AHLÂKI TEMELLENDİRME PROBLEMİ

Recep KILIÇ

"Ahlâkı temellendirme problemi"nin ele alınabilmesi için, "ahlâk" ve "temellendirme" kavramlarından ne anlaşıldığının açıklığa kavuşturulması gerektiğini düşünüyorum. Bu sebepten, önce, "ahlâk" ve "temellendirme" kavramlarından ne anladığımı ortaya koymaya çalışacak; daha sonra da yapılan temellendirmelerde ortaya çıkan felsefi problemler üzerinde duracağım.

Ahlâk kelimesinin kendisinden türetildiği Arapça "hulk" (veya huluk) kelimesi ile İngilizce'de ahlâk karşılığında kullanılan "moral" kelimesinin türetildiği Latince "moralis" kelimelerinin anlamlan birbirine yakınlık gösterir. Gerek Arapça hulk, gerekse Latince moralis kelimesinin her ikisi de "huy, karakter, hâl ve hareket tarzı" gibi mânâlara gelir.

H. Nowell-Smith, ahlâkın birbiriyle ilgili şu dört şeyi ihtiva ettiğini söyler: "1. İnsan tabiatı hakkındaki kanaatler; 2. İyi ve arzu edilir şeyler hakkındaki değerlendirmeler; 3. Yapılması ve yapılmaması gereken hususları belirleyen kurallar; 4. Bizi doğru veya yanlış bir hareket tarzını seçmeye sevk eden sebepler .

Görülüyor ki kelime olarak ahlâk, öncelikle insanın karakter yapışma, yapıp etmelerine, bunlarla ilgili değerlendirmelerine ve eylemlerini düzenleyen genel kurallara işaret etmektedir. Ayrıca, ahlâkın "fertlerin iradî hareketleriyle ilgilenen bir alan" olduğuna da dikkat çekmemiz gerekir.

Terim olarak ise, ahlâkın üç farklı şekilde kullanıldığı gözükmektedir. Ahlâk ile ya umumî bir hayat tarzı; ya bir grub davranış kuralı; ya da sözünü ettiğim hayat tarzı ile davranış kuralları üzerinde yapılan fikrî bir araştırma dile getirilir. Mesela "Budist ahlâkı veya Hıristiyan ahlâkı derken birinci tarzda; meslak ahlâkı veya iş ahlâkı derken de ikinci tarzda kullanılır. Üçüncü tarzda kullanıldığında ahlâk, felsefenin bir kolunu yani ahlâk felsefesini ifade eder" .

Düşünce tarihi içinde ahlâk, farklı şekillerde incelenmiştir. Bu farklı şekiller de: ya deskriptif (descriptive), ya normatif (normative) ya da analitik bir tarz olur. Ahlâkın deskriptif bir tarzda ele alınması, bilim adamının tarzıdır. Bu tarz, "ahlâk fenomenlerinin bir antropolog, tarihçi, psikolog ve sosyolog tarafından tecrübî, tarihî veya ilmî olarak ele almışı demektir." Bilim adamının tarzında ahlâk olgusunun tesbiti esastır. Bu sebepten, bilim adamı sıfatıyla kişinin herhangi bir ahlâkî değerlendirme yapması söz konusu olmaz.

Ahlâka normatif tarzda yaklaşan din ile felsefedir. Dinin yaklaşımı sadece nortatif iken, felsefenin yaklaşımı hem normatif hem de analitiktir. Normatif yaklaşımda filozof, birtakım ahlâkî ilkeler koyar, bir hayat modeli oluşturmaya gayret eder. K. Nielsen'in dediği gibi filozof, "sadece neyin iyi ve doğru olduğunu değil, nasıl iyi bir insan olunacağını da göstermeye çalışır."

Analitik yaklaşımda ise ahlâk filozofu; "iyi", "kötü", "doğru" ve "yanlış" gibi ahlâk kavramlarının anlamlarını açıklar, ahlâk ilkelerinin mantıkî açıdan tahlilini yapar. Bu ilkelerin doğruluğunun tesbit edilip edilemeyeceğini sorgular.

Felsefenin ahlâka yaklaşımı konusunda analitik felsefe geleneğine mensup A.J. Ayer, R.M. Hare ve Nowell-Smith gibi bazı filozofların farklı düşündüklerini burada belirtmemiz gerekir. Onlara göre filozofun ahlâk alanındaki görevi "ahlâk terimlerini sadece analiz etmekten" ibarettir. Meta-ethics adı da verilen bu anlayışda, ahlâk filozofunun herhangi bir değer hükmünde bulunması mümkün olmaz. Filozofun yapacağı şey: İyi ve kötü gibi ahlâk terimlerinin ne anlama geldiğini; ahlâk hükümlerinin niteliğini ve bu hükümleri diğerlerinden ayıran özelliklerin neler olduğunu mantıkî, epistemolojik veya semantik türden sorular sorarak açıklığa kavuşturmaktır .

Şimdi de, bir iki cümle ile "temellendirme" kavramı üzerinde durmak istiyorum. Ahlâkı temellendirme kavramı ile, ahlâk ilkelerinin neye dayanılarak tesbit edildiğinin araştırılmasını ve ahlâkî iyi ile kötü hakkındaki bilgimizin temelinin sorgulanmasını anlıyorum.

Felsefe tarihinde son derece farklı temellendirmeler yapılmıştır. Bunları; din-dışı ve din ile yapılan temellendirmeler olmak üzere önce iki gruba ayırmak mümkündür. Tebliğimde, din-dışmda yapılan temellendirmeler ile bu temellendirmelerin ortaya çıkardığı problem alanı üzerinde durmak istiyorum.

Tesbit edebildiğim kadarıyla din-dışı temellendirmeler; ya akıl, ya sezgi, ya da duygu ile olmaktadır. Önce akıl ile yapılan temellendirme üzerinde, Kant örneği ile durmak istiyorum.

Kant'a göre ahlâkî bilgi, a priori bir bilgi türüdür. Bu bilgi, olması gerekenin bilgisidir. Bu sebepten ahlâk filozofunun aslî görevi, ahlâkî bilgimizdeki a priori unsurları ayırmak ve onların kaynağını göstermektir. Ahlâk alanında kendilerine göre hüküm verdiğimiz temel prensiplerin kaynağını Kant, pratik akıl (practical reason) kavramında bulur. Yükümlülüğün temelinin "saf akıl kavramlarında a priori olarak aranması gerektiğini söyler. Kant'a göre "insanın kendi bilgisinden hiçbir şey ödünç almayan fakat ona aklî bir varlık olarak a priori kanunlar veren" saf bir ahlâk felsefesi kurulmalıdır.

Görüldüğü gibi Kant, ahlâk prensiplerinin nihaî kaynağının sadece akılda bulunmasını ister. Ahlâkî değeri olan davranışlar, ancak vazifeden dolayı yapılanlardır. Vazife ise, "kanuna duyulan saygıdan dolayı davranışta bulunma zorunluluğudur" . Dolayısıyla vazifeden dolayı hareket etmek, ahlâk kanununa göre hareket etmek demektir. Ahlâk kanununun esas karakteri ise evrensel olmasıdır. Buradaki evrensellik (universalitiy) fizik kanunların evrenselliği gibidir.

Burada akla şu soru gelmektedir: Ahlâk kanununu koyan saf pratik akıl olduğuna göre, pratik akıl fizik kanunlardakine benzer evrensel bir kanun koyabilir mi? Ahlâk kanunlarındaki evrensellik neyle mümkün olacaktır? Bu sorulara cevap bulabilmek için Kant'in ahlâk anlayışı üzerinde biraz daha durmamız gerekecektir.

Kant'a göre insan, "kendi başına gayedir" . Her akıl sahibi istemeye (rational will) kendi başına bir gaye olarak hürmet etme fikri, "evrensel kanun koyucu bir isteme olarak, her akıl sahibi varlığın istemesi fikrine" götürür. Görülüyor ki insanın istemesi (veya iradesi), evrensel tarzda bağlayıcı olarak kabul ettiği ahlâk kanununun kaynağıdır. Bunun kendi terminolojisindeki adı "istemenin otonomluğu" (autonomy of the will) prensibidir. İstemenin otonom olması demek, itaat edeceği kanunu istemenin bizzat kendisinin koyması demektir. Bu sebepten istemenin otonomluğu, "ahlâklılığın en yüksek ilkesi" olmaktadır.

Kendi başına gaye olarak akıl sahibi varlıklar fikri bizi, "gayeler krallığı (kingdom of ends)" kavramına götürür. Burac^H krallık ile Kant, "çeşitli akıl sahibi varlıkların ortak kanunlar vasıtasıyla kurulan sistematik birliğini" anlar. Kant'a göre her akıl sahibi varlık, bu krallığın hem üyesi hem de kralı olabilir. Bu nasıl olmaktadır? "Evrensel kanun koyucu olarak bulunduğu ve koyduğu kanunlara kendisi de tabi olduğunda krallığın bir üyesi; kanun koyucu olarak başkasının hiçbir istemesine bağımlı olmadığı zaman da, kral olur" .

"Summom bonum", herhangi bir şeyle kayıtlanmamış en yüksek iyi manasına gelir. Fazilet, kayıtsız şartsız en yüksek iyidir. "Mutluluk da en yüksek iyi kavramında bulunur" . Fazilet ile mutluluk arasındaki ilişki konusunda bir antinomi ile karşı karşıya kalırız. Pratik akıl bir taraftan fazilet ile mutluluk arasında zorunlu bir bağ ister. Oysa öbür taraftan tecrübî veriler, böylesi bir bağın zorunlu olmadığını gösterir. İşte Kant, bu problemin çözümünde pratik aklın ikinci postülası olan "ruhun ölümsüzlüğü"ne müracaat eder.

Ahlâk kanunu bize, pratik aklın objesi olan "en yüksek iyi"yi gerçekleştirmemizi emreder. Bunun için faziletin kazanılması mümkün olmak zorundadır. Bu sebepten fazilet, hayatta iken kazanılmazsa, içinde onun kazanılabildiği başka bir hayat olmalıdır. Oysa fazilet, ne bu hayatta ne de başka bir hayatta elde edilebilir. Bu durumda ahlâk kanunu imkansızı emreder gibi gözükür. Bu problemi de Kant, "Tanrı'nın varlıği"nı pratik aklın postülası olarak koymak suretiyle çözmeyi dener.

Görüldüğü gibi, en yüksek iyiyi gerçekleştirmenin şartı olarak ruhun ölümsüzlüğünü postula olarak koyan ahlâk kanunu; fazilet ile mutluluk arasındaki zorunlu sentetik bir bağın şartı olarak da, Tann'mn varlığını postula olarak koymaktadır. Çünkü Tanrı'nın varlığını varsaymakstzın, en yüksek iyi'nin gerçekleşme imkanı yoktur.

Ahlâk kanunu, mutlu olmaktan ziyade kendimizi mutluluğa lâyık hale getirmemizi emreder. Ama mutluluğu ümit etmeye; istemesi, yaratıklarının mutluluğa lâyık olmasını isteyen ve mutluluğu onlara verebilecek olan Tanrı vasıtasıyla hak kazanırız. "Çünkü mutluluk ümidi, ilkin ancak dinle başlayabilir" .

Görüldüğü gibi Kant'ın felsefî sisteminde ahlâk, pratik akıl üzerinde temellendirilmiştir. Ahlâkî değerleri koyan akıl; teorik kullanımında, tecrübe ettiğimiz dünyanın bilgisini bize verirken, pratik kullanımında da ahlâkî hürriyet dünyasına ait genel geçer prensipleri belirler. Böylece pratik akıl; ahlâk alanında hem bilen, hem harekete geçiren, hem nasıl hareket etmemiz gerektiğini belirleyen kurallan koyan, hem de bu kurallara göre bizi hareket etmeye sevkeden bir yetidir.

Ahlâk kanununun bir gereği olarak insan davranışlarının gerçekleştirmek istediği şey, mutlulukla ahlâklılığın birleşmesi demek olan en yüksek iyidir. En yüksek iyinin gerçekleşmesi ise, Tanrı'nın varlığı ile ruhun ölümsüzlüğüne inanmayı zorunlu kılar. Bununla beraber Tanrı'nın varlığı, Mehmet Aydın'ın da belirttiği gibi , ahlâk kanununun genel geçerliliği için değil, en yüksek iyinin gerçekleşmesi için şart koşulmuştur. Dolayısıyla Kant'ın ahlâk felsefesinin merkezinde Tanrı değil, pratik aklın kumanda ettiği insan bulunmaktadır.

Burada daha önce işaret ettiğimiz bir konuya dikkat çekmek istiyorum. Kant'ın sisteminde, istemenin otonomluğu prensibi gereği, değerleri koyan insandır. Kesin buyruk (categorical imperative), ahlâk prensiplerinin bütün akıl sahibi varlıklar için genel geçer, objektif ve evrensel olmasını buyurur. Fakat evrensel karakterde ve bütün insanlar için bağlayıcı olan objektif temel ahlâk prensipleri, ancak mutlak (absolute) ahlâk değerlerinin varlığı ile mümkün olur. Çünkü her ahlâk prensibi, bir değere bağlı olarak ortaya çıkar.

İşte Kant'ın bir taraftan ahlâkî değerleri insanın koyduğunu; diğer taraftan da temel ahlâk prensiplerinin evrensel, objektif ve genel geçer karakterde olması gerektiğini savunması, kanaatimizce anlaşılması güç olan bir husustur. Çünkü ahlâkî değerleri koyan insan, gerek ruhî, gerekse fizikî şartların tesiriyle değişeceğine göre, böyle bir varlığın koyduğu değerlerin ne kadar mutlak olacağı tartışmaya her zaman açık bir konu olarak kalacaktır.

Kant'ın ahlâkı temellendirmesinde ortaya çıkan bir başka problem de şudur: Pratik akıl ile temellendirmeye teşebbüs ettiği ahlâk teorisini Kant, din'in en merkezî kavramı olan "Tanrı" ile tamamlamak zorunda kalmıştır. Çünkü pratik akıl seviyesinde kalındığı sürece Kant'ın ahlâkı, insanı ümitsizliğe düşürmektedir. Kant'ın teorisinde Tanrı'ya inanmayan bir insan, en yüksek iyinin gerçekleşeceğine olan ümidini yitirmektedir. Çünkü en yüksek iyinin iki unsuru olan fazilet ile mutluluk arasındaki bağı zorunlu kılacak ancak Tanrıdır.

Fakat sistemini kendisiyle tamamladığı Tanrı'yi Kant, dinî muhtevasından tamamen soyutlamıştır. Kant'ın Tanrısı, H.Z. Ülken'in dediği gibi, "sadece pratik aklın bir ihtiyacını tatminden, pragmatik bir inanıştan ibaret kalmakta, varlığı veya yokluğu hiçbir ontolojik esasa dayanmamaktadır" .

4 Yorumlar

Adsız
23 Kasım 2010 16:03  

hiç okumadım öle bi bakınca gözüm korktu çünkü vaktim yoktu daha kısa ve öz bi daha ki sefere :)

Adsız
12 Ekim 2011 20:38  

birkaç tane temellendirme örneği versen daha iyi olurdu

Adsız
26 Mayıs 2012 04:29  

tam okuyacaktım ki devamını oku butununu gördüm:)

18 Eylül 2021 00:34  

Çok iyi ..

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP