Hayatın anlamı, mutluluk ve demokrasi - 1
|
Haluk Sunat
1/ Karl Marx, insanın, yalnızca, ‘ortaya koyduğu’ sorunu çözebilme şansı olduğunu söylerken, muhtemelen iki şeye işaret etmiş olmaktadır: Sorunumuza çözüm arıyorsak, onu, öteki ile aramızda görünür kıldığımız gibi, anlaşılabilir bir dile dökmemiz de gerekir. Marx’ın sözüdür deyu mahsus bir atıfla andığımız şey, aslında, evrensel boyutta ve evvel zaman içinde teslim edilmiştir de çoktan: ‘Ağlamayan çocuğa meme vermezler!’ Yani, ’karnın açsa bebeğim, ağla ki bilelim, bilelim ki memeni verelim’.
Ağlayan bebek, ağlaya ağlaya, sesini kendi dışına taşıra taşıra, ihtiyaçlarını karşılayan nesne (ilkin anne memesi, sonra annenin kendisi) ile ilişki kurmayı öğrenir; dile gelir, bir vakit karnına yerleştiği anasının diline de yerleşir. Bebek, duyumsal fark edişi (bedensel algı/açlık) ile kendi dışına -sorununu çözmek üzere- seslenirken dışarıdan aldığı yanıtlarla ötekini tanır; ötekinin kaçınılmazlığını deneyimlerken öteki ile iletişimin dilini de edinir.
Kaldı ki, miadı doluncaya dek anne karnında ihtiyaçları kendiliğinden karşılanmış olan müstakbel yavru da, ihtiyaçlarına yetmeyecek denli büyüdüğünde yerinin darlığını devinimleri ile belli etmiş (beden dili!), annenin dışarıya açılan kapısını tıklayıp zorlamış ve anne bedeni de, kasılıp gevşemeleri ile, aramıza katmıştır yolcusunu. Dikkat edilirse, bebeğin anne karnındaki büyümesi de, anne karnının ve imkânlarının haddini zorladığında dışarıya doğru yolu tutuşu da, başından sonuna, iki bedenin (yavru ve anne adayının) etkileşimi/ilişkisi içinde yaşanmıştır.
Dahası, müstakbel yavrunun ana karnına düşmesi/yerleşmesi de iki bedenin (anne ve baba adayının) ilişkisi (nihayetinde, kadını temsil eden yumurta ile erkeği temsil eden spermin buluşması / karşılaşması) ile gerçekleşmiştir. Ya peki, o iki beden, nasıl olup da birbirini bulmuştur; el ve gün içine çıkmadan, olası muhatabı ile karşılaşmak üzere ‘kendini’ ortaya koymadan, mümkün müdür? (1)
Gerek Karl Marx’a kulak verdiğimizde, gerekse insan yavrusunun oluşum sürecine göz attığımızda, hayatı ve anlamını kuranın ihtiyaçlarımız; hayata anlamını veren ya da anlamlı kılanınsa, birbirleri için ‘öteki’ olanların söz konusu ihtiyaçlar bağlamında, belli bir ‘dil’e yerleşerek yaşadıkları ‘ilişki’ olduğunu ayırt ediyoruz.
2/ Hayatın anlamını sorgulayarak derdini bir kitaba (Hayatın Anlamı [‘The Meaning of Life’] döken Terry Eagleton, -eleştirmenlerin zaten vurgulayacaklarından emin olsa da- şahsen bir filozof olmadığını anarak başladığı kitabının ilk cümlesini şöyle kurar: “Filozofların, soruları yanıtlamak yerine onları çözümlemek gibi sinir bozucu bir alışkanlığı vardır ve ben de öyle başlamak istiyorum: ‘Hayatın anlamı nedir?’ sorusu hakiki bir soru mu yoksa yalnızca hakiki gibi görünen bir soru mudur?” (2) Evet; sorunun, ‘Arnavutluğun başkenti neresidir?’ kıvamında bir soru gibi görünse de, öyle olmadığı ve ‘Şudur’ diye kestirip atılabilecek türden bir soru olmadığı açıktır. Zira, hayat, ‘şey/ler’ üzerine kurulmuşsa, şeye dair bir soruyu yanıtlamak kolaydır ama şeye yüklenen şeye dair konuşmak epey keyfi ve bir o kadar da müşküldür. Sözgelimi, ‘Elma nedir?’ sorusunun yanıtı, ‘Bir meyvedir’ diye kolaylıkla verilebilir. Lakin, ‘Elmanın hikmeti nedir, anlamı nedir, niye vardır?’ yollu soruların kesin yanıtlar beklemeyen (hakikatsiz) sorular olduğu açıktır.
Meseleyi hafiften Ludwig Wittgenstein (“Gizemli olan, dünyanın nasıl var olduğu değil, onun var olmasıdır.”) ve Martin Heidegger’e de (Seinfrage; varlık sorunu, ‘neden varlık var?’) taşıdıktan sonra şöyle devam eder, Eagleton: “Fakat birçok filozofa, özellikle de Anglosakson filozoflara göre, ‘Neden ‘varlık’ var?’ sorusu son derece sahte bir soru örneğidir. Onlara göre bu sorunun yanıtını bilmek yalnızca zor değil, belki de imkânsızdır. Hatta bu soruda yanıtlanacak bir şey olduğu bile son derece şüphelidir. Bu filozoflara göre aslında bu soru yalnızca ‘Vay canına!’ demenin tipik bir Cermen tarzıdır”. (3)
Kendi üstüne düşünme raddesinde düşünceli tek canlı türü olan insanın, ‘Vay canına!’ dedirten beyhude tespitlerden öte işine yarayacak olan, kanımca, ‘Hayatın anlamı nedir?’ sorusuna, şudur, budur diye cevap yetiştirme telaşının ötesine geçip ‘Hayatı anlamlı kılan nedir?’ sorusunu sormasıdır -ya da, ‘Nasıl olursa hayat yaşamaya değerdir?’
Yaşamını anlamlı kılma kaygısı insana mahsustur; zira, ölümlü olduğu bilinci de insana özgüdür. Yaşamının sonluluğunu fark ettikçe hayatın anlamını sorgulamakta, sorguladıkça diğer varlıklardan farklılaşmaktadır belki de. (“Hiçbir sınırı olmayan ve sonsuzluğa uzanan bir insan hayatının anlamlı bir şekli olabilir miydi? Bu manada ölüm, hayatın herhangi bir anlamı olması için gerekli önkoşullardan birisi değil midir?” [4, 5])
Hem ölümlülüğün idraki, hem de yaşamımıza kasteden, yaşamımızı tehdit eden şeylerin bolluğu bizi ötekine yaklaştıran, ilişkiye çağıran temel itki olmalıdır. Yazımın başında andığım bebeğimize dönersek, orada da, yaşamını tehdit eden havasızlığı feryadı ile kıran, viyaklayıp derin soluklarla hayatı içine çeken ya da anne memesine saldıran yeni doğmuş bebeğin çabası, ölümlülüğün beden katında sezinlenişiyle hayata tutunma gayretinin ilk deneyimi değil midir? Hayat, biz ona anlam yüklemeden önce, kendi ihtiyaçlarımızla (varkalım çabamızla) yöneldiğimiz, ihtiyaçlarımız karşılandıkça ve ihtiyaçlarımızı karşılayanlarla bağlandığımız (‘yaşama sevincimizi’ tedarik ettiğimiz, sevmeyi ve bir o kadar da ‘dişli’ olmayı öğrendiğimiz) edimsellikler alanı değil midir? (Eagleton’ın, “Hiçbir şey, bir türü kendi yok oluş ihtimali kadar etkili biçimde birleştiremez. Hiç değilse ölümde bir araya geliyoruz,” [6] deyişi, hayata adım atışın o ilk tecrübelerinden esinlenmiyor mudur?)
Ölümlülüğünün ve yaşama dönük tehditlerin ayırdında olan insan öteki ile ilişkisine tutunur. Tüm tehdit ve kısıtlara karşın, öteki ile birlikte, hayatı yaşanılır kılmaktır hayatın anlamı. O minvalde, Eagleton, hayata anlamını verenin -yaşamayı anlamlı kılanın- ‘mutluluk ve sevgi ilişkisi’ olduğunu söyleyecektir. Ancak, hepimizin de malumudur ki, genel olarak insanlık tarihi, mutluluk ve sevinçle yüklü, gönendirici bir uygarlık ve aydınlanma masalından ziyade, kıtlıklar, sömürü ve ıstırap ile doludur. Dolayısıyla; “[h]ayatın aslında bir anlamı, hatta şen bir anlamı olması gerektiğini düşünenler, Schopenhauer’un kasvetli itirazıyla yüzleşmek zorundadır ki kendi görüşlerini iç rahatlatan bir teselli olmanın ötesine götürmek için mücadele edebilsinler”. (7)
Her ne kadar, insanlık tarihi, mutluluk ve sevgi ilişkisinde ortaklaşma adına pek yüz güldürücü değilse de, umudun yine de birlikte yaşama zorunluluğumuzda saklı olduğunu yadsıyamayız (zira, insan, toplumsal bir hayvandır). Aslında aklın yolu da o olmalıdır; zira, kendimizi sağlıklı ve mutlu bir şekilde gerçekleştirmek ötekinin yarattığı uygun koşullarda mümkündür ancak ve kuşkusuz, bu, öteki için de geçerlidir: “Başkalarına zarar verme halinde uzun vadede, kendimizi gerçekleştirmemize de zarar veririz; çünkü, o, bunda rol oynayan başkalarının özgürlüğüne bağlıdır. Eşit olanların arasındakinin dışında gerçek bir karşılıklılık olamayacağından, baskı ve eşitsizlik uzun vadede bir tür kendini engellemedir de”. (8)
1/ Karl Marx, insanın, yalnızca, ‘ortaya koyduğu’ sorunu çözebilme şansı olduğunu söylerken, muhtemelen iki şeye işaret etmiş olmaktadır: Sorunumuza çözüm arıyorsak, onu, öteki ile aramızda görünür kıldığımız gibi, anlaşılabilir bir dile dökmemiz de gerekir. Marx’ın sözüdür deyu mahsus bir atıfla andığımız şey, aslında, evrensel boyutta ve evvel zaman içinde teslim edilmiştir de çoktan: ‘Ağlamayan çocuğa meme vermezler!’ Yani, ’karnın açsa bebeğim, ağla ki bilelim, bilelim ki memeni verelim’.
Ağlayan bebek, ağlaya ağlaya, sesini kendi dışına taşıra taşıra, ihtiyaçlarını karşılayan nesne (ilkin anne memesi, sonra annenin kendisi) ile ilişki kurmayı öğrenir; dile gelir, bir vakit karnına yerleştiği anasının diline de yerleşir. Bebek, duyumsal fark edişi (bedensel algı/açlık) ile kendi dışına -sorununu çözmek üzere- seslenirken dışarıdan aldığı yanıtlarla ötekini tanır; ötekinin kaçınılmazlığını deneyimlerken öteki ile iletişimin dilini de edinir.
Kaldı ki, miadı doluncaya dek anne karnında ihtiyaçları kendiliğinden karşılanmış olan müstakbel yavru da, ihtiyaçlarına yetmeyecek denli büyüdüğünde yerinin darlığını devinimleri ile belli etmiş (beden dili!), annenin dışarıya açılan kapısını tıklayıp zorlamış ve anne bedeni de, kasılıp gevşemeleri ile, aramıza katmıştır yolcusunu. Dikkat edilirse, bebeğin anne karnındaki büyümesi de, anne karnının ve imkânlarının haddini zorladığında dışarıya doğru yolu tutuşu da, başından sonuna, iki bedenin (yavru ve anne adayının) etkileşimi/ilişkisi içinde yaşanmıştır.
Dahası, müstakbel yavrunun ana karnına düşmesi/yerleşmesi de iki bedenin (anne ve baba adayının) ilişkisi (nihayetinde, kadını temsil eden yumurta ile erkeği temsil eden spermin buluşması / karşılaşması) ile gerçekleşmiştir. Ya peki, o iki beden, nasıl olup da birbirini bulmuştur; el ve gün içine çıkmadan, olası muhatabı ile karşılaşmak üzere ‘kendini’ ortaya koymadan, mümkün müdür? (1)
Gerek Karl Marx’a kulak verdiğimizde, gerekse insan yavrusunun oluşum sürecine göz attığımızda, hayatı ve anlamını kuranın ihtiyaçlarımız; hayata anlamını veren ya da anlamlı kılanınsa, birbirleri için ‘öteki’ olanların söz konusu ihtiyaçlar bağlamında, belli bir ‘dil’e yerleşerek yaşadıkları ‘ilişki’ olduğunu ayırt ediyoruz.
2/ Hayatın anlamını sorgulayarak derdini bir kitaba (Hayatın Anlamı [‘The Meaning of Life’] döken Terry Eagleton, -eleştirmenlerin zaten vurgulayacaklarından emin olsa da- şahsen bir filozof olmadığını anarak başladığı kitabının ilk cümlesini şöyle kurar: “Filozofların, soruları yanıtlamak yerine onları çözümlemek gibi sinir bozucu bir alışkanlığı vardır ve ben de öyle başlamak istiyorum: ‘Hayatın anlamı nedir?’ sorusu hakiki bir soru mu yoksa yalnızca hakiki gibi görünen bir soru mudur?” (2) Evet; sorunun, ‘Arnavutluğun başkenti neresidir?’ kıvamında bir soru gibi görünse de, öyle olmadığı ve ‘Şudur’ diye kestirip atılabilecek türden bir soru olmadığı açıktır. Zira, hayat, ‘şey/ler’ üzerine kurulmuşsa, şeye dair bir soruyu yanıtlamak kolaydır ama şeye yüklenen şeye dair konuşmak epey keyfi ve bir o kadar da müşküldür. Sözgelimi, ‘Elma nedir?’ sorusunun yanıtı, ‘Bir meyvedir’ diye kolaylıkla verilebilir. Lakin, ‘Elmanın hikmeti nedir, anlamı nedir, niye vardır?’ yollu soruların kesin yanıtlar beklemeyen (hakikatsiz) sorular olduğu açıktır.
Meseleyi hafiften Ludwig Wittgenstein (“Gizemli olan, dünyanın nasıl var olduğu değil, onun var olmasıdır.”) ve Martin Heidegger’e de (Seinfrage; varlık sorunu, ‘neden varlık var?’) taşıdıktan sonra şöyle devam eder, Eagleton: “Fakat birçok filozofa, özellikle de Anglosakson filozoflara göre, ‘Neden ‘varlık’ var?’ sorusu son derece sahte bir soru örneğidir. Onlara göre bu sorunun yanıtını bilmek yalnızca zor değil, belki de imkânsızdır. Hatta bu soruda yanıtlanacak bir şey olduğu bile son derece şüphelidir. Bu filozoflara göre aslında bu soru yalnızca ‘Vay canına!’ demenin tipik bir Cermen tarzıdır”. (3)
Kendi üstüne düşünme raddesinde düşünceli tek canlı türü olan insanın, ‘Vay canına!’ dedirten beyhude tespitlerden öte işine yarayacak olan, kanımca, ‘Hayatın anlamı nedir?’ sorusuna, şudur, budur diye cevap yetiştirme telaşının ötesine geçip ‘Hayatı anlamlı kılan nedir?’ sorusunu sormasıdır -ya da, ‘Nasıl olursa hayat yaşamaya değerdir?’
Yaşamını anlamlı kılma kaygısı insana mahsustur; zira, ölümlü olduğu bilinci de insana özgüdür. Yaşamının sonluluğunu fark ettikçe hayatın anlamını sorgulamakta, sorguladıkça diğer varlıklardan farklılaşmaktadır belki de. (“Hiçbir sınırı olmayan ve sonsuzluğa uzanan bir insan hayatının anlamlı bir şekli olabilir miydi? Bu manada ölüm, hayatın herhangi bir anlamı olması için gerekli önkoşullardan birisi değil midir?” [4, 5])
Hem ölümlülüğün idraki, hem de yaşamımıza kasteden, yaşamımızı tehdit eden şeylerin bolluğu bizi ötekine yaklaştıran, ilişkiye çağıran temel itki olmalıdır. Yazımın başında andığım bebeğimize dönersek, orada da, yaşamını tehdit eden havasızlığı feryadı ile kıran, viyaklayıp derin soluklarla hayatı içine çeken ya da anne memesine saldıran yeni doğmuş bebeğin çabası, ölümlülüğün beden katında sezinlenişiyle hayata tutunma gayretinin ilk deneyimi değil midir? Hayat, biz ona anlam yüklemeden önce, kendi ihtiyaçlarımızla (varkalım çabamızla) yöneldiğimiz, ihtiyaçlarımız karşılandıkça ve ihtiyaçlarımızı karşılayanlarla bağlandığımız (‘yaşama sevincimizi’ tedarik ettiğimiz, sevmeyi ve bir o kadar da ‘dişli’ olmayı öğrendiğimiz) edimsellikler alanı değil midir? (Eagleton’ın, “Hiçbir şey, bir türü kendi yok oluş ihtimali kadar etkili biçimde birleştiremez. Hiç değilse ölümde bir araya geliyoruz,” [6] deyişi, hayata adım atışın o ilk tecrübelerinden esinlenmiyor mudur?)
Ölümlülüğünün ve yaşama dönük tehditlerin ayırdında olan insan öteki ile ilişkisine tutunur. Tüm tehdit ve kısıtlara karşın, öteki ile birlikte, hayatı yaşanılır kılmaktır hayatın anlamı. O minvalde, Eagleton, hayata anlamını verenin -yaşamayı anlamlı kılanın- ‘mutluluk ve sevgi ilişkisi’ olduğunu söyleyecektir. Ancak, hepimizin de malumudur ki, genel olarak insanlık tarihi, mutluluk ve sevinçle yüklü, gönendirici bir uygarlık ve aydınlanma masalından ziyade, kıtlıklar, sömürü ve ıstırap ile doludur. Dolayısıyla; “[h]ayatın aslında bir anlamı, hatta şen bir anlamı olması gerektiğini düşünenler, Schopenhauer’un kasvetli itirazıyla yüzleşmek zorundadır ki kendi görüşlerini iç rahatlatan bir teselli olmanın ötesine götürmek için mücadele edebilsinler”. (7)
Her ne kadar, insanlık tarihi, mutluluk ve sevgi ilişkisinde ortaklaşma adına pek yüz güldürücü değilse de, umudun yine de birlikte yaşama zorunluluğumuzda saklı olduğunu yadsıyamayız (zira, insan, toplumsal bir hayvandır). Aslında aklın yolu da o olmalıdır; zira, kendimizi sağlıklı ve mutlu bir şekilde gerçekleştirmek ötekinin yarattığı uygun koşullarda mümkündür ancak ve kuşkusuz, bu, öteki için de geçerlidir: “Başkalarına zarar verme halinde uzun vadede, kendimizi gerçekleştirmemize de zarar veririz; çünkü, o, bunda rol oynayan başkalarının özgürlüğüne bağlıdır. Eşit olanların arasındakinin dışında gerçek bir karşılıklılık olamayacağından, baskı ve eşitsizlik uzun vadede bir tür kendini engellemedir de”. (8)
3 Yorumlar
tşk
-Doğru soruyu sormak çok önemli...Bir varlığın soyunun tükenmesi demek bir dengeyi alt üst ediyor ise, bu o varlığın bunun için varolduğu anlamına gelir mi örneğin... İzliyorum,sevgiler.
çok doğru insanın kendini gerçekleştirmesi bir başkasının oluşturduğu uygun koşullarda mümkündür. Yani kendini düşünüyorsan diğerine yardım et.