GAZALİ'NİN FİLOZOFLARI TEKFİRİNDE FÂRÂBİ'NİN YERi
|
Yrd. Doç. Dr. İbrahim Hakkı AYDIN
İslâm dünyasında düşünce hareketleri, Kur'an-ı Kerim'in ve Hz.Muhammed'in müslümanları akla ve tefekküre teşviki sebebiyle ilk dönemlerde başlamakla birlikte sistematik bir mahiyet arzetmiyordu. İslâm dünyası, zaman içerisinde dahili ve harici sebeplerle ve felsefi eserlerin tercümeleri sonucu felsefeyle tanışmış oldu. İslâm coğrafyasında aktif olarak 8. yüzyılda başlayan felsefe hareketleri, özellikle 12. yüzyıla (Gazzalîye) kadar altın çağını yaşamıştı.
12. yüzyıla kadar İslâm dünyasında çeşitli eleştirilere muhatap olan felsefeye,en titiz ve dikkatli eleştiri Gazzalî'den gelmiştir.Gazzaïî bu konuda ciddî şekilde eleştirilerini "Tehâfutu'l-Felâsife" isimli eserinde toplamış ve bu eleştirileriyle genel manada Yunan felsefesinden gelen herşeyi nakzetmek istemiştir. Özellikle Gazzalî filozofları Dehriyyûn(Materyalistler), Tabiiyyûn (Naturalistler) ve İlâhiyyûn (Metafizikçiler) olmak üzere üç grupta mülahaza eder. Bunların ilk iki sınıfını eleştiriye dahi değer bulmaz. Bu iki gurubun zındıklıklarının ve küfürlerinin açık olduğunu belirtir.
Onun en önemli eleştirileri ilâhiyatçılar dediği filozoflar üzerinde yoğunlaşmıştır. Gerek Fârâbî ve İbn Sina'yı, gerekse ilâhiyatçı diye tanımladığı diğer filozofları, özellikle eski Hellenistik düşünceden ya da gayr-ı İslâmi fikirlerden istifade ettiklerinden dolayı son derece acımasızca eleştirmiştir. Ancak hemen burada taklit için söylenen bir Arap atasözünü zikredelim: "VUKUFU'L- HAFİRİ ALE'L-HAFİRİ LEYSE Bİ TAKLİDİN" "Bir atın ayağının izine öteki atın ayağı rastlaması taklit değildir." Bu prensibden hareketle bir gerçeği önceki alimlerin tesbit edip söylemeleri, sonradan gelen alimlerin aynı gerçeği benimsemeleri taklit olarak değerlendirilemez. Gerçeğin kaynağı ne olursa olsun o gerçektir. Hak nerede ise alınması gerekir.
Özellikle Fârâbî ve İbn Sina'yı zikrederek felsefeyi eleştirmiş ve bunun için yazdığı "Tehâfutu'l-Felâsife"siyle ayrıca İslâm dünyasında "Tehâfut" geleneğini başlatmıştır. Nitekim ondan sonra, İbn Rüşd, Hocazâde, Alı Tûsî, Karabağî gibi alimler Tehâfut zincirine katılmışlardır.
Gazzalî eserinde özellikle filozofları 20 meselede eleştirmektedir. Bu 20 meselenin 17'sinde filozofların hataya düştüklerini, 3'ünde de küfre düştüklerini ileri sürer. Biz burada bu 20 meseleyi konumuzun sınırlarını aşacağı için ele alıp incelemeyeceğiz. Sadece Gazzali'nin filozofları tekfir ettiği üç mesele hakkında Fârâbî'nin görüşlerini ortaya koymaya çalışacağız. Buna gerek duymaktayız. Çünkü İslâm dünyasında Gazzalî'nin hiç de küçümsenmeyecek önemli bir yeri vardır. Onun verdiği her hüküm, kendisindeki engin istidat ve çeşitli meselelere vukufiyetinden dolayı mesnedi aranmaksızın kabul edilecek seviyede görülmektedir. Hata yapabileceği hiç düşünülmemektedir. Bu gibi hükümler, öteden beri felsefeciler ile kelâmcılar arasındaki çatışmalara hep malzeme olmuştur. Bunun neticesi olarak da, felsefe hep İslâmî ilimlerin dışında tutulmaya çalışılmış ve pekçok ilim adamı felsefeye peşin hükümlü olarak tavır koymuşlardır.
Yine Gazzalî'nin bu acımasız hükümlerine aşırı derecede güvenilerek bu konudaki müslüman filozoflar«! görüşleri birinci kaynaklara (kendi eserlerine) inilerek incelenmeye gerek duyulmamıştır bile. Bu duruma bidayette yapılan hata üzre devam ede gelinmiştir. Oysa bugün Fârâbî'nin de İbn Sînâ'nın da eserlerinin tamamına yakın bir bölümüne ulaşmamız mümkünken, onlar hakkındaki bilgilerimizi ikinci hatta üçüncü derecedeki kaynaklara dayandırmak ne derece doğru olabilir?
Fârâbî ve diğer filozoflar bir kısım İslâm alimlerince şiddetle eleştirilmişlerdir.Hatta zındıklık, yalancılık ve küfür dahi onlara isnat edilmiştir.Kanaatimizce bütün bu ithamların temel sebeplerinden biri de, felsefe ve din arasını uzlaştırmaya çalışmalarıdır. Bu tür eleştiriler felsefenin İslâm dünyasında gerilemesinin en önemli sebebi sayılabilir.
İşte biz burada Fârâbî'nin eserlerine dayanılarak tekfir edildiği üç mesele hakkındaki görüşlerini ortaya koymaya çalışacağız.Hemen şunu da ifade edelim ki, biz burada hiç bir zaman ne Fârâbî'nin tarafını, ne de Gazzalî'nin tarafını tutmayacağız. Nitekim, Fârâbî gerçekten hataya düşmüş olabileceği gibi küfre de düşmüş olabilir Biz burada objektif olarak bu konudaki gerçekleri sergilemeyi hedefliyoruz. Yoksa bir şahsın müslüman mı,kâfir mi olduğunu belirlemeyi hedeflemiyoruz. Nitekim bu konu bizim sahamız dışındadır. Kaldı ki iman konusu ferdin iç âlemine ait olan bir husustur.
Felsefe ile az-çok ilgilenen herkes bilir ki Gazzalî;
1- Allah'ın küllileri bilip, cüz'îleri bilmediğini,
2- Âlemin ezelî olduğunu kabul etmeleri;
3- Cismanî haşn kabul etmemeleri nedeniyle Fârâbî ve İbn Sînâ başta
olmak üzere filozofları tekfir etmiştir. Şimdi bu üç maddeyi tek tek ele alıp
inceleyelim:
1- Allah'ın Cüz'ileri Bilip Bilmeme Meselesi:
Fârâbî, bütün üstün sıfatlarla muttasıf kabul ettiği Allah'ın ilim sıfatını da kabul eder. O, "bilen" olmak için kendi zatının dışında herhangi bir objeyi bilmeye muhtaç değildir. Muallim-i Sânî'ye göre Allah her yönüyle âlimdir, ilim sahibidir.
Fârâbi'nin bu konudaki görüşleri yorum gerektirmeyecek kadar açık bir şekilde Allah'ın küllileri bildiği gibi cüzîleri de bildiğini ifade etmektedir. Bu konudaki ifadelerini olduğu gibi Fârâbfden dinleyelim: ?Bütün âlemi idare eden Yüce Allah'tır. Bir hardal tanesinin varlığı bile O'na gizli değildir. Âlemin cüzîlerinden hiçbir şey O'nun inayetinin dışında kalamaz." Diğer bir eserinde ise: Allah'ın ilim sıfatını anlatırken aynen şunu ifade etmektedir: "Allah'ın ilmi zatından başka bir şey değildir, aksine zatının ta kendisidir. Herşeyi bilmesi zatının sıfatıdır." Buradaki "HERŞEYİ BİLMESİ zatının sıfatıdır" ifadesi de Allah'ın bütün herşeyi bildiğini kabul ettiğinin göstergesidir.
Her ne kadar Gazzalî Fârâbîyi Allah'ın cüzîleri bilmediğini kabul etmekle suçlayıp küfrüne hükmetmiş ise de , Fârâbî'nin ya da diğer filozofların bunları hangi eserlerinde ifade ettiklerini belirtmemiştir. Bununla birlikte son dönem araştırmacılar da Fârâbî'nin Allah'ın cüzîleri bilmediğini kabul ettiğini ileri sürerler.Ancak kimisi Gazzalî gibi her hangi bir atıfta bulunmazken, bazıları ise bulundukları atıf yerlerinde Allah'ın cüzîleri bilmediği sonucuna bizi götürecek,
Fârâbî'ye ait bir ifadenin olmadığını gördük.
Fârâbî'ye göre, Allah'ın cüzîleri bilmediği sonucuna bizi götürebilecek en önemli kaynak, "Fusûlu'l-Medenî'deki şu ifadelerdir: "Bazı kişiler, İlk Sebeb'in zatı dışında, her hangi bir şeyi akletmediğini veya bilmediğini söylerler. Bazıları da, aklın bütün küllî objeleri'nin O'nun için hep birden hazır olduğunu; O'nun onlara zamana bağlı olmaksızın bütün olarak bildiğini ve aklettiğini ve onların hepsinin O'nun tarafından ezeliyetten ebediyete kadar, devamlı bilfiil bilinerek, O'nun zatında toplandığını ileri sürerler. Diğer bir gurup ise, ma'lukat O'nun için hazır bulunmakla birlikte, O'nun duyular tarafından idrak edilen cüzî varlıkları da bildiğini tasavvur ettiğini ve onların O'nda iz bıraktığını; şimdi var olmayan fakat gelecekte var olacak olanları, geçmişte var olup şu anda artık yok olanları ve şimdi var olanları tasavvur ettiğini ve bildiğini ileri sürdüler. Onlar burada şu sonuca vardılar: Doğruluk, yalan ve birbirini nakzeden itikadlar,O'nun bütün düşündüklerine göre, sıra halinde birbirlerini takip eder; düşündüğü nesneler sonsuzdur ve onlardan olumlu olanlar olumsuz hale gelir ve yine, başka zamanda, olumsuz olanlar da olumlu hale gelir; geçmişteki sonsuz şeyleri bilir; öyle ki,O'nun (geçmişte) bildiğinin gelecekte olacağı, şimdi varolduğu ve olmuş olduğu,sonra o andan önceki sonsuz zamanlarda, var olması ve daha sonra, sonsuz zamanlarda, O'nun malumatı, başka bir zamanda, bu aynı şeylerden bildiklerine göre farklı şekillerde bilmesi de bildikleriarasındadır." Fârâbî , bü iddiaları zikrederek bunların insanları yanlış fikirlere sürükleyebileceğini, hatalara vesile olacağını zikreder.
Şimdi burada Fârâbî özellikle isimlerini belirtmediği iki gurubu,fikirlerinden dolayı eleştirmektedir. Özellikle bizim konumuz ile ilgili olan bölümü tekrar zikrederek tahlil edelim: "Bazıları; ma'kukat O'nun için hazır bulunmakla birlikte, O'nun duyular tarafından idrak edilen cüzî varlıklan da bildiğini, tasavvur ettiğini ve onların O'nda iz bıraktığını kabul ederler."
Şimdi burada Fârâbînin kabui etmediği Allah'ın küllileri bildiği gibi cüzîleri de bilmesi değildir. Kabul etmediği şey insanın bilmesi ile Allah'ın duyularla ve tedricen bilmesi,tasavvur etmesi bir takım bilgilerden etkilenmesini eleştirmektedir. Diğer taraftan Fârâbî'ye göre Allah'ın bilgisi ile beşerin bilgisi farklıdır. Ona göre Allah bir şeyi bilmesi için o bilginin cüzlerinden hareket
etmesine gerek kalmadan o bilgiyi küllî olarak bilir. Mesela, okuma yazma bilmeyen bir şahıs, önce alfabeyi, heceleri ve kelimeleri öğrendikten sonra okuyor. Aynı şeyi Allah için işletecek olursak hataya düşeriz. Zira, O'nun önce alfabeyi, hecelemeyi, kelimeleri öğrenmesine gerek yoktur. Okumayı küllî olarak bilir. Ancak bu hiç bir zaman harfleri bilmiyor anlamına gelmez.
Nitekim, Allah'ın önce harfleri bilmesi gerekir. Sonra okumayı bilir gibi bir düşünceyle hareket etmek O'na eksiklik atfetmekten başka bir şey değildir. Bu konuda Fârâbî görüşünü açık ve net olarak "...Bütün âlemi idare eden Yüce Allah'tır. Bir hardal tanesinin varlığı bile O'na gizli değildir. Âlemin cüzlerinden hiç bir şey O'nun inayetinin dışında kalamaz." cümleleriyle ortaya koymaktadır. Şu halde bu konuda bazı yorumlara girerek ferdî zorlamalarla Fârâbî Allah'ın cüzîleri bilmesini red ediyor, sonucuna varmak ne derece doğru olabilir?
2- Âlemin Hadis mi Ezelîmi Olduğu Meselesi:
Gazzalî filozofların, âlemin kadîm olduğunu kabul ettiklerini iddia ederek,küfre düştüklerini ileri sürer. Son dönem araştırmacılar da kanaatimizce Gazzalî'nin etkisi altında kalarak aynı iddiaya sahip çıkmışlardır. İslâm inancına göre ezelî olan tek varlık vardır. O da Allah'tır. Nitekim, İslâm inanana göre, Allah'tan başka bütün var olanlar sonradan var olmuşlardır ve hadistirler. Bu prensibi kabmul etmeyip reddeden şahıs küfre girmiş olur.
Bu temel prensibi hatırlattıktan sonra şimdi Fârâbî'nin bu konudaki düşüncelerini inceleyelim. Fârâbî'nin bu konudaki görüşlerini açık bir şekilde anlayabilmek için önce varlık anlayışını kısaca özetleyelim:
Mualim-i Sânî varlığı temelde vacip ve mümkün olarak iki sınıfa ayırmaktadır. Zira Ona göre mevcut olan her şey - her varlık, ya vaciptir, ya da mümkündür. Bu seviyede üçüncü bir ihtimal yoktur. Zorunlu ya da vacip....
İslâm dünyasında düşünce hareketleri, Kur'an-ı Kerim'in ve Hz.Muhammed'in müslümanları akla ve tefekküre teşviki sebebiyle ilk dönemlerde başlamakla birlikte sistematik bir mahiyet arzetmiyordu. İslâm dünyası, zaman içerisinde dahili ve harici sebeplerle ve felsefi eserlerin tercümeleri sonucu felsefeyle tanışmış oldu. İslâm coğrafyasında aktif olarak 8. yüzyılda başlayan felsefe hareketleri, özellikle 12. yüzyıla (Gazzalîye) kadar altın çağını yaşamıştı.
12. yüzyıla kadar İslâm dünyasında çeşitli eleştirilere muhatap olan felsefeye,en titiz ve dikkatli eleştiri Gazzalî'den gelmiştir.Gazzaïî bu konuda ciddî şekilde eleştirilerini "Tehâfutu'l-Felâsife" isimli eserinde toplamış ve bu eleştirileriyle genel manada Yunan felsefesinden gelen herşeyi nakzetmek istemiştir. Özellikle Gazzalî filozofları Dehriyyûn(Materyalistler), Tabiiyyûn (Naturalistler) ve İlâhiyyûn (Metafizikçiler) olmak üzere üç grupta mülahaza eder. Bunların ilk iki sınıfını eleştiriye dahi değer bulmaz. Bu iki gurubun zındıklıklarının ve küfürlerinin açık olduğunu belirtir.
Onun en önemli eleştirileri ilâhiyatçılar dediği filozoflar üzerinde yoğunlaşmıştır. Gerek Fârâbî ve İbn Sina'yı, gerekse ilâhiyatçı diye tanımladığı diğer filozofları, özellikle eski Hellenistik düşünceden ya da gayr-ı İslâmi fikirlerden istifade ettiklerinden dolayı son derece acımasızca eleştirmiştir. Ancak hemen burada taklit için söylenen bir Arap atasözünü zikredelim: "VUKUFU'L- HAFİRİ ALE'L-HAFİRİ LEYSE Bİ TAKLİDİN" "Bir atın ayağının izine öteki atın ayağı rastlaması taklit değildir." Bu prensibden hareketle bir gerçeği önceki alimlerin tesbit edip söylemeleri, sonradan gelen alimlerin aynı gerçeği benimsemeleri taklit olarak değerlendirilemez. Gerçeğin kaynağı ne olursa olsun o gerçektir. Hak nerede ise alınması gerekir.
Özellikle Fârâbî ve İbn Sina'yı zikrederek felsefeyi eleştirmiş ve bunun için yazdığı "Tehâfutu'l-Felâsife"siyle ayrıca İslâm dünyasında "Tehâfut" geleneğini başlatmıştır. Nitekim ondan sonra, İbn Rüşd, Hocazâde, Alı Tûsî, Karabağî gibi alimler Tehâfut zincirine katılmışlardır.
Gazzalî eserinde özellikle filozofları 20 meselede eleştirmektedir. Bu 20 meselenin 17'sinde filozofların hataya düştüklerini, 3'ünde de küfre düştüklerini ileri sürer. Biz burada bu 20 meseleyi konumuzun sınırlarını aşacağı için ele alıp incelemeyeceğiz. Sadece Gazzali'nin filozofları tekfir ettiği üç mesele hakkında Fârâbî'nin görüşlerini ortaya koymaya çalışacağız. Buna gerek duymaktayız. Çünkü İslâm dünyasında Gazzalî'nin hiç de küçümsenmeyecek önemli bir yeri vardır. Onun verdiği her hüküm, kendisindeki engin istidat ve çeşitli meselelere vukufiyetinden dolayı mesnedi aranmaksızın kabul edilecek seviyede görülmektedir. Hata yapabileceği hiç düşünülmemektedir. Bu gibi hükümler, öteden beri felsefeciler ile kelâmcılar arasındaki çatışmalara hep malzeme olmuştur. Bunun neticesi olarak da, felsefe hep İslâmî ilimlerin dışında tutulmaya çalışılmış ve pekçok ilim adamı felsefeye peşin hükümlü olarak tavır koymuşlardır.
Yine Gazzalî'nin bu acımasız hükümlerine aşırı derecede güvenilerek bu konudaki müslüman filozoflar«! görüşleri birinci kaynaklara (kendi eserlerine) inilerek incelenmeye gerek duyulmamıştır bile. Bu duruma bidayette yapılan hata üzre devam ede gelinmiştir. Oysa bugün Fârâbî'nin de İbn Sînâ'nın da eserlerinin tamamına yakın bir bölümüne ulaşmamız mümkünken, onlar hakkındaki bilgilerimizi ikinci hatta üçüncü derecedeki kaynaklara dayandırmak ne derece doğru olabilir?
Fârâbî ve diğer filozoflar bir kısım İslâm alimlerince şiddetle eleştirilmişlerdir.Hatta zındıklık, yalancılık ve küfür dahi onlara isnat edilmiştir.Kanaatimizce bütün bu ithamların temel sebeplerinden biri de, felsefe ve din arasını uzlaştırmaya çalışmalarıdır. Bu tür eleştiriler felsefenin İslâm dünyasında gerilemesinin en önemli sebebi sayılabilir.
İşte biz burada Fârâbî'nin eserlerine dayanılarak tekfir edildiği üç mesele hakkındaki görüşlerini ortaya koymaya çalışacağız.Hemen şunu da ifade edelim ki, biz burada hiç bir zaman ne Fârâbî'nin tarafını, ne de Gazzalî'nin tarafını tutmayacağız. Nitekim, Fârâbî gerçekten hataya düşmüş olabileceği gibi küfre de düşmüş olabilir Biz burada objektif olarak bu konudaki gerçekleri sergilemeyi hedefliyoruz. Yoksa bir şahsın müslüman mı,kâfir mi olduğunu belirlemeyi hedeflemiyoruz. Nitekim bu konu bizim sahamız dışındadır. Kaldı ki iman konusu ferdin iç âlemine ait olan bir husustur.
Felsefe ile az-çok ilgilenen herkes bilir ki Gazzalî;
1- Allah'ın küllileri bilip, cüz'îleri bilmediğini,
2- Âlemin ezelî olduğunu kabul etmeleri;
3- Cismanî haşn kabul etmemeleri nedeniyle Fârâbî ve İbn Sînâ başta
olmak üzere filozofları tekfir etmiştir. Şimdi bu üç maddeyi tek tek ele alıp
inceleyelim:
1- Allah'ın Cüz'ileri Bilip Bilmeme Meselesi:
Fârâbî, bütün üstün sıfatlarla muttasıf kabul ettiği Allah'ın ilim sıfatını da kabul eder. O, "bilen" olmak için kendi zatının dışında herhangi bir objeyi bilmeye muhtaç değildir. Muallim-i Sânî'ye göre Allah her yönüyle âlimdir, ilim sahibidir.
Fârâbi'nin bu konudaki görüşleri yorum gerektirmeyecek kadar açık bir şekilde Allah'ın küllileri bildiği gibi cüzîleri de bildiğini ifade etmektedir. Bu konudaki ifadelerini olduğu gibi Fârâbfden dinleyelim: ?Bütün âlemi idare eden Yüce Allah'tır. Bir hardal tanesinin varlığı bile O'na gizli değildir. Âlemin cüzîlerinden hiçbir şey O'nun inayetinin dışında kalamaz." Diğer bir eserinde ise: Allah'ın ilim sıfatını anlatırken aynen şunu ifade etmektedir: "Allah'ın ilmi zatından başka bir şey değildir, aksine zatının ta kendisidir. Herşeyi bilmesi zatının sıfatıdır." Buradaki "HERŞEYİ BİLMESİ zatının sıfatıdır" ifadesi de Allah'ın bütün herşeyi bildiğini kabul ettiğinin göstergesidir.
Her ne kadar Gazzalî Fârâbîyi Allah'ın cüzîleri bilmediğini kabul etmekle suçlayıp küfrüne hükmetmiş ise de , Fârâbî'nin ya da diğer filozofların bunları hangi eserlerinde ifade ettiklerini belirtmemiştir. Bununla birlikte son dönem araştırmacılar da Fârâbî'nin Allah'ın cüzîleri bilmediğini kabul ettiğini ileri sürerler.Ancak kimisi Gazzalî gibi her hangi bir atıfta bulunmazken, bazıları ise bulundukları atıf yerlerinde Allah'ın cüzîleri bilmediği sonucuna bizi götürecek,
Fârâbî'ye ait bir ifadenin olmadığını gördük.
Fârâbî'ye göre, Allah'ın cüzîleri bilmediği sonucuna bizi götürebilecek en önemli kaynak, "Fusûlu'l-Medenî'deki şu ifadelerdir: "Bazı kişiler, İlk Sebeb'in zatı dışında, her hangi bir şeyi akletmediğini veya bilmediğini söylerler. Bazıları da, aklın bütün küllî objeleri'nin O'nun için hep birden hazır olduğunu; O'nun onlara zamana bağlı olmaksızın bütün olarak bildiğini ve aklettiğini ve onların hepsinin O'nun tarafından ezeliyetten ebediyete kadar, devamlı bilfiil bilinerek, O'nun zatında toplandığını ileri sürerler. Diğer bir gurup ise, ma'lukat O'nun için hazır bulunmakla birlikte, O'nun duyular tarafından idrak edilen cüzî varlıkları da bildiğini tasavvur ettiğini ve onların O'nda iz bıraktığını; şimdi var olmayan fakat gelecekte var olacak olanları, geçmişte var olup şu anda artık yok olanları ve şimdi var olanları tasavvur ettiğini ve bildiğini ileri sürdüler. Onlar burada şu sonuca vardılar: Doğruluk, yalan ve birbirini nakzeden itikadlar,O'nun bütün düşündüklerine göre, sıra halinde birbirlerini takip eder; düşündüğü nesneler sonsuzdur ve onlardan olumlu olanlar olumsuz hale gelir ve yine, başka zamanda, olumsuz olanlar da olumlu hale gelir; geçmişteki sonsuz şeyleri bilir; öyle ki,O'nun (geçmişte) bildiğinin gelecekte olacağı, şimdi varolduğu ve olmuş olduğu,sonra o andan önceki sonsuz zamanlarda, var olması ve daha sonra, sonsuz zamanlarda, O'nun malumatı, başka bir zamanda, bu aynı şeylerden bildiklerine göre farklı şekillerde bilmesi de bildikleriarasındadır." Fârâbî , bü iddiaları zikrederek bunların insanları yanlış fikirlere sürükleyebileceğini, hatalara vesile olacağını zikreder.
Şimdi burada Fârâbî özellikle isimlerini belirtmediği iki gurubu,fikirlerinden dolayı eleştirmektedir. Özellikle bizim konumuz ile ilgili olan bölümü tekrar zikrederek tahlil edelim: "Bazıları; ma'kukat O'nun için hazır bulunmakla birlikte, O'nun duyular tarafından idrak edilen cüzî varlıklan da bildiğini, tasavvur ettiğini ve onların O'nda iz bıraktığını kabul ederler."
Şimdi burada Fârâbînin kabui etmediği Allah'ın küllileri bildiği gibi cüzîleri de bilmesi değildir. Kabul etmediği şey insanın bilmesi ile Allah'ın duyularla ve tedricen bilmesi,tasavvur etmesi bir takım bilgilerden etkilenmesini eleştirmektedir. Diğer taraftan Fârâbî'ye göre Allah'ın bilgisi ile beşerin bilgisi farklıdır. Ona göre Allah bir şeyi bilmesi için o bilginin cüzlerinden hareket
etmesine gerek kalmadan o bilgiyi küllî olarak bilir. Mesela, okuma yazma bilmeyen bir şahıs, önce alfabeyi, heceleri ve kelimeleri öğrendikten sonra okuyor. Aynı şeyi Allah için işletecek olursak hataya düşeriz. Zira, O'nun önce alfabeyi, hecelemeyi, kelimeleri öğrenmesine gerek yoktur. Okumayı küllî olarak bilir. Ancak bu hiç bir zaman harfleri bilmiyor anlamına gelmez.
Nitekim, Allah'ın önce harfleri bilmesi gerekir. Sonra okumayı bilir gibi bir düşünceyle hareket etmek O'na eksiklik atfetmekten başka bir şey değildir. Bu konuda Fârâbî görüşünü açık ve net olarak "...Bütün âlemi idare eden Yüce Allah'tır. Bir hardal tanesinin varlığı bile O'na gizli değildir. Âlemin cüzlerinden hiç bir şey O'nun inayetinin dışında kalamaz." cümleleriyle ortaya koymaktadır. Şu halde bu konuda bazı yorumlara girerek ferdî zorlamalarla Fârâbî Allah'ın cüzîleri bilmesini red ediyor, sonucuna varmak ne derece doğru olabilir?
2- Âlemin Hadis mi Ezelîmi Olduğu Meselesi:
Gazzalî filozofların, âlemin kadîm olduğunu kabul ettiklerini iddia ederek,küfre düştüklerini ileri sürer. Son dönem araştırmacılar da kanaatimizce Gazzalî'nin etkisi altında kalarak aynı iddiaya sahip çıkmışlardır. İslâm inancına göre ezelî olan tek varlık vardır. O da Allah'tır. Nitekim, İslâm inanana göre, Allah'tan başka bütün var olanlar sonradan var olmuşlardır ve hadistirler. Bu prensibi kabmul etmeyip reddeden şahıs küfre girmiş olur.
Bu temel prensibi hatırlattıktan sonra şimdi Fârâbî'nin bu konudaki düşüncelerini inceleyelim. Fârâbî'nin bu konudaki görüşlerini açık bir şekilde anlayabilmek için önce varlık anlayışını kısaca özetleyelim:
Mualim-i Sânî varlığı temelde vacip ve mümkün olarak iki sınıfa ayırmaktadır. Zira Ona göre mevcut olan her şey - her varlık, ya vaciptir, ya da mümkündür. Bu seviyede üçüncü bir ihtimal yoktur. Zorunlu ya da vacip....
3 Yorumlar
Teşekkürler. Bu konuyla ilgili böyle detaylı ve tarafsız bir yazıyı uzun zamandır arıyordum. Ne yazık ki, çoğu insan, bu konuda tamamen kulaktan dolma bilgilerle Farabi'yi hala tekfir etmeye devam ediyor. Halbuki, Farabi de Gazali de İslam medeniyetinin önemli bilim adamlarıdır. Bunlardan birini bile reddetmek, İslam toplumu adına büyük bir kayıptır.
İslam filozoflarından İbn Sina ve Farabî felsefenin görünürdeki şaşaasına kapılıp, ona aldandılar. Bu sebeple –birer dahî olmalarına rağmen- ancak basit bir mümin derecesini kazanabilmişlerdir. Hatta, İmam Gazalî gibi bir Huccetü’l-İslam, onlara o dereceyi de vermemiştir.” (Sözler/30. Söz)
İmam Gazzali İbn Sina ve Farabi'yi eleştirirken Makasıd'ül Felasife ve Tehafüt'ü yazdı kandi rüştünü ispat etti ondan sonra Felsefe hakkında eleştiride bulunma hakkını kendinde gördü. Kendi kibir aynasıyla filozofları eleştiren "üstad"ınız hangi felsefi donanıma sahip ki İbn Sina ve Farabi'yi eleştiriyor.Zaten felsefe bilseydi kendisinin İşraki felsefeden mülhim "sırlar""tılsımlar""batıni yorumlar" ve "ebced" gibi görüşlerini belki gözden geçirme gereği hissederdi.