Ortaçağ Felsefesi ile Kültürünün Özellikleri - 1
|
Batı Roma İmparatorluğu, Kavimler Göçünün, Akdeniz çevresinde ve içerlerinde yüzyıllar sürmüş bir politik düzene son verecek olan bu dev kımıldayışın seli altında ezilip yıkılınca, bilimsel kültür de yok olmak tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştı. Avrupa'da Eski Dünyanın yıkıntıları içinde, antikçağın kültür değerlerini ele alıp ilerisi için kurtaran Kilise olmuştur. Barbar kavimlere - Roma ve Cermen kavimlerine - antik bilimi benimsetme işinde din çıkış- noktası yapılmıştır. Kültürsüz genç kavimler - barbarlar - Kilisenin aracılığıyla Eski Dünyanın okuluna gidip onun kültür değerlerini yavaş yavaş benimseyerek yetişmişlerdir. Renaissance ile başlayan Avrupa'nın yeni kültürünü bu yetiştirme hazırlamıştır. Renaissance, genç Avrupa uluslarının artık erginliğe ulaşmalarının ürünüdür.
Tutulan yolun doğal sonucu olarak da, önce, Kilisenin antik kültürden kendine uygun bulup aldığı düşünceler ayakta kalabilmiş, Kiliseye aykırı olanlar da kesin olarak dışarıda bırakılmıştır. Bu yüzden antik kültürün birçok değerleri karanlıklara gömülmüştür. Bunlar, sonra, uzun yüzyıllar içinde binbir zahmetle - Renaissance'ta - yeniden gün ışığına çıkarılacaktır.
Kilise, genç kavimleri eskiçağın kültür değerleriyle - hiç olmazsa bunlardan işine gelen bir kısmı ile - yoğurup yetiştiren bir okul olmuştur dedik. Kilise de o sıralarda bunu yapacak durumda idi; çünkü Roma İmparatorluğu yıkıldığı zaman ayakta kalmış tek büyük güç Hıristiyan Kilisesi idi. Hıristiyanlık, birkaç yüzyıl içinde başlangıçtaki küçük cemaattan koca bir örgüt geliştirmişti. Ayrıca, bütün insanlığa "kurtuluş"u sağlamayı özel görevi saydığından, barbarların din bakımından yetişmesini, eğitilmesini üzerine almak, Kilisenin özünde bulunan bir işti. Üstelik, o sıralarda elde, bu yetiştirme işine temel olabilecek Augustinus'un birliği olan öğretisi de vardır, işte, barbar Cermen ve Roma Kavimleri antikçağın kültür mirasını bu yoldan edinmişlerdir.
Felsefeye, bilime bu yaklaşma, bu giriş biçimine bakarsak, ortaçağ eski Yunanlıların yürümüş olduğu yolu tam tersinden yürümüştür diyebiliriz. Yunanlılarda felsefe ilkin dinden kopma ile, bilmek için bilmek ile, salt bilmeden (theoria) duyulacak sevinç için başlamış, ancak sonraları yavaş yavaş değişerek pratiğin (praxis) - ahlaki ödevlerin, dini özlemlerin - hizmetine girmişti. Ortaçağ felsefeyi hemen işin başında bile bile pratiğin - dinin ereklerinin - hizmetine koşmuştur. Ona göre felsefenin göreceği iş, duygu ve kanıda sağlam ve tartışmasız olarak elde bulunanı, pekiştirilmiş olanı, düşünce ile açıklığa kavuşturmak ve kavramsal olarak dile getirmektir.
Ama, ortaçağın bu ana tutumunun yanı sıra, yavaş yavaş, salt öğrenme için öğrenme bakımından da bir heves uyanıp gelişmiştir. Önce çekine çekine, sonra da bile bile. Bu eğilim, önceleri, doğal olarak, inancın dokunulmaz tasavvurlarına uzak olan alanlarda başlamış, sonra gittikçe yayılmıştır. Bu gelişme de, inan ile bilimin sınırlarının ayrılmasına, felsefenin teoloji karşısında bağımsızlığını elde etmesine yol açmıştır. Böylece, bir anlamında genç Avrupa uluslarının yetiştirilmesi demek olan Ortaçağ Felsefesi, çıkış noktası olarak Kilisenin öğretisini almış, sonunda da bilimsel düşünceye yaklaşmıştır.
Gerçi bu süreçte yeni uluslar da ortaçağ kültürüne kendilerinden bir renk katmışlardır. Ama, Ortaçağ Felsefesi ana düşüncelerinde - sorunlarında ve bunların çözümlerinde - Antik Felsefenin kavramlar sistemi içinde kapalı kalmıştır. Büyük bir iş olan genç uluslar yetiştirme, eğitme işinde ortaya konan en yüksek düşünce ürünleri bile, bir öğrenci başarısından pek ileriye gidememiştir denilebilir. Genellikle yapılan şey, antikçağın düşünce dünyasını benimsemek olmuştur. Bundan dolayı, Ortaçağ Felsefesi, ancak, Antik Felsefenin belli bir açıdan sürüp gitmesi diye anlaşılabilir. Bu felsefe, Hıristiyanlaştırılmış Antik Felsefedir.
Ama Antik Felsefe sonuna kadar bir gerginlik içinde - tartışmalar, çatışmalarla - gelişmişti. Oysa Ortaçağ, benimsediği ve kendine göre biçimlendirdiği felsefeyi, genel olarak, olmuş-bitmiş diye saymıştır. Bu felsefeye göre, Kilisenin benimsediği antik filozoflar ile Kilise düşünürleri "doğru"yu bulmuşlardır; artık yapılacak şey, bunun şurasında burasında düzeltmeler yapmak, tutarsızlıkları gidermektir. Başka bir deyişle: ortaçağın duruk - statik - bir felsefe anlayışı var, antikçağınki ise dinamik.
Bütünüyle duruk olan Ortaçağ Felsefesinin içinde yine de birtakım kımıldamalar bulabiliyoruz. Bu felsefe, benimsediği Antik Felsefenin kavramlarını işlemekten oluşmuştur. Ancak, bu kavramların kendilerinde bulunan karşıtlıklar birtakım felsefe sorunlarına yol açmış, birtakım akımları ortaya çıkarmıştır. Daha başlangıçta, bir çatışma Augustinus'un temsil ettiği resmi kilise öğretisi ile Yeni-Platonculuk arasında olmuştur. Bu anlaşmazlık, bundan böyle din-felsefe ilişkileri konusunda bütün Ortaçağ boyunca temelli bir ayrılık olarak kalacaktır, ileride görüleceği gibi, Augustinus'un felsefesi "Kilise" kavramına dayanır; bu kavram üzerinde toplanıp işlenmiş olan bir felsefedir. Agustinus'a göre felsefenin ana ödevi, Kilise öğretisini bilimsel bir sistem olarak oluşturmak, bu bakımdan temellendirip geliştirmektir. Bu ödevi yerine getirmek yolunda oldukça, Ortaçağ Felsefesi skolastiktir, bir okul bilgisidir. Bunu karşısına çıkan Yeni-Platonculuk akımı ise, ilk planda Kiliseyi göz önüne bulundurmaz; tek kişiyi esas sayar; onu, Tanrı ile birleştirecek o mutlu bilgiye ulaştırmayı erek bilir. Bu yolda oldukça da, Ortaçağ Felsefesi bir mistisizmdi. Skolastik için esas, Kilisenin saptamış olduğu öğretidir; mistisizm için ise kişisel dindarlıktır.
Dinin öndayanaklarının ne olacağı konusundaki anlaşmazlıkan doğan bu iki akım yanında ortaçağda yavaş yavaş belirip genişleyen bir akım da, dini olmayan real bilgiler bakımından olan bir gelişmeyi içine alır. Bu akımın da yine - dini olanlar gibi - antikçağ kültürünün kazançlarından, Yunanlılar ile Romalıların dünya konusunda geliştirdikleri bilgilerden yararlanmış, beslenmistir. 1200 yılı sıralarında Arap Felsefesi ve bilimin öğrenilmesi, dolayısıyla Antik Felsefe ile o zamana kadar bilinmeyen bir genişlikle tanışılması, bu akımı birdenbire hızlandırmıştır. Bu gelişme de, sonunda, din ile felsefenin ayrılmaları sonucuna vardıracaktır.
Ortaçağ Felsefesi, Antik Felsefenin belli bir açıdan sürüp gitmesiydi; bu belli açı da Hıristiyanlığın açışıydı. Ortaçağ kültürü antikçağ dünya ve hayat anlayışının Hıristiyanlaşmasından oluşmuştu. Ortaçağ Felsefesinin öğretilerine geçmeden önce, bir de şu konuyu biraz aydınlatmak yerinde olacak: Hıristiyanlaştırmak ne demektir? Hıristiyanlığın getirmiş olduğu — antikçağın bilmediği, ya da bağlanmadığı - "yeni görüş"ler nelerdi? Bu "Hıristiyan olan" ne? Antik dünya ve hayat anlayışı karşısında Hıristiyanlığın özellikleri — kendisine özgü düşünceler - hangileridir?
Hıristiyan dünya görüşünün başlıca özelliklerini antikçağınkilerle karşılaştırarak belirtmeye çalışalım. Hıristiyanlığa özgü olan bir anlayış, her şeyden önce, bu dinin Tanrı kavramıdır. Hıristiyanlıkta Tanrı, dünyayı istenciyle yoktan varetmiş olan yaradandır. Hıristiyanlığın birçok görüşleri bu Tanrı anlayışına bağlıdır; bunun doğal, mantıki bir sonucudurlar. Nitekim böyle bir Tanrı kavramı, yaradan ile yaratık arasına aşılmaz bir uçurum, giderilemez bir ayrılık koyar. Oysa, antikçağda yaradan ile yaratım arasında bu kesin karşıtlık yok. Çünkü antikçağ için Tanrı, bu evrenin bir mimarıdır, bir yapı ustasıdır (Demiourgos); biçimlendirdiği maddeyi Tanrı hazır bulmuştur; madde de, Tanrının kendisi gibi, öncesizdir, onun gibi yaratılmış değildir. Yaradan-yaratık ilişkisi için antikçağın tipik bir görüşü olan Yeni-Platoncu felsefeye göre, Tanrı varlığın kendisidir; geri kalan bütün varolanlar Tanrısal Varlık dolayısıyla, ondan "pay aldıkları" için varolmuşlardır. Dolayısıyla da, bütün yaratıklar dünyası - canlılar, cansızlar - Tanrıdan türediklerinden (emanatio), onunla özdeştirler, onunla bir özdendirler - Onun pek sönükleşmiş ışınları olsalar bile. Oysa Hıristiyanlıkta yaradan ile yaratık aynı hamurdan değiller, başka başka özlerden. Onun için aralarında kapanmaz bir aralık var.
Ortaçağın başlıca akımlarından biri olan mistisizm Tanrı üzerindeki bu orthodox Hıristiyan görüşüyle hep savaşmıştır. Resmi Hıristiyan görüşüne boyuna sızan Yeni-Platonculuk, Hıristiyanlığın bu Tanrı-insan ilişkisi anlayışını hep mistisizme kaydırmıştır. Çünkü Tanrı ile insanın içten yakın oldukları, birbirlerinden birçok basamaklarla ayrı da olsalar, önce eşit oldukları düşüncesi, Yeni-Platonculuğun, dolayısıyla da onun bir görünüşü olan mistisizmin en temelli görüşlerinden biridir.
Hıristiyanlığın bu sert Yaradan-yaratık karşıtlığı, Tanrı-insan ilişkileri açısından alınırsa, bundan yalnız teorik değil, pratik bakımdan da pek önemli olan birtakım sonuçların çıkmakta olduğunu görürüz, insan, varoluşunu Tanrının istemesine borçlu ise, o zaman insan hayatının tek anlamı, Tanrının istediğini yerine getirmek olur. Hıristiyanlık theosentrik bir dindir: Tanrı bütün varlığın merkezidir; her şey dönüp dolaşıp ona bağlanır; bütün varlık Tanrı istediği için vardır; bu dünya Tanrı kendini açsın diye vardır; evren Tanrının açınmasıdır (vahyi). Açınma da Tanrının istenç ve özünün bir dile gelmesi olduğu için, tek doğru olandır, tek geçerliği olan şeydir. Bu yüzden Hıristiyanlık, alçakgönüllü olmayı (humilitas), Tanrının önünde alçalmayı, küçülmeyi en yüksek erdem sayar; bu erdem, Hıristiyan dindarlığının özüdür. Dolayısıyla da, bunun tersi olan kibir, yani Tanrıya eşit olmaya, kendini onunla bir tutmaya kalkışmak, onun sırlarına ulaşabileceğini düşünmek, en büyük kötülüktür. Sonra: budünyadaki bütün otoriteler, Tanrısal istençten aktarılmadırlar; ondan ödünç alınmışlardır; onun izniyle iş görmektedirler. Onun için ana-baba ve devlet gibi otoritelere itaat gerek. Öteki erdemler de, itaat gibi, hep böyle, Tanrıya bağlanarak temellendirilirler.
Tutulan yolun doğal sonucu olarak da, önce, Kilisenin antik kültürden kendine uygun bulup aldığı düşünceler ayakta kalabilmiş, Kiliseye aykırı olanlar da kesin olarak dışarıda bırakılmıştır. Bu yüzden antik kültürün birçok değerleri karanlıklara gömülmüştür. Bunlar, sonra, uzun yüzyıllar içinde binbir zahmetle - Renaissance'ta - yeniden gün ışığına çıkarılacaktır.
Kilise, genç kavimleri eskiçağın kültür değerleriyle - hiç olmazsa bunlardan işine gelen bir kısmı ile - yoğurup yetiştiren bir okul olmuştur dedik. Kilise de o sıralarda bunu yapacak durumda idi; çünkü Roma İmparatorluğu yıkıldığı zaman ayakta kalmış tek büyük güç Hıristiyan Kilisesi idi. Hıristiyanlık, birkaç yüzyıl içinde başlangıçtaki küçük cemaattan koca bir örgüt geliştirmişti. Ayrıca, bütün insanlığa "kurtuluş"u sağlamayı özel görevi saydığından, barbarların din bakımından yetişmesini, eğitilmesini üzerine almak, Kilisenin özünde bulunan bir işti. Üstelik, o sıralarda elde, bu yetiştirme işine temel olabilecek Augustinus'un birliği olan öğretisi de vardır, işte, barbar Cermen ve Roma Kavimleri antikçağın kültür mirasını bu yoldan edinmişlerdir.
Felsefeye, bilime bu yaklaşma, bu giriş biçimine bakarsak, ortaçağ eski Yunanlıların yürümüş olduğu yolu tam tersinden yürümüştür diyebiliriz. Yunanlılarda felsefe ilkin dinden kopma ile, bilmek için bilmek ile, salt bilmeden (theoria) duyulacak sevinç için başlamış, ancak sonraları yavaş yavaş değişerek pratiğin (praxis) - ahlaki ödevlerin, dini özlemlerin - hizmetine girmişti. Ortaçağ felsefeyi hemen işin başında bile bile pratiğin - dinin ereklerinin - hizmetine koşmuştur. Ona göre felsefenin göreceği iş, duygu ve kanıda sağlam ve tartışmasız olarak elde bulunanı, pekiştirilmiş olanı, düşünce ile açıklığa kavuşturmak ve kavramsal olarak dile getirmektir.
Ama, ortaçağın bu ana tutumunun yanı sıra, yavaş yavaş, salt öğrenme için öğrenme bakımından da bir heves uyanıp gelişmiştir. Önce çekine çekine, sonra da bile bile. Bu eğilim, önceleri, doğal olarak, inancın dokunulmaz tasavvurlarına uzak olan alanlarda başlamış, sonra gittikçe yayılmıştır. Bu gelişme de, inan ile bilimin sınırlarının ayrılmasına, felsefenin teoloji karşısında bağımsızlığını elde etmesine yol açmıştır. Böylece, bir anlamında genç Avrupa uluslarının yetiştirilmesi demek olan Ortaçağ Felsefesi, çıkış noktası olarak Kilisenin öğretisini almış, sonunda da bilimsel düşünceye yaklaşmıştır.
Gerçi bu süreçte yeni uluslar da ortaçağ kültürüne kendilerinden bir renk katmışlardır. Ama, Ortaçağ Felsefesi ana düşüncelerinde - sorunlarında ve bunların çözümlerinde - Antik Felsefenin kavramlar sistemi içinde kapalı kalmıştır. Büyük bir iş olan genç uluslar yetiştirme, eğitme işinde ortaya konan en yüksek düşünce ürünleri bile, bir öğrenci başarısından pek ileriye gidememiştir denilebilir. Genellikle yapılan şey, antikçağın düşünce dünyasını benimsemek olmuştur. Bundan dolayı, Ortaçağ Felsefesi, ancak, Antik Felsefenin belli bir açıdan sürüp gitmesi diye anlaşılabilir. Bu felsefe, Hıristiyanlaştırılmış Antik Felsefedir.
Ama Antik Felsefe sonuna kadar bir gerginlik içinde - tartışmalar, çatışmalarla - gelişmişti. Oysa Ortaçağ, benimsediği ve kendine göre biçimlendirdiği felsefeyi, genel olarak, olmuş-bitmiş diye saymıştır. Bu felsefeye göre, Kilisenin benimsediği antik filozoflar ile Kilise düşünürleri "doğru"yu bulmuşlardır; artık yapılacak şey, bunun şurasında burasında düzeltmeler yapmak, tutarsızlıkları gidermektir. Başka bir deyişle: ortaçağın duruk - statik - bir felsefe anlayışı var, antikçağınki ise dinamik.
Bütünüyle duruk olan Ortaçağ Felsefesinin içinde yine de birtakım kımıldamalar bulabiliyoruz. Bu felsefe, benimsediği Antik Felsefenin kavramlarını işlemekten oluşmuştur. Ancak, bu kavramların kendilerinde bulunan karşıtlıklar birtakım felsefe sorunlarına yol açmış, birtakım akımları ortaya çıkarmıştır. Daha başlangıçta, bir çatışma Augustinus'un temsil ettiği resmi kilise öğretisi ile Yeni-Platonculuk arasında olmuştur. Bu anlaşmazlık, bundan böyle din-felsefe ilişkileri konusunda bütün Ortaçağ boyunca temelli bir ayrılık olarak kalacaktır, ileride görüleceği gibi, Augustinus'un felsefesi "Kilise" kavramına dayanır; bu kavram üzerinde toplanıp işlenmiş olan bir felsefedir. Agustinus'a göre felsefenin ana ödevi, Kilise öğretisini bilimsel bir sistem olarak oluşturmak, bu bakımdan temellendirip geliştirmektir. Bu ödevi yerine getirmek yolunda oldukça, Ortaçağ Felsefesi skolastiktir, bir okul bilgisidir. Bunu karşısına çıkan Yeni-Platonculuk akımı ise, ilk planda Kiliseyi göz önüne bulundurmaz; tek kişiyi esas sayar; onu, Tanrı ile birleştirecek o mutlu bilgiye ulaştırmayı erek bilir. Bu yolda oldukça da, Ortaçağ Felsefesi bir mistisizmdi. Skolastik için esas, Kilisenin saptamış olduğu öğretidir; mistisizm için ise kişisel dindarlıktır.
Dinin öndayanaklarının ne olacağı konusundaki anlaşmazlıkan doğan bu iki akım yanında ortaçağda yavaş yavaş belirip genişleyen bir akım da, dini olmayan real bilgiler bakımından olan bir gelişmeyi içine alır. Bu akımın da yine - dini olanlar gibi - antikçağ kültürünün kazançlarından, Yunanlılar ile Romalıların dünya konusunda geliştirdikleri bilgilerden yararlanmış, beslenmistir. 1200 yılı sıralarında Arap Felsefesi ve bilimin öğrenilmesi, dolayısıyla Antik Felsefe ile o zamana kadar bilinmeyen bir genişlikle tanışılması, bu akımı birdenbire hızlandırmıştır. Bu gelişme de, sonunda, din ile felsefenin ayrılmaları sonucuna vardıracaktır.
Ortaçağ Felsefesi, Antik Felsefenin belli bir açıdan sürüp gitmesiydi; bu belli açı da Hıristiyanlığın açışıydı. Ortaçağ kültürü antikçağ dünya ve hayat anlayışının Hıristiyanlaşmasından oluşmuştu. Ortaçağ Felsefesinin öğretilerine geçmeden önce, bir de şu konuyu biraz aydınlatmak yerinde olacak: Hıristiyanlaştırmak ne demektir? Hıristiyanlığın getirmiş olduğu — antikçağın bilmediği, ya da bağlanmadığı - "yeni görüş"ler nelerdi? Bu "Hıristiyan olan" ne? Antik dünya ve hayat anlayışı karşısında Hıristiyanlığın özellikleri — kendisine özgü düşünceler - hangileridir?
Hıristiyan dünya görüşünün başlıca özelliklerini antikçağınkilerle karşılaştırarak belirtmeye çalışalım. Hıristiyanlığa özgü olan bir anlayış, her şeyden önce, bu dinin Tanrı kavramıdır. Hıristiyanlıkta Tanrı, dünyayı istenciyle yoktan varetmiş olan yaradandır. Hıristiyanlığın birçok görüşleri bu Tanrı anlayışına bağlıdır; bunun doğal, mantıki bir sonucudurlar. Nitekim böyle bir Tanrı kavramı, yaradan ile yaratık arasına aşılmaz bir uçurum, giderilemez bir ayrılık koyar. Oysa, antikçağda yaradan ile yaratım arasında bu kesin karşıtlık yok. Çünkü antikçağ için Tanrı, bu evrenin bir mimarıdır, bir yapı ustasıdır (Demiourgos); biçimlendirdiği maddeyi Tanrı hazır bulmuştur; madde de, Tanrının kendisi gibi, öncesizdir, onun gibi yaratılmış değildir. Yaradan-yaratık ilişkisi için antikçağın tipik bir görüşü olan Yeni-Platoncu felsefeye göre, Tanrı varlığın kendisidir; geri kalan bütün varolanlar Tanrısal Varlık dolayısıyla, ondan "pay aldıkları" için varolmuşlardır. Dolayısıyla da, bütün yaratıklar dünyası - canlılar, cansızlar - Tanrıdan türediklerinden (emanatio), onunla özdeştirler, onunla bir özdendirler - Onun pek sönükleşmiş ışınları olsalar bile. Oysa Hıristiyanlıkta yaradan ile yaratık aynı hamurdan değiller, başka başka özlerden. Onun için aralarında kapanmaz bir aralık var.
Ortaçağın başlıca akımlarından biri olan mistisizm Tanrı üzerindeki bu orthodox Hıristiyan görüşüyle hep savaşmıştır. Resmi Hıristiyan görüşüne boyuna sızan Yeni-Platonculuk, Hıristiyanlığın bu Tanrı-insan ilişkisi anlayışını hep mistisizme kaydırmıştır. Çünkü Tanrı ile insanın içten yakın oldukları, birbirlerinden birçok basamaklarla ayrı da olsalar, önce eşit oldukları düşüncesi, Yeni-Platonculuğun, dolayısıyla da onun bir görünüşü olan mistisizmin en temelli görüşlerinden biridir.
Hıristiyanlığın bu sert Yaradan-yaratık karşıtlığı, Tanrı-insan ilişkileri açısından alınırsa, bundan yalnız teorik değil, pratik bakımdan da pek önemli olan birtakım sonuçların çıkmakta olduğunu görürüz, insan, varoluşunu Tanrının istemesine borçlu ise, o zaman insan hayatının tek anlamı, Tanrının istediğini yerine getirmek olur. Hıristiyanlık theosentrik bir dindir: Tanrı bütün varlığın merkezidir; her şey dönüp dolaşıp ona bağlanır; bütün varlık Tanrı istediği için vardır; bu dünya Tanrı kendini açsın diye vardır; evren Tanrının açınmasıdır (vahyi). Açınma da Tanrının istenç ve özünün bir dile gelmesi olduğu için, tek doğru olandır, tek geçerliği olan şeydir. Bu yüzden Hıristiyanlık, alçakgönüllü olmayı (humilitas), Tanrının önünde alçalmayı, küçülmeyi en yüksek erdem sayar; bu erdem, Hıristiyan dindarlığının özüdür. Dolayısıyla da, bunun tersi olan kibir, yani Tanrıya eşit olmaya, kendini onunla bir tutmaya kalkışmak, onun sırlarına ulaşabileceğini düşünmek, en büyük kötülüktür. Sonra: budünyadaki bütün otoriteler, Tanrısal istençten aktarılmadırlar; ondan ödünç alınmışlardır; onun izniyle iş görmektedirler. Onun için ana-baba ve devlet gibi otoritelere itaat gerek. Öteki erdemler de, itaat gibi, hep böyle, Tanrıya bağlanarak temellendirilirler.