CAMUS VE İNSAN

Mustafa GÜNAY

Oldukça açık ve anlaşılır bir dille yazmış olan Albert Camus, teknik ve akademik bir felsefeci olarak görülmese de, önemli düşünceler, görüşler ortaya koymuştur. Kierkegaard, Nietzsche, Heidegger gibi filozofların oluşturduğu geleneği izlediği söylenebilir. Camus, insanın dünya içindeki konumuna anlam ve eylem açısından bakar. Başka bir deyişle Camus, düşüncesinin zarını insandan, yaşamdan ve dünyadan yana atar. Düşünce ve eylem arasındaki yabancılaşmayı ortadan kaldırmayı dener. Çünkü eylemler dayandıkları düşünceyi ve değeri gerçekleştirmiyorsa, orada, amaçlar, araçsallaşmış, asıl değer ve varlık olan insan bir gölge, bir kopya durumuna düşmüş demektir.

Camus, dünyanın akla uygun olmamasından hareketle bir etik olanağını araştırır. “Alçalmış düşünce geleneği” olarak eleştirdiği düşünce tarzı, “akla-aykrı”yı yüceltirken, Camus’nün açıklık yolunda ilerleyen bir düşünme tarzı vardır. Bu aynı zamanda, belli bir filozof duruşunun ve felsefe yapma tarzının ifadesidir. Camus’nün felsefesi, ilk kez Nietzsche’nin dikkati çektiği nihilizm sorunu ile felsefi yoldan onu aşmaya çalışmış en önemli çağdaş görüşlerden biridir. Camus’nün düşünsel temellerini ve tarihsel-toplumsal sonuçlarını çözümlemeye çalıştığı nihilizm, aslında bir felsefe sorunu olmaktan öte çağın bir sorunu olarak karşımıza çıkmaktadır. Ve bu sorunun ağırlığı üzerimizde artarak sürmektedir.

Camus, Sisyphos Efsanesinde nihilizmi saçma (absurd) kavramından hareketle inceler. “Saçma” kavramı, onun düşüncesinin temeli durumundadır. Saçma kavramı, insan açısından evrenin akla, mantığa aykırılığını, tutarsızlığını anlamış; herşeyi olduğu gibi gören, bilinçli insanı ya da düşünceyi dile getirir. Varoluşumuzun ya da yok oluşumuzun kararını veremediğimiz bu yaşam, insan yaşamı, saçma ve anlamsız bir yaşamdır.(1) Camus, düşünsel gelişiminin birinci döneminde “saçma” kavramı üzerinde durur, intiharı işler. İkinci dönemde ise “başkaldırma”yı ele alır. İki dönemin ortak yanını olan mutlak son (ölüm) ise, yaşamın anlamsızlığını ve dolayısıyla “saçma” yaşantıyı ortaya çıkaran temel olgudur. Ancak saçma her zaman için bir başlangıç noktası olarak kabul edilir. Camus de yapıtlarında, saçmayı aşma, onunla bir hesaplaşma çabası içinde karşımıza çıkar.

Camus’nün birinci dönem felsefesi içinde yer alan Sisyphos Efsanesinde kullandığı temel kavramlar, saçma (uyumsuzluk), yalnızlık ve intihardır. İkinci dönemde ise”başkaldırı” ve “dayanışma” kavramları ağırlık kazanır. Başkaldırma, metafiziksel ve tarihsel olmak üzere ikiye ayrılır. Başkaldırma düşüncesinin ahlaki ve metafizik boyutları vardır. Camus, başkaldırıyı, politik ve tarihsel devrimlere karşıt olarak ele alır. Sisyphos’ta uyumsuzluk bilinci açıklığa kavuşur, saçma’nın farkına varılır ve insan bununla hesaplaşarak kendi konumunu belirler. Başkaldıran İnsan’da ise bu bilinç başkaldırma düşüncesine bağlanır ve bir eylem ilkesi haline gelir. Bu aynı zamanda, bireyselle toplumsal, kişiselle evrensel arasında bir ilişki ve iletişim kurulması da demektir. “Uyumsuz deneyimde, acı çekme bireyseldir. Başkaldırma deviniminden sonra, ortak olduğunun bilincine varır, herkesin serüvenidir artık.”(2)

“Dünyanın saçmalığı nerede?” diye soran Camus, saçmalığın peygamberi olarak görülmekten yakınır. “Saçma, yalnızca bir çıkış noktası sayılabilir. Ne olursa olsun,herşeyin anlamsız olduğu, herşeyden umudu kesmek düşüncesiyle kalamaz insan. Çünkü herşeyin anlamsız olduğunu söylediğimiz anda bile anlamlı bir şey söylemiş oluyoruz. Dünyanın hiçbir anlamı olmadığını söylemek, her çeşit değer yargısını ortadan kaldırmak demektir. Ama yaşamak bile kendiliğinden bir değer yargısıdır. Ölmeye yanaşmadığı sürece, insan yaşamayı seçiyor demektir. O zaman da, görece de olsa, yaşamaya bir değer verilmesi söz konusudur.”(3)

Birinci dünya savaşının trampet sesleri arasında büyüyen Camus, tarihin her zaman için kanla, haksızlıkla, zorbalıkla dolu olduğunu belirtir. Her türlü koşulda umutsuzluğu ve mutsuzluğu aşmanın yollarını arar. Bunu da herkesten daha üstün ruhlu olduğu için değil, içinde taşıdığı bir sezgi ışığına bağlı olduğu için yaptığını söyler. Ona göre, “bu sezgi ile insanlar binlerce yıldır yaşamı en büyük acılar içinde bile sevmesini bilmişlerdir.”(4) Gerçekten de Camus’nün felsefesinin temelinde insan ve yaşam sevgisi yer alır. Ancak bir eylem ve etik olanağı bulmak için “ölüm”le hesaplaşmak gerekir. Camus bu hesaplaşmayı Sisyphos Efsanesi adlı yapıtında gerçekleştirir. Bu hesaplaşma Onun etik kavramlarının ve değerlerinin de hazırlayıcısıdır.

Camus’nün yanıtını aradığı temel sorun, Tanrı inancına ve kutsal bir evren anlayışına dayanmadan bir ahlakın kurulup kurulamayacağıdır. İnsan bu dünyada sorularıyla başbaşadır,bu soruların yanıtını insandan başka bir şeyde aramak boşunadır. İnsan sorularıyla ve onlara aradığı yanıtlarıyla insandır. Camus için “gerçekten önemli olan bir tek felsefe sorunu vardır; intihar. Yaşamın yaşanmaya değip değmediğinde bir yargıya varmak, felsefenin temel sorusuna yanıt vermektir.” Yani ilk olarak yanıtlanması gereken soru yaşamın anlamına ilişkindir. Camus’ye göre, kendini öldürmek, yaşamın bizi aştığını ya da yaşamı anlamadığımızı söylemek demektir. Ancak intihar eden kişilerin yaşamın anlamından emin oldukları durumlar da söz konusudur. Camus, yaşamın bir anlamı bulunduğunu yadsıyan düşünürlerden hiçbirinin, mantıklarını, yaşamayı da yadsımaya kadar götürmediğine dikkati çeker.(5)

Camus’nün çözümlemek istediği intihar düşüncesine yol açan şey, akıl ve gerçeklik, insan ve dünya arasındaki ilişkidir. Camus’ye göre, aklın en derin isteği ve bütün girişimlerinin amacı, dünyayı anlamak, onu insanlara indirgemektir. Gerçeği anlamaya çalışan akıl, ancak onu düşünce terimlerine indirgediği zaman gereksiniminin karşılandığını düşünebilir. İnsanın dünyayı anlama, onunla uyumlu olma, birlik olma isteği; aynı zamanda insan trajedisinin temel hareketi olarak da görülebilir. Camus’ye göre, düşünce ve akıl, olguların değişken aynalarında (görünüşlerinde) hem bu olguları, hem de kendini tek bir ilkede özetleyip açıklayabilecek bağıntılar bulabilseydi, bir düşünce mutluluğundan söz edilebilirdi. Camus, düşünce tarihinin, daha çok birbirini kovalayan pişmanlıklar ve güçsüzlükleri sergilediğini belirtir. “Akıl, umutlarının kımıltısız dünyasında sustuğu sürece, herşey özleminin birliğinde yansıyarak düzenlenir. Ama ilk deviniminde bu dünya çatlar ve yıkılır; sayısız, ışıltılı parçalar sunulur bilgisine. Bize gönül esenliği verecek bildik ve durgun yüzeyini bir daha kurabilmekten umudu kesmek gerekir.”(6)

Bu durumda, akıl da, kendi tarzında dünyanın uyumsuz olduğunu söyler. Yani bu dünya aslında akla uygun değildir. Camus uyumsuzu nasıl tanımlar, uyumsuz nedir? Uyumsuz olan, bu akla-aykırı dünya ile çağrısı insanın en derin yerinde çınlayan çılgın bir açıklık ve birlik isteğinin karşı karşıya gelmesidir. Uyumsuz, hem dünyaya hem de insana bağlıdır, aralarındaki bağdır.(7)

Camus, bu dünyanın kendisini aşan bir anlamı olup olmadığını bilemeyeceğini belirtir. “Ama bu anlamı bilmediğimi, öğrenmemin de benim için şimdilik olanaksız olduğunu biliyorum. Kendi koşulumun dışında olan bir anlamın benim için anlamı ne? Ben ancak insan ölçüleriyle anlayabilirim.”(8)

İnsanın mutlaklık ve birlik isteği ile, bu dünyanın akla ve mantığa uygun bir ilkeye indirgenemezliği, birbirleriyle uzlaştırılamayan temel bir karşıtlık olarak görülür. Ama dünya ile insan arasındaki ilişki ancak insana göre saçma olabilir. Bu bakımdan, saçma duygusunun evrensel değil, aslında belli bir kültürün insanında oluşan bir tepki olduğu söylenebilir. Saçmanın duyum değil, duygu oluşu da onun kültürelliğinin göstergesidir. Doğu kültüründe ise böyle bir duyguya pek rastlanmaz. Bu daha çok Avrupalıya özgü bir duygudur. Kaynağı açısından, insan merkezcilikle de bağlantılıdır. Ancak Camus, saçmayı ve uyumsuzluğu, insanın evrensel duygusu ve değişmez yazgısı olarak görür.(9)

İnsanın hiçbir şeye sarılmadan yaşayıp yaşayamayacağını bilmek isteyen Camus, intihar kavramına ilişkin olarak “soru”nun tersine çevrilmesinden söz eder. Bundan önce sorun yaşamın, yaşamak için bir anlamı olması gerekip gerekmediğiydi. Ama şimdi tersine yaşamın, anlamdan ne kadar yoksun olursa o kadar iyi yaşanacağı ortaya çıkmaktadır. Yaşamak da uyumsuzu yaşatmaktır. Camus, uyumsuzu yaşatmanın insanı başkaldırmaya götürdüğünü belirtir.(10)

İnsanla kendi karanlığının sürekli bir biçimde karşılaştırılması olan başkaldırma, yaşama değer veren bir eylemdir. Camus’ye göre, “gözleri bağlanmamış bir insan için, kendisini aşan bir gerçekle çarpışan anlayışın görünümü kadar güzel bir görünüm yoktur. (...) İnsana-aykırılığı insanın büyüklüğünü oluşturan bu gerçeği yoksunlaştırmak, insanın kendisini yoksunlaştırmaktır.” Camus, bu bakımdan herşeyi açıklayan öğretilerin aynı zamanda kendisini zayıflattıklarını vurgular. Çünkü böylesi öğretiler, insanı kendi yaşamının ağırlığından kurtarmaktadırlar. Oysa insanın onu yalnız başına taşıması gerekir.(11)

Camus pek çok yerde “taşımak” eyleminin yaşamda ne kadar önemli olduğunu ve ne kadar sıkça yer aldığını belirtir. Yaşamanın ağırlığını, zaman’ı, taş’ı taşımaktır söz konusu olan, tıpkı Sisyphos gibi.

İnsanın aklı ve sorularıyla karşısında durduğu dünya ile ilişkisinde yaşanan saçma ve uyumsuz durumunun yorumlanması sonunda, yani yaşamın ve tarihin anlamsızlığı karşısında, bundan kurtulmak için iki yol bulunduğu görülür: intihar ve başkaldırma. Camus için, bunlardan yalnızca ikincisi, belli bir değerin tanınmasını içerdiği için, yaşama bir anlam kazandırma imkanına sahiptir. Bu imkanı geliştirmeye uğraşan Camus, Tanrının o dünyadan ve insandan ayrılmasıyla, yani her türlü kutsallığın reddedilmesiyle belirginleşen anlamsızlığın taşıdığı bütün sonuçları çıkarmak ve anlamsızın ötesinde bir ahlak olanağını açığa çıkarmak ve temellendirmek amacındadır.(12)

Aslında yeni bir akılsallık (rasyonalite) getirmediği, yalnızca eski akılsallığı (Grek tarzındaki) çağdaşlaştırdığı söylenen Camus’nün bu tavrı, onun Sisyphos’u, dünyanın saçmalığı ve yaşamın anlamsızlığı gibi intihara varan yaşantılara karşı bir kişilik olarak ortaya çıkarmasında da görülür. Tanrıların sürekli boşa çıkacak umutsuz bir iş yapmakla, hep yeniden aşağıya yuvarlanacak taşı tepeye çıkarmakla cezalandırdığı Sisyphos’un en önemli özelliği, cezasını bilinçli olarak kabul etmesidir. Bütün yaşamını “evetlemiş” olmakla kendi kaderine egemen olmasıdır. Çünkü, “taş” kendi taşıdır.” Tanrıların, bir kayayı durmadan bir dağın tepesine kadar yuvarlayıp çıkarmaya mahkum ettikleri Sisyphos, kayayı tepeye kadar getirir, ama kaya tepeye gelince kendi ağırlığıyla aşağı düşer hep. Bu yararsız ve umutsuz çaba, en korkunç ceza olarak düşünülmüştür Tanrılar tarafından. Sisyphos ise tepeye çıkardığı taşın, birkaç saniyede aşağı dünyaya doğru inişine bakar, onu yeniden yukarı doğru çıkarmak gerektiğinden, yine ovaya doğru yürür. Camus, Sisyphos’un işte bu yürüyüş, “bu duruş, bu dönüş sırasında” kendisini ilgilendirdiğini belirtir: “Böylesine taşlarla başbaşa didinen bir yüz, taşın kendisidir şimdiden.Bu adamın ağır ama eşit bir adımla sonunu göremeyeceği sıkıntıya doğru inişi gözlerimin önüne geliyor. (...) Tepelerden ayrıldığı, yavaş yavaş Tanrı’ların inlerine doğru gömüldüğü saniyelerin her birinde, yazgısının üstündedir. Kayasından daha güçlüdür.”(13)

Camus, bu efsanenin trajik olmasının, kahramanın bilinçli olmasından kaynaklandığı görüşündedir. Çünkü Sisyphos, “düşkün durumunun bütün enginliğini bilir, inişi sırasında bunu düşünür.”
Camus’ye göre Sisyphos, yazgıyı bir insan işi kılar, insanlar arasında sonuçlandırılacak bir işe dönüştürür. Yazgısı kendisinindir ve kayası kendi nesnesidir. Aynı biçimde uyumsuz insan da, sıkıntısı üzerinde gözlem yapmaya başladığı zaman, bütün putları susturur. Camus’ye göre, kişisel bir yazgı varsa, üstün alınyazısı olamaz. Hiç değilse tek bir alınyazısından söz edilebilir. Ancak uyumsuz insan, onu da kaçınılmaz bulur ve küçümser. İnsanın kendi yaşamına yönelmesini simgeleyen Sisyphos, insansal olan herşeyin tümüyle insan kaynaklı olduğunu gösterir. Çünkü Tanrıları yadsıyan Sisyphosiçin, efendisiz olan bu evren ne anlamsız ne de değersiz görünür. Yuvarladığı “taşın ufacık parçalarının her biri, bu karanlık dağın her madensel parıltısı, tek başına, bir dünya oluşturur. Tepelere doğru tek başına didinmek bile bir insan yüreğini doldurmaya yeter.”(14)

Bu nedenle Camus, “Sisyphos’u mutlu olarak tasarlamak gerek”tiğinden söz eder.
1940’larda Nazizmin, faşizmin güçlenip yayılması, sonra da 2. Dünya Savaşının getirdiği çöküntü, geleneksel değerleri sarsmış ve yıkmıştır. Toplumsal olaylarla ve tarihle fazlaca ilgilenmeyen varoluşçular ve Camus, 2. Dünya Savaşıyla birlikte “tarih”le yüz yüze gelirler, tarihselliklerinin bilincine varırlar. İşgal yıllarında direniş hareketine katılan bu yazarlar ve insanlar, artık bu anlamsız dünyaya daha başka bir gözle, daha farklı bakarlar. Artık bundan sonra yalnızlık konusunu değil, dayanışma kavramını öne çıkarırlar. Direnişe katılan varoluşçular, nazi zihniyetine karşı koyamamış ve “saçma” üzerine kurulu felsefelerini bekleyen nihilizmden kendilerini kurtarma, yeni bir değerler sistemi yaratma, o yılların umutsuzluk ortamında umut ışığı yakma, yeni bir hümanizm oluşturma çabasına girişirler.(15)

Sartre ve diğer varoluşçuların hem idealizmden hem de materyalizmden bazı öğeler alarak bir başka yol aradıkları görülür. Aranan sentez, Marksizm ile insanın tarihsel çelişkilerini çözümlemek, varoluşçuluk ile de onun öznel boyutunun olanaklı tek yorumunu gerçekleştirmektir. Camus, durum ne olursa olsun, şiddeti reddederken, aynı zamanda Marksizmin öğreti ve uygulamalarını da eleştirir. Rusya’daki çalışma kamplarının varlığı ile Stalin üzerine tartışmalar ve Kore Savaşı varoluşçuların düşünce ve eylem birliğini sona erdiren olaylardır. Camus, özellikle Başkaldıran İnsan’da, sonu devlet terörüne vardığı için tarihteki büyük devrimleri kınayan bir tavır sergiler.

Camus’nün temel hareket noktası, 1789’dan bu yana Avrupa tarihinde etkisini gösteren başkaldırma olgusudur: baskıya, zulme, sömürüye başkaldıran insanın düşünüş biçimi. Bu olgunun düşünce düzeyindeki hazırlayıcıları olan filozoflara ve yazarlara olduğu kadar, tarihsel olaylara da eğilen Camus, her başkaldırmanın, başlangıçta “bütün insanlar adına bir değer adına” yola çıktığını, ancak daha sonra “köklerini ve temellerini” unutarak, yani ne adına başkaldırdığını unutarak, ya karşı çıktığı tutum gibi buyurgan (totaliter) olduğunu ya da kendi kendini yok ettiğini belirtir. Politik alandaki yazılarıyla Franco İspanyasına da Stalin Rusyasına da eşit ölçüde karşı çıkan Camus’nün amacı, başkaldırma için felsefi bir ölçü, mantıksal bir tutarlılık ölçüsü getirebilmektir. Başkaldırma, bir şeye karşı gelirken, karşı gelme yolu, o yolla ulaşmak istediği amacı sarsıyorsa tutarsızdır. Bundan dolayı, her zaman için başlangıçta başkaldırmayı harekete geçiren değerlere, bütün insanlar için geçerli olması gereken değerlere bağlı kalmak gereklidir. Başkaldırmanın haklılık temeli ancak böylelikle söz konusu olabilir, yoksa kendisi de başka bir haksızlık kaynağı haline gelir. Haklılık temelini sürekli gözeten, yola çıktığı değerlere her zaman bağlı kalan bir başkaldırma: işte Camus’nün yeni bir hümanizmin temeli olarak gördüğü kavram budur.

Camus, insanların, tarihi kendi buyrukları altına alacak yerde, hergün biraz daha onun kölesi olmaya doğru yöneldiklerini belirtir. Ancak yine de insanlar yazgılarının farkına varma konusunda ilerleme göstermektedirler. Camus, hiç kimsenin karşılığını vermeye gücünün yetmediği soruyu şöyle belirler: “İnsan, ne Tanrı’nın ne de akılcı düşüncenin yardımı olmadan, tek başına kendi değerlerini yaratabilir mi?” Bu soru belirleyici niteliktedir ve önemlidir. Çünkü Camus’ye göre, Fransa ve Avrupa bugün ya yeni bir uygarlık yaratmak ya da yok olmak durumundadırlar.”(16)

İnsan anlayışını etik ve politik düşünceleri bağlamında dile getiren Camus’ye göre, insan yaşamının hiçe sayıldığı bu çağda politik sorunların en önemlisi, öldürmenin haklı görülüyor olmasıdır. Kendi deyimiyle, “öteki sorunlara geçmezden önce, bunun karşısında tutumumuzu açıklamalıyız. Hiçbir şeyi kurmaya başlamadan önce, şu iki soru üzerinde durmalıyız: Doğrudan doğruya ya da dolayısıyla öldürülmek ya da işkence görmek ister misiniz, istemez misiniz? Doğrudan ya da dolaylı olarak başkasını öldürmek ya da işkenceye sokmak ister misiniz, istemez mi? Bu sorulara hayır diyenlerin hepsi, ister istemez, davranışlarını değiştirecek bir sürü sonuçlara sürüklenecektir.”(17)

Başkalarının ölümünü düşünememenin, çağımızın bir bozukluğu olduğunu belirten Camus, istediği dünyanın, kimsenin kimseyi öldürmediği bir dünya değil (çünkü bu bir ütopyadır) insan öldürmenin haklı olmayacağı bir dünya olduğunu vurgular. Camus, bazen karamsarlığa kapılmasından ötürü, bugünün insanını kurtarmanın olanaksızlığını düşünür. Ama her şeyi kurtarmak pek akla uygun görünmese de, “bu insanoğulları, ruhça ve bedence kurtarılabilir hala” demekten de geri durmaz. Çünkü uyumsuzla, umutsuzlukla yaşamak mümkün değildir, eğer sanat ve felsefe etkinliği varsa, orada umut var demektir.
İnsanı insan yapan değerlerin yok sayılmasına ya da herhangi bir dogma ve ideoloji uğruna unutulmasına karşı çıkan Camus, sanatçı ve düşünür olarak kendi yeri ve tutumu hakkında şunları söyler: “Benim rolüm, dünyayı ve insanı değiştirmek değil. Çünkü bunun için ne yeterince erdemim var ne de insanları aydınlatacak ışığım. Ama, kimi değerler var ki, onlar için bir çaba gösterebilirim. Bunlar, öylesine değerlerdir ki, değişmiş bir dünya bile, onlar olmadan yaşanası bir dünya değildir. Onlar olmadan,bir insan, bu yeni bir insanda olsa, saygıya değmez.”(18)

Bu sözlerden de anlaşılacağı gibi, Camus, ahkam kesmeden insanın onurunu ve ahlakını koruma çabasını sürdürmek gerektiğini ifade etmektedir.



NOTLAR:
1.Sabri Büyükdüvenci, Varoluşçuluk ve Eğitim, s.67, 1994.
2..Albert Camus, Başkaldıran İnsan, s.19, Çev. T. Yücel, Kuzey yy. 1985.
3.A. Camus, agy., s.21
4.A. Camus, agy., s.22
5.A. Camus, Sisyphos Söyleni, s.15-17, Çev. T. Yücel, Adam yy., 1983.
6.A. Camus, agy., s.27-28
7..A. Camus, agy., s.30
8.A. Camus, agy., s.58
9.Oğuz Demiralp, Ilıman Ruh İklimi, Yazı dergisi, sayı:6/7, 1979.
10.A. Camus, Sisyphos Söyleni, s.60-61
11.A. Camus, agy., s.62
12.Paul Foulquie, Varoluşçuluk, s.49-50, Çev:Y. Şahan, İletişim yy., 1991.
13.A. Camus, agy., s.131-133
14.A. Camus, agy., s.134-135
15.Ekrem Aksoy, Yazın ile Felsefenin Eylemde Buluşması, Türk Dili, Ocak 1981, s.318-320.
16.A. Camus, Denemeler, s.54, Çev: S. Eyüboğlu-V. Günyol, Say yy, 1982.
17.A. Camus, agy., s.59
18.Akt. Ferit Edgü, Expres dergisi, 16 Temmuz 1994, sayı:25.

2 Yorumlar

Adsız
17 Şubat 2008 14:45  

ÖZLÜ SÖZLER AÇIK OLSA DAHA SÜPER OLURDU

Adsız
14 Şubat 2009 13:41  

aradığım bu deil ama yinede ellerinize ağlık:):):):)

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP