Ortaçağ Felsefesi ile Kültürünün Özellikleri - 2
|
Yaratıklar dünyasının ötesinde bulunan, aşkın (transcendent) olan Hıristiyan Tanrısı, bir de kişiliği olan Tanrıdır. Bu kişiliği olan tanrı karşısında da, kişiliği olan ruh var: "Ben"in karşısında "sen"in olması gibi. Her ikisi de bunların, dışarıya karşı kapalıdırlar. Hıristiyan Tanrısı, Herakleitos'un, Stoa'nın Logos'u gibi, evren içinde dağılıp bölünen, kişiliği olmayan bir Tanrı değil. Onun için, Tanrı ile birleşmeyi göz önünde bulunduran mistikler, hep Tanrının bozulmaz bir birlik, kırılmaz bir çember gibi olan kişiliğini ortadan kaldırmayı denemişlerdir. Ruhun kişiliği düşüncesi de antik bir düşünce değil. Antik felsefede ruh, kişisel değildir, bir doğa faktörüdür. Bu yüzden Antik Felsefe, ruh (psykhe) ve can (bios) kavramlarını sıkı sıkıya birbirine bağlar. Bu anlayışta tek tek ruhlar, Evren Ruhunun dallanıp budaklanmaları, sürgünleri gibidir. Buna karşılık, ruhun tek başına olduğu, yalnız olduğu, yalnızlığı içinde Tanrının karşısında bulunup Tanrının bakışlarının üzerinde toplandığı düşüncesi, kişilik kavramının gelişmesine yol açan bu görüş, antik değil, bir Hıristiyan düşüncesidir. Mistisizm bu düşünce karşısına da çıkmıştır. Çünkü mistik, Tanrıya esrime (ekstasis, vecit) ile, yani "ben"in sınırlarını kırarak, bu "birliği" çözerek ulaşmayı dener. Pantheist mistisizmin amacı, hep, bilincin çemberini, "ben"in kapalılığını aşmaktır. İşte, bu kişiliği olan, yaratıklar dün- yasının yaradanı olan transcendent bir Tanrı kavramı, Hıristiyan inancını taşıyan bir ana direktir.
Hıristiyan inancını taşıyan bir başka direk de: Tanrı-İnsan ile birolmak yolu ve aracıyla insanın günah ve ölümden kurtulacağı düşüncesidir. Tanrı-İnsan ile birolmak da, birtakım kutsallaştırıcı eylemler (sacramentum), ile gerçekleştirilir. Bu Tanrı-İnsan anlayışı, yalnız Hıristiyanlıkta değil, o sıralarda Roma İmparatorluğu içinde yayılıp yerleşen bazı Hellenistik kültlerde de var. Buda, kişisel bir din gereksemesinin uyanmış olduğunun bir belirtisi. Çünkü din, bu sıralarda Roma'da bir devlet işi olarak dışlaşmıştı, resmi Roma dini, imparator kültünde devletin kendisini Tanrılaştırmasına varmıştı. Kişisel dindarlıkda, her şeyden önce, kişisel ölümsüzlüğü özlemek demektir.
Tanrının insan olması, bu insan olmuş Tanrı ile kutsallaştırıcı eylemler yoluyla birleşebileceği inancı, Hıristiyanlıktaki mistik öğedir. Hıristiyanlığın ilkece bütün yaratıklardan başka olan transcendent Tanrısı ve bu Tanrı ile bir olmayı göz önünde bulunduran mistik inanç nasıl uzlaşabilir? Bu uzlaştırmayı daha, Hıristiyan inancının ilk kurucularından olan havarilerden (apostolos) Paulus da denemiştir. Paulus, Tanrıya karşı işlenmiş bir suç olan günah ile ölümü birbirine bağlar, İnsan, ona göre, doğuşundan, doğasından (physis) günahlıdır; bu yüzden ölüme mahkûmdur, ölüm cezasına çarptırılmıştır. Ama, Tanrı özgür bir eylem ile, kendisi isteyerek insan olmuş; bununla da insana ölümden kurtuluş yolunu açmıştır. Çünkü insan, ölüp dirilen Isa ile birolunca, dolayısıyla onun kaderine katılınca, onun gibi, yeniden doğma, ölümü aşma olanağını kazanabilecektir. Bu da Tanrının insana bir lütfudur (gratia).
Bu "kurtuluş" dogması, Hıristiyanlığın ahlak görüşünün ayar noktasıdır. Günah, Hıristiyanlığa göre, insana, doğmuş olması, ölümlü olması gibi özgü olan bir niteliktir; insan doğasından günahlı ve ölüme mahkûmdur. Bu yüzden de insan, günahtan ancak doğaüstü bir ilkenin yardımıyla, Tanrının kendisine elini uzatmasıyla (inayet) kurtulabilir. Ama bu demek değil ki, insan günaha karşı savaşamaz, savaşmamalı. Tam tersine: Bu savaş olmasa, insan kurtuluş gereksinmesini de duymazdı. Yalnız şu var: Bu savaşmasında insan, yalnız kendi gücüyle başarıya ulaşamaz.
Burada, biraz da, Hıristiyanlığın bu görüşü ile Antik Felsefenin bu konuda ki anlayışını karşılaştıralım. Sokrates ile onun izinde yürüyenlere göre erdem= bilgidir; kimse bile bile kötülük (suç, günah) işlemez; insanın bilgisi arttıkça suçtan da uzak durur. Dolayısıyla en yüksek amaç olan mutluluğa, insan kendi gücü ile - bilgisini olgunlaştırmakla - ulaşabilir. Hıristiyanlığa göre ise, böyle bir şeyi düşünmek bile bir küstahlıktır, bir günahtır, İnsanın günaha karşı yaptığı savaş, tüm doğasına karşı açtığı bir savaştır; amaç da, bu doğayı tümü ile yenmektir. Gerçi, doğamızın belli yönlerini yenmek düşüncesi Antik Felsefede de var: Sokrates, duygulanımlar, duyusal istekler üzerinde akıl ile bir egemenlik kurmak gerektiğini ileri sürmüştür; Stoa, tutkuların üstüne yükselme (apatheia) ile "içten bağımsız olmaya", dolayısıyla mutluluğa ulaşabileceğine inanmıştı. Hıristiyanlığın ideali bunlardan büsbütün başka bir şey. Burada göz önünde bulundurulan: İnsanın bütün gücünü ortaya koyarak - hiçbir zaman da tam olarak gerçekleştiremeyeceği — etini yenmek çabasıdır. Sokrates de, Platon da, Stoa da ruhun yüksek yönünün (akıl, istenç) aşağı yönüne (istekler, içgüdüler) hâkim olması gerektiği, hâkim olabileceği düşüncesindeydiler. Hıristiyanlığa göre ise, ruh, doğal halinde, bütünüyle bozulmuştur, onun için amaç da: Büsbütün başka bir insanı, yepyeni bir insanı ortaya koymaktır. Yine bu yüzden, Antik Felsefenin düşündüğü gibi, ruhun yalnız yüksek kısmı ölümsüz değildir; Tanrının inayetine ulaşacaksa, insanın tümü birden yeniden dirilecektir - ancak baştan aşağı değişmiş olarak. Bu son söylenenleri, Hıristiyanlığın "ölüm"karşısındaki tutumu daha iyi aydınlatabilir, ölüm sorunu, "ölüm karşısında en doğru tutumun ne olabileceği", "ölüm korkusunu yenme" sorunu, Antik Felsefede de - önce Sokratesçi çığırlarda, sonra da özellikle Aristoteles'ten sonraki gelişmede - önemli bir yer alır. Bu konuda Antik Felsefenin düşüncesi özetle şudur denilebilir: ölüm korkusu, insanın aklı yenebileceği bir yanılmadır. Hıristiyanlığa göre ise (Paulus ile Augustinus için), bütün bu ölüm gerçeğini görmezlikten gelmek isteyen yorumlar, kendi kendimizi bir aldatmadır; "Ölümden korkulmaz" demek boş bir sözdür, ölüm korkusu beşeri bir şeydir; günah gibi insanın özü ile ilgilidir, ölüm korkusundan kurtulma, ancak ölümden kurtulma ile olabilir. Ölümden kurtuluşu da ancak Tanrının kayırması (inayeti) sağlayabilir. Hıristiyan dünya görüşünün getirdiği, Antik Felsefede olmayan, yeni anlayışların başlıcaları bunlar.
Hıristiyan görüşünün Antik Felsefe ile ortak olduğu anlayışlar da, bağdaşıp birleştiği yönler de - bu felsefenin yardımıyla öğretisini oluşturmaya çalıştığına göre - elbette var. Bunların başında, Platon'un idealizmi ile dualizmini, Aristoteles'in teleolojisini, Stoa'nın monotheizmi ile "önceden belirlenmiş olma" (praedestinatio) inancını sayabiliriz. Antik Çağ Felsefesinden yalnız bir çığır ile, şüphecilik ile, Hıristiyan dünya görüşü, elbette hiçbir şekilde uzlaşamazdı. Çünkü şüphecilik (skepsis), çürütülemez bir doğrunun insan için olamayacağı, şüphede durup kalınması gerektiği düşüncesindedir. Oysa Hıristiyanlık mutlak bir inana bağlanıyordu; belli inançlarda kesin bir doğru'ya varmış olduğuna güveniyordu. Şüphecilik ise, böylesine bir doğruya ulaşmayı ilkece olanaksız sayıyordu.
Kaynak: Macit gökberk - Felsefe Tarihi
Hıristiyan inancını taşıyan bir başka direk de: Tanrı-İnsan ile birolmak yolu ve aracıyla insanın günah ve ölümden kurtulacağı düşüncesidir. Tanrı-İnsan ile birolmak da, birtakım kutsallaştırıcı eylemler (sacramentum), ile gerçekleştirilir. Bu Tanrı-İnsan anlayışı, yalnız Hıristiyanlıkta değil, o sıralarda Roma İmparatorluğu içinde yayılıp yerleşen bazı Hellenistik kültlerde de var. Buda, kişisel bir din gereksemesinin uyanmış olduğunun bir belirtisi. Çünkü din, bu sıralarda Roma'da bir devlet işi olarak dışlaşmıştı, resmi Roma dini, imparator kültünde devletin kendisini Tanrılaştırmasına varmıştı. Kişisel dindarlıkda, her şeyden önce, kişisel ölümsüzlüğü özlemek demektir.
Tanrının insan olması, bu insan olmuş Tanrı ile kutsallaştırıcı eylemler yoluyla birleşebileceği inancı, Hıristiyanlıktaki mistik öğedir. Hıristiyanlığın ilkece bütün yaratıklardan başka olan transcendent Tanrısı ve bu Tanrı ile bir olmayı göz önünde bulunduran mistik inanç nasıl uzlaşabilir? Bu uzlaştırmayı daha, Hıristiyan inancının ilk kurucularından olan havarilerden (apostolos) Paulus da denemiştir. Paulus, Tanrıya karşı işlenmiş bir suç olan günah ile ölümü birbirine bağlar, İnsan, ona göre, doğuşundan, doğasından (physis) günahlıdır; bu yüzden ölüme mahkûmdur, ölüm cezasına çarptırılmıştır. Ama, Tanrı özgür bir eylem ile, kendisi isteyerek insan olmuş; bununla da insana ölümden kurtuluş yolunu açmıştır. Çünkü insan, ölüp dirilen Isa ile birolunca, dolayısıyla onun kaderine katılınca, onun gibi, yeniden doğma, ölümü aşma olanağını kazanabilecektir. Bu da Tanrının insana bir lütfudur (gratia).
Bu "kurtuluş" dogması, Hıristiyanlığın ahlak görüşünün ayar noktasıdır. Günah, Hıristiyanlığa göre, insana, doğmuş olması, ölümlü olması gibi özgü olan bir niteliktir; insan doğasından günahlı ve ölüme mahkûmdur. Bu yüzden de insan, günahtan ancak doğaüstü bir ilkenin yardımıyla, Tanrının kendisine elini uzatmasıyla (inayet) kurtulabilir. Ama bu demek değil ki, insan günaha karşı savaşamaz, savaşmamalı. Tam tersine: Bu savaş olmasa, insan kurtuluş gereksinmesini de duymazdı. Yalnız şu var: Bu savaşmasında insan, yalnız kendi gücüyle başarıya ulaşamaz.
Burada, biraz da, Hıristiyanlığın bu görüşü ile Antik Felsefenin bu konuda ki anlayışını karşılaştıralım. Sokrates ile onun izinde yürüyenlere göre erdem= bilgidir; kimse bile bile kötülük (suç, günah) işlemez; insanın bilgisi arttıkça suçtan da uzak durur. Dolayısıyla en yüksek amaç olan mutluluğa, insan kendi gücü ile - bilgisini olgunlaştırmakla - ulaşabilir. Hıristiyanlığa göre ise, böyle bir şeyi düşünmek bile bir küstahlıktır, bir günahtır, İnsanın günaha karşı yaptığı savaş, tüm doğasına karşı açtığı bir savaştır; amaç da, bu doğayı tümü ile yenmektir. Gerçi, doğamızın belli yönlerini yenmek düşüncesi Antik Felsefede de var: Sokrates, duygulanımlar, duyusal istekler üzerinde akıl ile bir egemenlik kurmak gerektiğini ileri sürmüştür; Stoa, tutkuların üstüne yükselme (apatheia) ile "içten bağımsız olmaya", dolayısıyla mutluluğa ulaşabileceğine inanmıştı. Hıristiyanlığın ideali bunlardan büsbütün başka bir şey. Burada göz önünde bulundurulan: İnsanın bütün gücünü ortaya koyarak - hiçbir zaman da tam olarak gerçekleştiremeyeceği — etini yenmek çabasıdır. Sokrates de, Platon da, Stoa da ruhun yüksek yönünün (akıl, istenç) aşağı yönüne (istekler, içgüdüler) hâkim olması gerektiği, hâkim olabileceği düşüncesindeydiler. Hıristiyanlığa göre ise, ruh, doğal halinde, bütünüyle bozulmuştur, onun için amaç da: Büsbütün başka bir insanı, yepyeni bir insanı ortaya koymaktır. Yine bu yüzden, Antik Felsefenin düşündüğü gibi, ruhun yalnız yüksek kısmı ölümsüz değildir; Tanrının inayetine ulaşacaksa, insanın tümü birden yeniden dirilecektir - ancak baştan aşağı değişmiş olarak. Bu son söylenenleri, Hıristiyanlığın "ölüm"karşısındaki tutumu daha iyi aydınlatabilir, ölüm sorunu, "ölüm karşısında en doğru tutumun ne olabileceği", "ölüm korkusunu yenme" sorunu, Antik Felsefede de - önce Sokratesçi çığırlarda, sonra da özellikle Aristoteles'ten sonraki gelişmede - önemli bir yer alır. Bu konuda Antik Felsefenin düşüncesi özetle şudur denilebilir: ölüm korkusu, insanın aklı yenebileceği bir yanılmadır. Hıristiyanlığa göre ise (Paulus ile Augustinus için), bütün bu ölüm gerçeğini görmezlikten gelmek isteyen yorumlar, kendi kendimizi bir aldatmadır; "Ölümden korkulmaz" demek boş bir sözdür, ölüm korkusu beşeri bir şeydir; günah gibi insanın özü ile ilgilidir, ölüm korkusundan kurtulma, ancak ölümden kurtulma ile olabilir. Ölümden kurtuluşu da ancak Tanrının kayırması (inayeti) sağlayabilir. Hıristiyan dünya görüşünün getirdiği, Antik Felsefede olmayan, yeni anlayışların başlıcaları bunlar.
Hıristiyan görüşünün Antik Felsefe ile ortak olduğu anlayışlar da, bağdaşıp birleştiği yönler de - bu felsefenin yardımıyla öğretisini oluşturmaya çalıştığına göre - elbette var. Bunların başında, Platon'un idealizmi ile dualizmini, Aristoteles'in teleolojisini, Stoa'nın monotheizmi ile "önceden belirlenmiş olma" (praedestinatio) inancını sayabiliriz. Antik Çağ Felsefesinden yalnız bir çığır ile, şüphecilik ile, Hıristiyan dünya görüşü, elbette hiçbir şekilde uzlaşamazdı. Çünkü şüphecilik (skepsis), çürütülemez bir doğrunun insan için olamayacağı, şüphede durup kalınması gerektiği düşüncesindedir. Oysa Hıristiyanlık mutlak bir inana bağlanıyordu; belli inançlarda kesin bir doğru'ya varmış olduğuna güveniyordu. Şüphecilik ise, böylesine bir doğruya ulaşmayı ilkece olanaksız sayıyordu.
Kaynak: Macit gökberk - Felsefe Tarihi