POZİTİVİZMİN TÜRKİYE'YE GİRİŞİNDE İKİ ÖNCÜ - 2

Böylece Avrupa'yı uyandıran İslam kültürü dolayısıyla İslam dini olmuştur. Bu gerçekleri ortaya koyan Ahmed Rıza Pozitivizme inancını da şöyle belirtiyor: "Birçok vatandaşım gibi, 18. yüzyılın eserlerini iştiyakla okudum, Baron d'Holbach'ın (1723-1789) La Morale Universelle isimli eserini okurken edindiğim zevki hâlâ hatırlıyorum. Daha sonra pozitivizm hislerimi ve inançlarımı geliştirdi." Bu inancın etkisiyle, "Cenab-ı Hak benim, bir dünya vatandaşı olmamı önleyecek kadar vatanperver olmamı önlesin!" diyor.

Pozitivizmin etkisiyle yukarıda belirttiğimiz fikirlerine muhalif görüşler ileri sürerek, din ile medeniyeti birbirine zıt görüyor. David Frederic Strauss (1808- 1874)'tan şu sözleri naklediyor: "Büyük ifadeleri, "gerçekten de böyle olmuştur" diyerek tasdikliyor. Düşünürümüze göre ilahiyata dayanan fikirler milletlerin birliğini de, birbirine yaklaşmalarını da sağlayamıyorlar. Hatta aynı dinde oldukları halde katoliklerle protestanların ve ortodokslann bile birbiriyle anlaşmalarında başarılı olamıyor. Sadece müsbet gerçek insanları birbirine bağlayabilir.

Ahmed Rıza'ya göre tecrübi ilimlerin gelişmesini isteyenler, bağımsızlık için çalışanları, kin ve ihtilaflara sebep olan dinin, siyasi meselelerde geçerli rol oynamasına müsaade etmemelidirler. İstikran arayan insanlık kindar ve haris olmayan bir rejime muhtaçtır. Günümüz ittifakı müsbet bir temele dayanmalıdır. Menfaati amaçlayan din veya politika bu temeli sağlayamaz.

Siyasi amacı olmayan, sükûn içinde yapılan dini vecibeler serbest olmalıdır. Geçmişte olduğu gibi bu gün de, bir takım şahsi ızdıraplan dindiren,birçok kimseleri teselli eden dine müdahale etmeyip rahat bırakmak gerekir. Bu şekilde serbest bırakılan dinler, sosyal kanunların boşluğunu doldurur.

Yukarıda belirtilenlerden de açıkça anlaşılacağı üzere Ahmed Rıza, A.Comte'un sistemleştirdiği üç hal kanununa uygun bir din anlayışına sahip gibi görünüyor. Dinler devresini tamamlamıştır. Siyasi ve sosyal problemlere karışmamalıdır. Din bir gönül işidir, ferdin iç dünyası dışına çıkmamalıdır.

Düşünürümüz, siyasete karışmasına izin vermediği dinin, özellikle İslam dininin meydana getirdiği medeniyeti, terakkiyi belirtmedende duramıyor. Ona göre geçmişte Müslümanların çok büyük medeniyet kurmasını gerçekleştiren dört unsur şunlardır:

Birinci unsur: İslam dininin maziyi tanıyarak ona hürmet etmesidir. Ahmed Rıza'ya göre eğer Müslümanların medeniyeti süratle gelişip, nefis meyveler vermeğe başladıysa, sebebi, köklerini, çok gerilerdeki mazinin hatıralarına salmış olmasıdır.

İkinci unsur: İslam dininin, bütün Müsmülanları K.Kerim okumaya mecbur tutmasıdır. Ayrıca İslamiyet mensuplarına beşikten mezara kadar ilim öğrenmeyi ve hakikati araştırmayı emreder.

Üçüncü Unsur: İslamiyetin esası içinde hiçbir ruhbanlık sınıfının olmayışıdır. Allah ile kul arasına hiçbir vasıtanın giremeyişidir.

Dördüncü Unsur: İslamiyetin esasında bulunan müsamahadır. Bu müsamaha Batıda yoktur. Türkiye'nin başına gelen felaketlerin sebebi budur.

İslam Medeniyetinin gelişmesindeki unsurları yukarıdaki şekilde sayan Ahmed Rıza'ya göre, İslam alemindeki gerileyişin sebebi iç ve dış kargaşadır. Kargaşalık ve fiili mücadele devrelerinde insan iç güdüsüyle hareket eder ve düşünemez. Bir fikrin veerimli olabilmesi için sükun zaruridir. "Kurtuba'nın,Girnata'nın ve Bağdad'm bir zaman sürmüş olduğu sulh ve sükûn devri, buraların büyük ve parlaklık devirleri olmuştur.

Bu gerçek sulh o zamandanberi Doğuda yaşanmadı. Avrupa için bu psikolojik teferruat meçhul değildir. Bu yüzden de İslam aleminin asla sulh ve sükun içinde yaşamasına izin vermemiştir. Rusya'nın Büyük Petro'su, meşhur vasiyetnamesinde: "Hiç değilse her yirmi senede bir Türkiye'yi sarsmak lazım geldiğini" söyler. (...) Şahıs hayatında hastalık ve acı ne ise, sosyal hayatta da fakirlik ve kargaşalık odur. (...) Fakirlik ve barbarlık hiçbir zaman gelişme ve ilerlemeye müsait bir zemin temin edemez."

Yukarıdaki tarihi gerçekleri muntazam bir şekilde belirten Ahmed Rıza'ya göre "Hz.Muhammed'in inançta mezhepte, dinde, müesseselerde tek bir Allah'ın varlığını kabul eden ve şahsında hem dini, hem dünyevi kudreti toplayan Halifesinin idaresinde bütün insanların birliğini temin etmek fikri, cidden pek yüce bir düşünceydi. Vatan olarak dünyayı, millet olarak beşeriyeti kabul etmek. (...)

Islamiyetin özelliği olan bu yüce vahdet, fiiliyatta pek tatmin edici neticeler vermedi. İslamiyet, çok büyük ve cüretkar olan bu teşebbüs önünde başarıya ulaşamadı, kendisinden önceki Hıristiyanlığın uğradığı başarısızlık gibi. Her iki din de son derece arzu olunan umumi kardeşliği sağlayamadıkları gibi, ırklar arasındaki kinleri de ortadan kaldıramadilar."

Burada A.Comte'un dünya sulhu için öne sürdüğü fikirler işleniyor gibi görünüyor. Çünkü A.Comte'a göre Hıristiyanlık ve Müslümanlık dünya barışını temin edememiştir. Bu barışı, yeni bir din olan pozitivizm sağlayacaktır.

Yukarıda görüldüğü gibi İslam dininin de dünya sulhundan aciz kaldığını söyleyen Ahmed Rıza, İslam Medeniyetinin gerilemesinde K.Kerim'in bir suçunun olmadığını belirtmek için şöyle diyor: "Şu gerçeği haykırmak şarttır: K.Kerim bu muazzam gelişmenin sağlanmasında katkıda bulunmuş fakat tereddüye yol açan asla o olmamıştır."

Düşünürümüzün din hakkında ortaya koyduğu çelişkili tavır, o zamanki Jön Türklerin takibettiği siyasetle açıklanabilir gibi görünüyor." Jön Türklere göre yapılması gereken; kitleye kendi benimsedikleri değişiklikleri icabında bir dini elbise içinde halka malettirmekten ibarettir. Pek çok modern fikrin İslami bir şekilde, hadiseler desteğiyle ortaya konmasının nedeni budur. (...) Yapılması gereken kitleyi etkileyebilmek için, kitlenin tamamen dışlayabileceği yaklaşımları en azından iktidara gelinceye kadar tartışma konusu yapmamaktır."

Tıpkı bunun gibi, dini taassubun, yaymak istediği pozitivizme engel olmasını önleyebilmek için Ahmed Rıza, yukarıdaki tutumunu sergilemiş olabilir. Ancak düşünürümüzün bu tutumunu şu şekilde açıklayanlar da vardır: "Pariste iken tüm hür düşünce derneklerine ve özellikle Türkiye temsilcisi olarak kabul edildiği pozitivist komiteye üye idi. Comte'un doktrinini kendi memleketinde yaymak görevini üzerine aldığını Fransız pozitivistlerine kesin olarak söz verdiği halde, İstanbul'da, Mecliste açık olarak günde beş vakit namazını muntazaman eda ediyordu. Bundaki amacı Paris'te iken inkar ettiği Müslümanlığın güvencesini din taraftarlarına göstermektir."

Buraya kadar din anlayışını belirtmeye çalıştığmız Ahmed Rıza, ahlak anlayışında da, ahlakı bir problem olarak ele alıp incelemiş değildir. Haksızlık olarak gördüğü hususların, ahlaki açıdan kötü olduğunu ortaya koymaya çalışmıştır. Bu hususta, Hıristiyanların Müslümanlara yaptığı haksız saldırılar ağırlık taşıyor.

Ahlak Anlayışı

Ahmed Rıza'ya göre "Haçlı seferleri döneminde Avrupa, barbarlığına rağmen, bu gün Avrupa'yı idare edenlere kıyasla çok daha ahlak sahibi idi. Hilale karşı salibin zaferini sağlamak için döğüşüyor, düşmanlığını ilan ediyor, hasmına karşı açıkça yürüyordu. Ancak yeni "şark politikasının" sâiki ne olursa olsun, Haçlıları Müslümanlara karşı ayaklandıran kin ve intikam hisleri yokolmuş değildir.

Kilise müminlerinin düşüncelerini iki kinle zehirlemiştir. Biri İslamiyete karşı diğeri ise ilme karşı, intikamcı arzusunu da dehşet saçarak uygulamıştır. Anna Comnen'in naklettiğine göre Haçlıların "en büyük eğlencelerinden biri, rastladıkları Müslüman çocukları öldürmek, kızartmak ve yemekti. Mils, Anna Comnen'in anlattıklarını doğrular, Haçlılar insan eti yerlerdi, der: Antakya'da Bohemord, birkaç Türk esirini boğazlattı, herkesin gözü önünde kızarttı, sonra seyredenlere seslenerek, iştiham tatmin için geldiğini söyledi."

Düşünürümüze göre kilisenin diri diri, bazan da önce dilini kesip, sonra yaktırdığı veya işkenceye tabi tuttuğu ilim adamlarının isimleri hayli kabarıktır. Bunlardan bazıları şu kimselerdir: Pier de Bruys de Provence (1147)m, R.Bacon (1278), Bilgin Ramus (1544), Etienne Dolet (1546), Bruno (1600), Campenalla (1639), Vanini (1619), Şövalye de la Barr (1766).

İlim adamına gösterdiği tavrı, ilim eserine de gösteren kilisenin ahlaksızlığını, Ahmed Rıza şöyle belirtiyor: "Viardot, sadece Kurtuba'da Ferdinand'in mutassıp ordusu tarafından yakılan kıymetli yazma eserlerin bir milyondan fazla olduğunu kaydeder. J. Conde, bu hususta şunları söylüyor: Bugün inanmak mümkün müdür ki, tarihçilerin anlattıkları gibi Gırnatanın, katolik krallar tarafından fethinden sonra, 1042'de, İspanya'nın her tarafından toplatılıp getirilen kitaplarla kurulan insan yakma sehpalarında bu eserlerin alevlerle mahvedildiğini tasavvur edelim? Çağdaş tarihçiler bu şekilde imha olunan kitap sayısının bir milyondan fazla olduğunu kaydetmektedirler."

Ahmed Rıza Bey Halife Hz. Ömer'e isnad edilen kütüphane yakma iftirasını da G, le Bon'dan naklen şöyle belirtiyor: "İskenderiyye kütüphanesinin yakılması rivayetine gelince, Araplardan çok evvel, Hıristiyanlar, Iskenderiyyedeki din ve ahlaksız saydıkları bütün kitaplan, mevcut heykelleri parçalamak ve yıkmak için gösterdikleri gayret ve itina ile imha etmiş ve yakmışlardır. Bu itibarla Araplar için zaten yakılacak bir şey kalmamıştı." Bu kütüphanenin büyük bir kısmı Sezar istilasında (M.Ö.48'de) yakıldı. Geri kalan kısmı da Bizans imparatoru Teodosius zamanında, İskenderiye Piskoposu Teofılos'un emriyle, M. 391de tamamıyla yakıldı.

Düşünürümüz, ilim ve ilim adamına gösterilen tavırları sergilerken,Avrupalıların Türklere karşı tutumunu belirtmeyi de ihmal etmiyor. Ona göre "Avrupa devletleri, Rusya dahil tarihin hiçbir dvrinde Osmanlı İmparatorluğu ile samimi bir dostluk tesis etmemişlenrdir. Bazen aralarından bir kaçı bizim yardımımıza gelmişse, bunu diğer eserimde belirteceğim gibi, bize yardım etmekten ziyade kendi rakiblerini izale etmek için yapmışlardır."

Ahmed Rıza Bey, kötülük veya nankörlük olarak gördüğü hususları böylece ahlak dışı kabul ettiğini belirttikten sonra, insanların barışa nasıl ulaşabileceği hakkında da görüşler beyan ediyor.

Barış Anlayışı

Düşünürümüze göre "gerek Batıda, gerekse Doğuda idarecilerimizin ileri sürmekten adeta haz duydukları birbirinden farklı düşünce çeşitleri bizleri yekdiğerimizden uzaklaştırdığı gibi, çatışmamıza da sebep oluyor." Bu duruma düşmemek için Doğu ve Batı insanının birbirini tanıması, karşılıklı görevleri yerine getirmesi gerekir. Ülkeler arası fikir alış verişleri de tamamen serbest yapılmalıdır.

Bu faydalı vazifeyi "girişken ve kendilerini gerçekten milletine vermiş,yurtlarına hizmet etmeyi seven kalblerinde ecnebiye karşı bir kin ve gayz beslemeyen, öğrenmeyi cidden isteyen, harekete geçmeden evvel düşünen ve müşavere eden, vatanperverler," yapar.

Ahmed Rıza'ya göre "dini ve milli kin ve gayzler, bencil ve mağrur tasavvurlar terk olunmadıkça, maddi silahları terketmek bir hayalden veya yeni bir tuzaktan ibaret kalır." Barış için dünya kamu oyunu şartlanmışlıktan vazgeçirmek, sonra şuurlandırmak, yaşanmış, tecrübe edilmiş vakıalarla ikna etmek gerekir.Gerçek bir sulh ancak geleneklerin ve kanaatlerin yeniden ihyası ile mümkün olabilir. Düşünürümüz bu hususta şöyle diyor: "Bu fikir bende o kadar yer etmiştir ki mütemadiyen tekrarlamadan edemiyorum."

Bu görüşüyle Ahmed Rıza, yeni bir din olan pozitivizmin ilkelerinde birleşilmedikçe dünya barışının olamayacağını vurgular gibi görünüyor. Ona göre harplerde meydana gelen maddi hasar kadar, manevi hasar üzerinde de durulmalıdır. Harbde yıkılan maddi yapıların imarı gibi, manevi yapıların imarı da sözkonusu olmalıdır. "Eğer Avrupa, barışı gerçekten ve samimi olarak arzu ediyorsa, bu sadece aynı seviyede tutalacak milletlerin karşılıklı tabii hakları üzerine değil, aynı zamanda karşılıklı haysiyetleri ve milli kıymetleri üzerine kurulmalıdır."

Ahmed Rıza'ya göre barışı temin edecekler enerjik, inançlı ve faziletli olmalıdırlar. Milletler ve Devletler ihtilale başvurulmadan yeniden düzenlenmelidir. Bunun için de halkın hissiyata dayanarak hareket ettiği hesaba katılarak akıl ve mantık dışına çıkmadan, sebeplerden neticelere uzanmak lazımdır.

Sonuç olarak diyebiliriz ki: Ahmed Rıza kabul ettiği felsefi sisteme hiçbir yenilik getirmeyip, onu nakilcilikle yetinmiştir. Din ve ahlakı bir problem olarak ele almayıp inandığı felsefi sisteme yakın, siyasi bir açıdan incelemiştir. Bu bakımdan araştırmamız boyunca görüldüğü gibi Ahmed Rıza'nın İslam dini karşısında takındığı tavır şöyle ifade edilebilir: Pozitivist düşünce dinin yerini tamamen alıncaya kadar dinden vazgeçmeye imkan yoktur. "Osmanlı İmparatorluğunda, Brezilya'da olduğu gibi pozitivizm bir din halini aldığı zaman İslam tamamen bir tarafa bırakılabilir." Fakat bu amacına da tam olarak ulaşamamıştır.

Bu nedenle Cumhuriyetin ilanından sonra, Bursa'da karşılaştığı Dr.İbrahim Temo'ya şöyle dert yanıyor: "Eh Temo Bey arkadaş, biz bunun için mi çalıştık, vücut yıprattık, bu neticeyi mi bekliyorduk?" diyerek teessüflerini gösterir. İbrahim Temo da cevaben "azizim elbette bunu beklemezdik, lakin hürriyetin ilanından sonra arkadaşlarımızın tuttukları zikzaklı yol ve uzağı görememelerinden, başka ne beklenirdi. (...) Sabır edelim, çalışalım, ümidi kesmeyelim dedim" der.

Görüldüğü gibi tam istediğini bulamayan Ahmed Rıza'nın bazı arzularının ise gerçekleyştiği söylenebilir. Bir muhalifi şöyle yazıyor. "... Şapka indinde haşa pek mukaddes, pek mübarektir. Şefkati Bey'in cenazesinde umum Türkler gibi kendisinin de fes giymesini İsrar eden refiklerinden biri naîl-i emel olamayınca, "İstanbul'a giderseniz ne yapacaksınız diye sual etmiş" ve Rıza Bey'den "Sirkeci garında silindir şapka ile serbestçe inilüp gezilecek bir hal olmayınca dönmem" cevabını almıştır." Ayrıca, pozitivizmin Türkiye temsilcisi olması ve neşrettiği pozitivist karakterli yazılar bakımından, birtakım kimselere bazı etkilerinin olduğu düşünülebilir.

AHMED ŞUAYB (1876-1910)

HAYATI

Ahmed Şuayb 1876'da İstanbul'da doğdu. Doğumunun ilk aylarında babası Salih Efendi'yi kaybetti. Orta öğrenimini Fatih Rüştiyesi ile Vefa İdadisi'nde tamamladı. Mekteb-i hukuku bitirdi. Sultan Selim'deki evinde ilmi çalışmalarına başladı. Ayda beş liralık bir gelirle geçinir, bunun da bir kısmını kitap ve gazeteye verirdi. Daha sonra Servet-i Fünun'da birkaç makaleden sonra, İngiltere Usul-i cezaiyesine dair neşrettiği bir makalesi muallim Hakkı Bey'in dikkatini çekip,takdirini kazandı. Bunun üzerine Ahmed Şuayb'ı Mekteb-i Hukuk'ta kendi muavinliğine tayin ettirdi. Bu okulda idare hukuku derslerini okumaya başladı.1908'den sonra Devletler Hukuku derslerini de okuttu. Bu sırada Meclis Maarif Üyeliği, Tedrisat-ı Ibtîdaiyye müdürlüğü, İstanbul Maarif müdürlüğü, son olarak da Divan-ı Muhasebat müddei umumiliği görevlerinde bulundu."
1 / 2 / 3

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP