YUNUS EMRE VE EGZİSTANSİYALİST'LERDE ZAMANSALLIK VE ÖLÜM (....devam )

Zira sonluluğumuzun en bariz belirtisi, egzistansiyel gerçekliğimizin kaçınılmaz sonu, kendi bireysel ölümümüzdür. Her birey kendi ölümünü tecrübe edecektir. Ölüm olgusu özellikle ateist egzistansiyalistlerde " hem insanın hem de evrenin saçmalığının nihai bir kanıtı ...."' olarak düşünülmüştür. Sartre'a göre, ölüm, insan saçmalığının adeta zaferidir. Kendi içinde özel bir öneme sahip olmayan ölüm, " yaşamın kendisinden ne daha fazla ne de daha az saçmadır."

Zira Sartre'in ateist tavır alışının doğal bir sonucu olarak bir yandan, insanın yeryüzünde belirmesi tam bir kontenjanlık iken, diğer yandan ise dünya ya da Kendisinde Varlık zorunluluktan ve amaçtan yoksun olarak birden bire karşımızda buluvefdiğimiz bir alandır. Sartre varlıkta herhangi bir sebep ve gaye görmediği için son noktada hem insanı hem de insanın ilişki halinde bulunduğu dünyayı tam bir anlamsızlık ve gereksizlik içinde değerlendirmek durumunda kalmıştır. Bu durumda insanın doğumu saçma olduğu gibi, doğal olarak ölümü de saçma ve anlamdan yoksun olacaktır. Çünkü ben, bilincim itibariyle bir kendisi için Varlık iken, bedenim, vücudum itibariyle bir Kendisinde Varlığım. "Vücud kontenjanlığımın zorunluluğunun aldığı kontenjan şekildir." Bu durumda Sartre'a göre, ölümümle bile saçmalıktan ve anlamsızlıktan kurtulamam.

"....varolmam....için hiçbir şey, ama hiçbir şey hiçbir neden yok....benim yerim hiçbir yer değil ; fazlayım ben.. .ölümüm bile fazladan olacak.. ." Böyle bir perspektiften bakıldığında aklımıza şu soru gelmektedir : Sartre ölüm olgusuna kendi içerisinde çok özel bir önem vermese onu bir saçmalık olarak değerlendirse de, acaba"sonluluğumuzun (faniliğimizin) nihai bir kanıtı olması sebebiyle, ölümün yaşamımıza bir değer kazandırabileceğini düşünmüş müdür?

Sartre bu konuda A.Camus ve M.Heidegger'den farklı olarak, ölümün yaşama değer kazandırdığım, onu yücelttiğini reddeder.

...ölüm bana, projelerimin herbirinin tam kalbinde, bu projelerin karşıtı olarak musallat olur. Ancak özellikle bu karşıt yön (ölüm) benim imkânım olarak değil de benim için artık herhangi bir imkânın olmamasının imkân dahilinde olması şeklinde görünür. İşte bu sebeple ölüm bana nüfuz edemez, beni etkileyemez.

Görüldüğü gibi, ölüm Sartre için, insan yaşamının yalnızca bir sınırıdır,yaşamımın, geleceğimin, imkânlarımın şu ya da bu biçimde bir parçası değildir.Başka bir deyişle, ona göre, insanın yaşamını ve projelerini ölüm olgusunu düşünerek şekillendirdiğini ve ölümün bir sınır koyduğunu düşünerek yaşama daha bir şevkle bağlandığını söyleyemeyiz.

O'na göre ölüm, projelerime engel değildir. Ölüm kavranamayacağı için projelerimden kaçarken, ben de bizzat projelerim dahilinde ölümden kaçarım.Çünkü ölüm daima sübjektivitemin ötesindedir, sübjektivitem dahilinde ona yer yoktur. Bu sübjektivite kendisini ölümün karşısında değil, ondan bağımsız olarak evetler- her ne kadar bu evetleme doğrudan doğruya bir yabancılaşma olsa da. Bu sebeple biz ölümü ne düşünürüz, ne bekleriz, ne de kendimizi ona hazırlarız.

Oysaki Camus'ye göre insan yaşamını sınırlandırmasına rağmen, ona değer kazandıran, insanı yaşama bağlayan tek gerçek ölümdür."Ölme korkusu, insanın içindeki yaşayan şeye olan sınırsız bağlanmayı " gerektirir. Başka bir deyişle Camus'ye göre yaşama âşkını, ölüm gerçeğine borçluyuz. Zira "yaşama umutsuzluğu yoksa, yaşama âşkı da yoktur."

Bu durumda insana düşen görev ölümü ve bizzat insanın kendi gerçeği olan absürd hayatı onaylamak ve bu onayı da mutluluk kaynağı şekline dönüştürebilmektir.Sartre yukarıda dile getirdiğimiz düşünceleriyle Camus'den tam olarak ayrılırken, aynı zamanda "Heidegger'in ölüme-doğru-varlık olarak Dasein" kavramından da tamamıyla farklı bir düşünce sergilemektedir.

Heidegger için ölüm, insanın nihaî imkânı iken, Sartre için. o benim özel bir imkânım olmadığı gibi, imkânlarımdan herhangi biri bile olamaz.Heidegger, ölümün bizim hiçbir zaman anlayamayacağımız temel bir problem olduğu konusunda S. Kierkegaard ile uzlaşır. Ölüm bize kendisini hiçbir kural tanımayan bir şey olarak sunar.

Heidegger'e göre, insan doğduğu andan itibaren ölüm yönünde yaşlanan bir varlıktır. Bu sebeple O, imkânlarının sınırlı olduğunu bilerek, her seçiminde hem kendisini yeni baştan keşfederek sorumluluklarını yüklenir, hem de her seçimle birlikte bir kez daha kendi bireysel ölümüyle yüzleşir.

Dasein oldukça ölüm, Heidegger'e göre, henüz-olmayan bir imkân olarak her zaman vardır. Dasein'in sonu olarak ölüm, zamanı belirsiz ve önüne geçilemeyen bir olgudur. Bu durumda Dasein sürekli olarak ölüm beklentisi içerisindedir. Ancak ölüm beklentisi Dasem'a kendi imkânlarını görebilme fırsatı verdiği için, aynı zamanda Daseın'ı ölüme doğru özgür kılmakta ve onun varlığım anlamlandırmaktadır.

Oysaki Sartre'a göre, kendisi-için her zaman "sonraya sahip çıkan bir varlık" olduğu için kendisi-için'in varlığında ölüme yer yoktur.... Bu durumda Sartre için ölüm beklentisinden söz etmenin bir anlamı olabilir mi? Filozofa göre, ölümü bekleyiş tahrip edicidir, çünkü o her bekleyişin olumsuzlanması" anlamına gelir ölüm tüm beklentilerimi tahrip eder, tüm projelerimi yıkar.

Ölüm olgusuna yaklaşımı açısından Sartre ve Camus ile karşılaştırıldığı vakit, Heidegger'in belki de en bariz farklılığı, diğerlerinin eserlerinde gördüğümüz karamsar havanın yerini, daha "iyimser bir manzaranın" almasıdır. Ancak bu ifade tabiiki Heidegger'in, Dasein açısından ölümü iyi bir şey olarak düşündüğü şeklinde değerlendirilmemelidir. Zira O'da ölümü bekleyen ya da ölümle yüzleşme endişesi taşıyan Dasein'in kaygılarından sık sık bahsetmektedir.

Peki teist egzistansiyalistlerde durum nasıldır?

Egzistansiyalizmin babası olarak anılan S. Kierkegaard bir ... Hıristiyan için ölümün kendi içinde bir son olmadığını, yaşama bir geçiş yolu olduğunu söyleyerek "biyolojik ya da objektif ölüm" -kalp atışlarımın durması anlamında-ile "ontolojik ya da sübjektif ölüm"ü ayırtetmekle işe başlar. Objektif Ölüm hepimiz tarafından anlaşılabilen genel ve evrensel bir olgu iken, sübjektif ölüm dışarından şu ya da bu biçimde anlayamayacağımız, onu yaşayana özgü olan, bireyi başkalaştıran, her an başa gelebilecek bir "kesinsizlik"tir.

Ölümün kesinsizliğinin, zamanla ciddi bir problem haline geldiğini Kierkegaard "... yaşamımın her faktörü ile bağlantısı dahilinde ölümün kesinsizliğini düşünmek benim için giderek daha önemli hale gelmekte" sözleriyle dile getirmektedir.Zira bu kesinsizlik, ya da belirsizlik tüm yaşamımı etkilemektedir ve yaşamıma nüfuz etmektedir.

Kierkegaard'a göre, sübjektif olarak anlaşılan Ölüm bir görev -ahlâki ifadelere sokulan bir görev- olarak düşünülmelidir. Yani O'na göre ölüm hissedilmelidir ve insan yaşamını değiştirecek derecede önceden yaşanılan bir fikir olarak kendisine bağlanılmalıdır. Bu durumda ölüme egzistansiyel bir perspektiften yaklaşılırsa, her karar ve seçim değer kazanır. Yani ölümün her an başa gelebileceği ya da insanın sonlu bir varlık olduğu düşüncesi, Sartre'm aksine,yaşamımıza ve özellikle de seçimlerimize özel bir anlam katıp, yaşamımızı değiştirir.

Çünkü birey, Kierkegaard'a göre, zaman ve ölümle sınırlı bir varlık olduğunu keşfeder keşfetmez, seçim yaptığı her an'm da "ahlâki davranışı" gerçekleştirebilmesine imkân veren bir an olduğunu farkeder. İşte bu sebeple, O'na göre, sübjektif düşünür, aynı zamanda bir ahlâk düşünürüdür. İnsanın büyüklüğü ise onun seçim yaparken "ya-yahut" alternatiflerine sahip olarak ahlâki kararlar verebilmesinde yatar.

Diğer bir teist egzistansiyalist G.Marcel'e göre, bana kendini kabul ettiren ve beni bekleyen şeyler içinde problematik olmayan tek şey ölümümdür. "Ölümüm kesin olduğu olgusuyla benim üzerimdedir. Benim durumum,yavaş yavaş ölümün yaklaştığı bir idam mahkumunun durumundan farklı değildir. Buna rağmen, Marcel'e göre, çağdaş dünya ölümün ciddiyetini inkâr eden bir yanılgı içerisindedir. Oysa ölümün getirdiği trajedi olmasa insan hayatı, bir kukla oyunundan başka bir şey olmazdı.

O halde ölüm bizi sıkıntılar ve ümitsizliklerle başbaşa bırakan bir olgu mudur? Ölümün bireysel seçimimizle gerçekleşmesi anlamına gelen intihar, ölümü bekleyişin sıkıntılarını azaltabilir mi?

Marcel'e göre, insan hürriyeti, kendi varoluşu da dahil, varlığı mala dönüştürmenin trajik gücünü insana verir. Malın dramı intiharda en yüksek noktasına ulaşır. Zira intiharda insan kendi varlığına keyfine göre kullanacağı bir mal gibi davranır. "Bir sır olan öiüm onda bozulmuş ve köleleşmiş olarak görünür.Ölüm yaşayan ruh için tam ve kesin bir bağış teşkil eder. İntihar eden onu bozarak,ölümünü kendine mal ederek, bû yüksek bağış ihtimalini ebediyen ortadan kaldırır."

Bu ifadelerden de anlaşılacağı üzere intihar, sıkıntılarımızı azaltmadığı gibi, ölümün sırrını da bozduğu için insan açısından yüksek bağış ihtimalini de ortadan kaldırmaktadır. Ancak buradan Marcel, ölüm ve ümidin birbirlerini dışladığı sonucunu çıkarmaz. Aynen "yaşama umutsuzluğu yoksa yaşama âşkı da yoktur, yaşama âşkını ise harekete geçiren ölümdür" diyen Camus gibi, Marcel de "ölümün mutlak ümidin bir sıçrayış noktası olduğunu ölümün getirdiği ümitsizlikten ise bizi âşk'ın ve sadâkatin kurtaracağını söyler. Marcel'e göre, eğer başkasına sadakatim tamsa, sadakatin aynlık ve ölümün ötesinde devam etmesi gerekir. Zira Marcel'e göre, " ölüm olayıyla sona ermez." Çünkü bir varlığı sevmek ve bağlanmak " sen ölmeyeceksin demektir. Bu bir ahit veya dilek değildir. Peygamberane bir güvendir... böyle bir güven.. ..ortaya çıkan değişiklikler ne olursa olsun, sen ve ben bütün kalacağız demektir. Zira insan ümit, âşk ve iman içinde ölümü aşar."

Çünkü Marcel'e göre, iman kendisine bağlandığım yerde varolduğumu ve hürriyetimi hissettiğim bir varlığa, bütün yönelimlerimin muhatabı olan Mutlak Sen'e yani Tann'ya bağlanışımdır.

İman ise sadakatsiz olamaz. Hakikat âşkının insanı sadakate götürdüğünü söyleyen Marcel'e göre, insan için varolmak Tanrı ile beraber varolmaktan başka bir şey değildir. Başka bir deyişle insan ancak Tann'ya bağlanarak varolur, kendini oluşturur, kendi bireysel varlığının anlamını kavrar. Bu, iman bağlanışı içinde ölümün aşılması ve asıl Gerçekliğin ne olduğunun farkedilmesi söz konusudur. Bu durumda ölümle herşeyin sona erdiğini söylemek insanın bizzat kendi kendisini inkâr etmesi anlamına gelir.

Marcel'in bu düşünceleri büyük Türk mutasavvıfı Mevlâna Celâleddin Rumi'nin aşağıdaki ifadelerini çağrıştırmaktadır.

" Bizim iki şahsiyetimiz var. Biri, suretimizle bu toprak üzerindeyiz. Öteki, ruhumuzla sonsuz cennette, zevkler ve tatlılıklar alemindeyiz. Ben ve sen birlikte"

Benzer şekilde Yunus da hayatın asıl anlamını ölüm aracılığıyla keşfeder.O'na göre insanın bir ölümlü bir de ölümsüz olmak üzere iki yönü vardır.O, maddi yönü, yani bedeni ile ölümlü bir varlıkken, ruhi yönüyle ebedi bir varlıktır.

Bedenin ölümü, gerçekte, tekâmül etmek için şarttır. Dolayısıyla, ölüm, yokluk demek değildir. Ancak böyle düşünmesine rağmen Yunus sık sık ölüm karşısındaki ürpertisini dile getirmekte ve onu adeta bir ejderhaya benzetmekte, ocaklar söndürdüğünü, anaların içini yaktığını belirtmektedir.


Ölüm şiddetlidir, insanı yok eden,
yiyip bitiren bir ejderhaya benzer.
Alur yiğidi kocayı yakar anamın içini
Kızların sarı saçını teneşirde çözer ölüm
Alur yigidün âlâsın divane ider anasın
Gelinlerün el kınasın topraklara karar ölüm
Ölüm na-reste (çocuk)leri soldurur,
ölenin inci dişleri dökülür,
sarı saçları biter.

Ölüm korkusunun Yunus'un şiirlerinde sürekli işlenmesi, gaflet halindeki insanların uyandırılması açısından son derece önemlidir. Zîrâ ölüm olgusu fâni değerlere bağlanmanın beyhudeliğini gösterir. Bu durumda her şeyin geçici olduğunu anlayan insan, ölümsüzlüğe ya da başka bir deyişle "ölmeden önce ölmeye" davet edilir. Bunu sağlayacak olan yol ise âşk'tır. İlahi Âşkın dünyasına dalar dalmaz, âşık Tanrı'nm varlığından başka bir şey göremez hale gelir. Aşk ateşinde pervane gibi yanmayan, kendi benliğinden geçerek Hak yoluna yönelmeyen Yunus'a göre âşık değildir.

Zira Yunus, İlahi Âşk şarabından içen âşık'ın, âşk ateşinin her geçen gün arttığını ve onun dünya ve ahirette tek dileğinin Hak'ka vuslat olduğunu dile getirir. Dolayısıyla bu durumda Yunus'ta İlahi Aşk faniliği gerektirir ve çokluktan,ikilikten kurtarıp tevhide götürür.

Canını ışk yolma virmeyen âşık mıdur
Cehdeyleyüp ol dosta irmeyen âşık mıdur

Görülmektedir ki Yunus'a göre insanın Hak'ka ulaşabilmesi için önce ölüm olgusunu aşması gerekmektedir. Zira ancak ölüm fikri insanı Gerçek Varlığa götürmekte ve "ölmeden önce ölme"nin (ebedilik) anlamını kavratmaktadır.

Hak'kı sevenler, Hak'la baki olmuşlardır, dolayısıyla ölümsüzlüğü yakalamışlardır.... Hak'kın cemâli öyle güçlü bir hayat iksirdir ki onu görenler ebediyyen ölmezler.

Âşık Yunus seni ister lutfeyle cemâlin göster
Cemâlin gören âşıklar ebedi ölmez Allahım

Böylece Yunus'a göre âşık bir bakıma zamanı aşan ve zamanın üstüne çıkan kişidir. İnsanoğlu için fanilikten ebediyete sıçrama imkânı olduğuna göre artık ölümden korkmanın da bir gereği yoktur.

Ölümden ne korkarsun çünki Hak'ka yararsın

O halde Yunus düşüncesinde maddi ve manevi ölümden ancak âşkın ve sevginin olmadığı yerde söz edilebilir.Oysaki âşıkta ve âşkın olduğu yerde ölümsüzlük vardır ; âşık için maddi ölüm olsa bile, manevi ölüm yoktur.

Âşık öldi diyü sala virürler
Ölen hayvan-olur âşıklar ölmez.

Bu suretle Yunus için, âşk vasıtasıyla ölüm insana Tanrı'yı bulduran ve aynı zamanda insanın içini aydınlatan Tanrısal bir ışık haline gelmekte, tüm korkular ortadan kalkmaktadır.

Kogıl ölüm endişesin âşıklar ölmez bâkidür
Ölüm âşıkm nesidür çünki nur-ı ilahidür.
Ten fânidür can ölmez gidenler gine gelmez
Ölürise ten ölür canlar ölesi degül

Buraya kadar ele aldığımız düşünceler çerçevesinde özetle şunları söyleyebiliriz: Genelde egzistansiyalistler ölümü hem insanın hem de evrenin saçmalığının nihai bir kanıtı olarak görmelerine rağmen, Sartre dışında - ister ateist olsun, ister teist olsun- sözünü ettiğimiz tüm egzistansiyalistler insanın sınırlı bir varlık olduğunu farketmesinin yaşama özel bir değer kazandırması gerektiği konusunda uzlaşırlar. Benzer şekilde Yunus'ta varoluşumuzun sırrının ve anlamının ölüm olgusunda yattığını düşünmüştür. Ancak O ölüme iyimser ve mutlu bir perspektiften yaklaşarak teist egzistansiyalistleri anımsatmaktadır. Böylece ateistlerde gördüğümüz ölümün ıstırap ve sıkıntıları Yunus'ta ve teistlerde İlahi Aşk sevgi ve sadakat yoluyla ebedi mutluluğa ve Tanrı'ya vuslatın coşkusuna dönüşmektedir. Ölüm bir yokluk olarak değil bir kurtuluş olarak kavranmaktadır.

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP