir zaman bir sıvının ısı derecesi ve buna benzer şeyler hakkındaki soruların cevaplandırıldığı biçimde cevaplandırılamaz. Kuşkusuz bu böyledir. Ama bunun böyle olması sorunun ortadan kalktığı ya da felsefi bir sorun olmadığı anlamına mı gelir?
Böyle bir sorun karşısında duyulan iç huzursuzluğu ne yazık ki yalnız neopozitivizm'de değildir. Buna benzer günahlar Marksizm tarafından da (başka yoldan, oldukça başka nedenlerle ve başka bakımlardan olmakla beraber) işlenmiş ve bu, Polonya'daki ideolojik çatışmayı önemli derecede etkilemiştir.
Doktrini bakımından Marksizm pozitivizmden farklı olarak, bireyin yeri ve rolü -Varoluşçuların tekellerine aldıkları konular- üzerinde düşünmeye engel değildir. Tersine, başlangıçtan beri sorunları varoluşçuluğunkine taban tabana karşıt biçimde ortaya koymuş olmasına rağmen gene de Marksizmin köklerini büyük ölçüde bu çeşit ilgilerin alanında aramak gerekir. Böylece, örneğin, Marx'ın yabancılaşma sorununu ele alış biçimi varoluşçuluğunkinden oldukça farklı olmakla birlikte, bu sorun hakkındaki-eski Marksist düşünce bütünüyle bu kategoriye girer. Yani, Marksizm bu ve buna benzer sorunlarla uğraşabilmek için adamakıllı "mücehhez"dir; "sözlüğünü" genişletmesinin, hele varoluşçuluğun ona "eklenmesi"nin hiç gereği yoktur. Ama Marksizmin daha sonraki gelişmesinde bu gibi sorunlar bir yana bırakıldı; ve bunlarla başkaları (çoğu kez de tüm yanlış ve idealist açıdan) uğraştığı için Marksizm'e yabancı ve düşman sayıldılar.
Bu neden böyle oldu? Marksizm neden bu sorunları başlangıçta ihmal etti, sonra da onlardan büsbütün koptu? Öncelikle, Marksizm'in devrimci işçi sınıfı hareketi ile sıkı ilintisi, onun toplumsal gelişmenin yasalarına, sosyalizme ve sosyalist yapıya geçiş yasalarına, kitlelerin hareketi ve çatışmalarıyla ilgili sorunlara eğilmesini gerektiriyordu. Marksizmin bu politik zihin uğraşının sonucu olarak tek insan'a ve onun kendine özgü sorunlarına bağlı konular geriye itildi. Ve giderek proletaryanın zaferinden sonra böyle bir çalışma için gerekli nesnel koşullar varolunca, bu kez de başka bir karşıt faktör, daha da büyük bir güçle araya girdi: Marksizme yabancı ve çoğu zaman açıkça düşman olan birtakım akımlar bu sorunlara el attılar, onları tekellerine aldılar ve devrimci işçi sınıfına karşı savaşlarında bir silah haline getirdiler. Bu savaşın doğurduğu nefret duygusu düşman akımların ilgilendikleri sorunlara da sıçradı ve böylece bu sorunların kendileri de yabancı ve düşman sayılır oldular. Elbette bu yanlış ve gerçeğe aykırı, ama psikolojik bakımdan anlaşılması mümkün bir süreç. Bunun sonucu Sartre'ın haklı olarak gösterdiği gibi, Marksist felsefede tarihsel bir gedik açılması olmuştur.
19. ve 20. Yüzyıllardaki Varoluşçu etkinin kaynakları ve kalıcılığı toplumsal faktörlerin sonucu olarak açıklanabilir ve bu açıklama hiç de ilkel bir sosyolojik yaklaşım sayılmaz. Çünkü bir toplumsal düzen yerini bir başkasına bırakırken, ortaya çıkan huzursuzluk dönemlerine özgü ahlaki ve siyasi buhranlar ile felsefe akımları arasındaki bağ o kadar apaçıktır ki, toplumsal evrim yasalarına karşı bir ilgi doğuran ve bu alandaki araştırmaları destekleyen, aynı zamanda insanı birey ve birey'in yaşantısı üzerine düşünmeye -bu düşünceler çağın kargaşalığından ve bu kargaşalığın yol açtığı buhranlardan doğar- özendiren dönemlerdir bunlar. Çünkü kimi bireysel sorunlar ve yaşantılar vardır ki (ölüm ya da hayatın anlamı gibi) bunlar her çağda kendilerini tekrarlarlar; ama kimi dönemlerde -toplumsal kurumların değişmezliği hakkındaki yaygın inancın sarsıldığı, bir çatışmanın gelişme gösterdiği ve bunun da ahlaki ve siyasi bir buhranla bir arada olduğu, bir seçim yapmak gerektiği ve daha önce yerleşmiş ölçütlerin (kriter) böyle bir seçimde artık işe yaramayacağı anlaşıldığı zamanlar- hayatın kendisi bu sorunlar toplamını öne çıkarır. Bu da, başka şeylerin yanı sıra, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra varoluşçuluğun görülmemiş derecede büyük bir çekicilik kazanışını açıklar. Yalnız ortaya koyduğu sonullar değil, aynı zamanda (belki de öncelikle) temelindeki ruh hali de -bir çöküş ve boyun eğme psikolojisi, her şeye "kadir" irrasyonel güçlerle savaşında bireyin hayatını dolduran umutsuzluk duygusu- aslında insanlardaki birtakım duyguların yansımasıydı; varoluşçuluk bu insanları her şeyden daha kolaylıkla kendine çekti, çünkü ilgilendiği konular onların düşünceleri ve duygularıyla çakışıyordu.
Bizim 1956-1957 yıllarındaki özel koşullarımız içinde bütün bu faktörlerin etkisinin daha da güçlü olması gerekirdi. Bu, yerleşmiş ölçütlere olan yaygın güvensizlikten, değerlerin genellikle altüst oluşundan, insan varlığının tehlikede olduğu ve bilinçli eylemin anlamsızlığı hakkındaki yaygın kanıdan da fazla bir şeydi. Aslında bu duygular normal olarak savaş ve devrim sarsıntıları ile birlikte gelişirler ve büyük ahlaki buhranlara yol açarlar. Polonya'da hiç olmazsa kimi çevrelerde, başka ve belki de daha sert kasırgalar koptu. Uluslararası komünist hareketlerinin, bizim kendi deyimimizle "geçen dönemin yanılgıları ve çarpıklıkları" dediğimiz şeyleri açığa çıkarması, bir çokları için nitelik ve derece farklarıyla bireysel ahlak buhranlarına yol açan ahlaki ve siyasi depremler yaratmıştı.
1 Yorum
süper gerçekten