FELSEFE VE HOŞGÖRÜ

KENAN GÜRSOY

Herhalde pek çok defa hoşgörüsüzlüklere şahit olmuşuzdur. Bunlar, bazen toplumumuzdaki hızlı yapı değişikliği dolayisıyladır: çünkü, çok farklı duygu ve fikir seviyelerine mensup insan gurupları, bir arada yaşamak zorunda kalmıştır. Bazen de bir takım zayıflıkların eseridir. Ama her seferinde, belli bir sınırdan öteyi görmeyi reddedip, kendini, yine kendi egosu çerçevesinde hapsetmeyi tercih eden ve bu anlamda kendine karşı bir savaş vermeyi düşünmeyen genel bir insan karakterinin mahsulüdür.

Bazen öyie olmuştur ki, herbirimiz kendi doğrularımızın evrenselliğini iddia etmiş; eğer farklı doğrular teklif eden olmuşsa onian şu veya bu biçimde etiketlemiş, kendimizce kötüyü dile getiren kategorilerle onlan yermişizdir. Ya da bazen bir tarafta mutlak iyiler, diğer tarafta mutlak kötüler düşünmüş; kalın kale duvarları arkasına kendimizi kapatarak, dışarıda olanların da doğrularının bulunabileceğini reddetmişizdir.

Bazen sözüm ona en hoşgörülü tavırlar içerisinde, en erdemli sözleri sarfeden sahte bir peygamber üslubuyla yine kendi reçetelerimizin doğruluğunu savunmuş; diğerlerini ise, tehlikeli ilân etmişizdir. Hele bilhassa bazen, sihirli değnek misali, birdenbire herşeyi değiştirebilecek bir sistem bulduğumuzu sanıp, ucuz ve basit ideolojilerin pençesine takıldık mı, kutsal bir savaş veriyor edasıyla kendimizden olmayalara karşı saldırıya geçmiş, onlan yine onlara rağmen adam etmeye, değilse imha etmeye uğraşmışızdır.

Zaman zaman kendimizi pek de medenî ve âlicenap göstererek, saldırganlığımızı meşru kavramlar arkasında gizlemeye çalışmış, fakat bu arada onların ifâde ettikleri değerlerin yozlaşmalarına sebep olmuşuzdur. Din, vatan, millet, hatta, lâiklik, ilericilik ve çağdaşlık gibi yüksek değerler de bu durumdan nasibini almış, saldırganlığın âleti olarak kullanılmışlardır.

Buna bir de dünyanın herhalde başka yerlerinde pek karşılaşılmayan, okunulan gazete ve kitaptan kullanılan kelimelere kadar birbirinden tiksinti duyma halim de ilâve edersek, hoşgörüsüzlüğümüzün hangi boyutlarda olduğunu farkederiz sanırım.

Nedir hoşgörüsüzlüğümüzün sebebi, aslında neyin karşısında hoşgörümüz yok? Hoşgörüsüzlüğümüzün konusu olan insanda nelerden rahatsız oluruz? İlk bakışta bizi etkileyen, yani hoşgöremediğimiz, davranışlardır, fizik ya da toplum planındaki görünüşlerdir. Fakat düşününce hemen farkederiz ki, asıl müsamaha gösteremediğimiz, o davranış ve görünüşün arkasındaki farklı kanaatlar,inançlar, görüşlerdir. Yani temel noktada, fikri seviyeden hoşgörüden mahrumuzdur. Fakat bunun arkasında insan olmak bakımından şahsiyetimizle ilgili bir de problem vardır ki, o, kendimizi yine kendimiz üzerine katlamamız,adeta düşman saldınlanna uğrayan bir kale gibi, farklı fikirler karşısında kendimizi savunma mecburiyeti hissetmemizdir. Dışa açılmayı, adeta bir parçalanma, bir kendimizden koparılma şeklinde düşünür, hakikatin ne ohırsa olsun bizde ve bizimki olduğuna inanırız.

Aslında dikkat edelim, bu inanma da, bir inandığını sanmadır. Zira sağlam bir inanç olsa idi, eldeki doğrunun bizi bize hapsetmemesi, az da olsa başkalarıyla paylaşılabilir, hiç değilse tartışılabilir olması gerekirdi. O halde, ortada, kendimize güvensizlikten kaynaklanan bir korku, şahsiyetimizden fedakârlık mı yapıyoruz endişesiyle beliren, ama temelde şahsiyeti (özellikle entellektuel şahsiyeti) oluşturamarnaktan doğan bir sıkıntı vardır.

Bir şahsiyeti olmak, şahsiyet sahibi bir insan olmak, ne kadar mühimdir. Ama şahsiyet oluşturmayı kendini yine kendi benine hapsetmek şeklinde düşünmek, gerçekte onu biç bir zaman oluşturamamakor. Şahsiyeti kendini ve başkasını aynı anda idrâk eden şuurlu tavır alışlardan soyutlayanlayız. Herhangi bir şahsiyet daima başka şahıslarla temas halinde olan, onlar karşısında tavır alabilen bir şahsiyettir. "Ben" zamiri beraberinde "sen", "o", "onlar" ve "biz" olduğu için yerini bulabilmekte değil midir? Böylece de şahsiyetin oluşturulması ve kavranması, daima başkalarının önünde, ama onlara cephe olarak değil, onlarla beraber söz konusu olabilmektedir.

Şahsiyetin oiuşturulmasındaki ilk merhale insanın kendi kendisiyle tanışmasıdır. İnsanın kendi kendisiyle tanışması ise, kendindeki "insanlar" yani bütün bir insanlık alemiyle ilişki kurması demektir. Bunun ise en emin yolu, insanın manevi basanlarının, başlangıçtan bu güne tabiata ilave ettiklerinin zemini ve yekününden başka bir şey olmayan kültür dünyası ile tanışması demektir. Çünkü insanın, biyolojik değil ama, manevi anlamda nefes alıp verdiği, insan olarak yaşamayı ve yaşatmayı öğrendiği yer bu kültür dünyasıdır. Kültür, evrendeki insan dokusudur. Topyekûn bir insanlığın, hatasıyla sevabıyla bütün faaliyetlerinin izlerini taşıyan tarih bu kültür dünyasında belirir. Oradan akseden sadece tarih değil fakat bütün bir insanlık aleminin minyatür örneği olan ferd hâlindeki insandır. O halde, insanın insanla tanışması, insamn insan olarak kendisiyle tanışması aslında kültürle tanınmasıdır. Bu ise, ne ansiklopedik bir malûmat edinmek, ne de programlanmış bir bilgisayar misâli dış olaylar arasında bir takım ilişkiler kurmaktır. Ama kendisi ve bütün bir insanlık alemiyle öyle bir hesaplaşmadır ki, ferd orada bütün diğer insanlara açık olarak kendindeki o "insanın beni" ve şahsiyetini oluşturur. Burada kazanılan kültür, sadece bilgi değil, fakat aynı zamanda bir olgunluk hâlidir, bir irfandır, her türlü hoşgörünün temelinde olması gereken bir seviye ve medenîliktir.

İşte konuşmamızın konusunu oluşturan "kültür" ve "hoşgörü" kavramları arasındaki beraberlik, bu durumdan dolayı olsa gerektir. Yine hoşgörünün biraz önce ifade edildiği gibi, fikirler ve kanaatlerle ügüi olması keyfiyeti bizi genel anlamdaki bu kültür dünyası içinde, fikirleri en ciddi ve temellendirilmiş biçimiyle ele almaya çalışan felsefî bilgiye, bir kültür öğesi olan felsefeye götürmektedir. Başka bir biçimde söyleyecek olursak felsefî kültürün hoşgörünün kazanılmasındaki rolünü değerlendirmek zorunda bırakmaktadır.

Evvela felsefe, (filozofi), kelimesinden başlayalım. Yunanca aslıyla ilgilenecek olursak felsefe, hikmet (bilgelik) sevgisi demektir. Anlama dikkat edelim, burada hikmetin (bilgeliğin) kendisi değil, ona bir sevgi, bir yönelme, bir hasret söz konusudur. Yani felsefede kesin ve mutlak mânâda "biliyorum"lar yok; fakat, "bilmeye, anlamaya çalışıyorumlar" vardır. Burada hakikati arayış ve ona doğru bir yol alma ortaya çıkmaktadır. Jaspers'in söylediği gibi "felsefe yolda olmaktır", fakat bu yolda oluş, bir yolda kalış değildir. Arayış ve yönelişteki çaba, ulaşmak istenen menzilin ta kendisidir.

Nitekim felsefe, evreni, insanı ve değerleri anlamak amacıyla sürdürülen en geniş bir araştırma, birleştirici, bütünleştirici bir açıklama gayretidir diyoruz. Araştırma, gayret kavramlarının altını iki defa; birleştirici, bütünleştirici kavramlarının altını da birer defa çiziyoruz. Sonra yine tekrar ediyoruz, eğer felsefe, mutlak biliyorum iddiasında ve başka görüşleri de değerlendirmeye almayan bir bilgi türü olsa idi, bu tanım ya da tasvire asla uygun olmazdı. Demek oluyor ki, hoşgörünün ilk ilkesi olan tevazu ve "ben bilirim" idiasında bulunmama hâli, felsefenin de temel bir hareket noktası niteliğindedir.

O halde hemen anlıyoruz ki, felsefede, birbirlerine hayat hakkı tanımayan kapalı ideolojilerin tavrında çok uzaktayız. Çünkü, burada esas, diğerleri ile diyoloğa girme ve kendini de mümkün olduğunca tartışabilir ve tartışılabilir bir zemine oturtmadır.

Felsefe dışta olan farklı kanaatleri kabul etmese bile, en azından onları anlamaya çalışır. Bunun ise iki mânâsı vardır. Birincisi felsefe, karşı kanaat sahiplerince ele alman kavramların tahliline önem verir. Bu da galiba bizim şu anda içinde bulunduğumuz kavram kargaşasını önlemek ve buna dayalı hoşgörüsüzlüğe son vermek bakımından önemlidir. İkincisi ise, felsefe, karşı kanaatleri tek tek fikirler bakımından değil, sistematik bütünlüğü ile değerlendirir. Yani o fikre karşı dahi olsa, onu sistem bakımından anlamaya gayret ederek kavram ve görüşlerin arkasındaki iç bağlantıyı ve bunu harekete geçiren temel sebepleri ve dış şartlan görmeye çalışır. Bu açıdan felsefenin bir görüşü eleştirisi onun reddi değil, sistemin iç bütünlüğünde bulunması gereken tutarsızlığı göstermek, veya öncüllere dikkat çekerek onun yeni şartlar çerçevesinde yeniden değerlendirilmesini sağlamak şeklindedir. Bu da aslında o görüşün kendini daha iyi temellendirmesi bakımından faydalıdır.

Öte yandan felsefe, suallerle doğar, büyür ve gelişir. Sualler adeta yaşayan, canlılık taşıyan bir felsefî hareketin kalbi, onun dinamizmini sağhyan can damarları durumundadır. Hatta felsefede cevaplardan çok sualler önemlidir. Eğer bir felsefe, ulaştığı her merhalenin sonunda, ya da yeni ve hesaba katılmamış bir olay ve bilgi karşısında, kendisini yeniden ve yeniden sorgulamıyor ise verimli değildir. Bu da onun eleştirilmeye ve karşılaştığı her yeni şeyde onu yine kendi açısından değerlendirmeye açık olması demektir ki, hoşgörüye ihtiyaç sonsuzdur, ya da felsefi tavır, ister istemez verimli bir hoşgörü tavrıdır.

Böylece, felsefedeki fikirler ancak, farklı görüş ve kanaatlere duyarlı olarak ve özellikle onlara ihtiyaç duyarak gelişir. Nitekim, felsefe evrensel işbirliğine son derece açıktır. Yani karşıklı yeniden değerlendirmelerle meseleler, her defasında daha da açıklığa kavuşturulur, daha tatminkâr sonuçlara varılır. Felsefe tarihi bunun en güzel örneği ve sahnesidir. Farklı görüşlerin birbirleriyle nasıl tartışıp hesaplaştıkiarını ve geliştiklerini bu sahne üzerinde görmezsek felsefeyi asla anlayamayız.

Bütün bunlardan şu çıkıyor: Felsefe kendini ve karşı kanaatleri anlamada en çok hoşgörü ortaya koymak durumunda olan ve gerçek anlamıyla tatbik edildiğinde en çok hoşgörü telkin eden bir tavra sahiptir. Fakat şunu da hemen söyleyelim. Felsefi anlamda hoşgörü, bir kayıtsızlık ya da tâbir caizse bir hoşgörü değildir. Ne fikri anlamda bir başıboşluk, ne de şahsiyetten fedakârlıktır. Fakat o, çok ciddi ve titiz bir hakikat arayışı hamlesiyle, bu arayışa bütün bir insanlık evrenini ortak etmek isteyiş, yine aynı hakikati egoist bir tavırla kendine saklamak değü, onu bütün bir beşeri dünya ile paylaşmayı arzulayıştır.

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP