DİN, BİLİM ve FELSEFE - 3

Nihaî hakikatin ne olduğu, daha felsefenin başlangıcında uyanan bir problemdir. Onda, bütünün hem birliğinin hem de çokluluğunun temeli görüldü. Böylece bütünün erosu, nihaî gerçeği kognitif olarak bulmak için karşı konulmaz arzu olur; tıpkı sanatçının, estetik olarak ya da sanatkarca nihaî gerçekliği yani bizâtihi tam gerçeği bulmaya çalışması gibi. Mantıkî analizde bile –güya bundan hayli uzaklaştırılsa da– bizatihi gerçeğin gizli bir imajı mevcuttur. Bu hususta pek çok filozofla konuştum. Hatta son olarak da Almanya’da, Freiburg’da, Heidigger ile görüştüm. Bir bütün olarak gerçeklik ile insan zihninin mantıkî yapısı arasındaki ilişkinin bazı imajları olmaksızın mantıkî analize başlamanın imkansızlığını önermiştim ki , o da benimle hem fikirdi. Nihaî gerçekliğe yönelik bu eros ve tutku çelişkili cevaplara götürür. Bu nihaî hakikate yönelik erosta bütün filozoflar, sadece batıdakiler değil, doğudakiler de –belki daha fazla– birleşirler. Verdikleri cevaplar onları farklı felsefî okullara böler. Onların erosu ve bu erosun yöneldiği hedef (bu hedef gerçekliğin kendisinin içsel gücünün keşfedilmesidir) bütün hâlis filozofları birbirine bağlar. Felsefî öğe bütün bilimlerde etkin olduğu kadar filozoflarda da bu eros etkindir.

FELSEFE ve DİN

Gelin isterseniz şimdi üçüncü ve son mütalaaya, felsefe ve dine dönelim. Varoluşun bütünlüğünü ve nihaî gerçekliği araştırma, felsefî alandaki gibi, dini ilgide de bir öğedir. Kognitif eros olarak ta ifade ettiğim gibi, felsefî eros, dinde asla kayıp değildir. Yegane fark, dinî ilginin daha kuşatıcı oluşudur. Din, nihaî gerçekliği sadece onaylamaz, aynı zamanda nihaî gerçekliği yeniden birleştirir. O, bu erosun sevk ettiği ve de keşfedilen gerçekliğe göre yaşayan bu insanın dünyasını şekillendirecektir. Bu, bizi felsefe -bütün bilimlerin içerimiyle- ve din arasında bir özdeşlik noktasının olduğu iddiasına götürür: Geleneksel sembollerdeki nihaî gerçeklikle, kognitif olarak birleşme arzusu. Bu, “insan ruhunun Tanrı’yı bilme iştiyakı” olarak ifade edilebilir. Bu, ikinci tür din kavramı anlamındaki bir Tanrı olmayıp, ancak gerçek hakkında sonsuzca nihaî ilgili olma anlamına gelen ilk din kavramıdır. Bu felsefenin doğum hikayesinden anlaşılabilir.

Felsefenin arka planı mitolojidir. Mitolojide nihaî gerçekliğin tecrübesi, insanoğlunun büyük kültürlerini besleyen güçlü sembollerle ifade edilir. Onların hepsi temel mitolojik semboller esası üstüne inşa edilir. Ancak böyle mit sembolleri estetik ve kognitif ögeyi birleştirir. Mitsel semboller şiir sanatı ve bilimin ötesindedirler. Onlar hem şiiri hem de bilimin her ikisini de
birleştirirler. Biz buna Eski Grek mitolojisinde tanık olduk. Ve bu iki ögenin nasıl yavaş yavaş birbirinden ayrıldığını görebiliriz. Grek mitolojisinden, Grek felsefesine başlangıçtaki geçiş efsanesi, Grek geleneğinde bulduğumuz şekliyle, teogoniler (theogonies) yani tanrıların doğumu ve kosmogoni yani dünyanın varoluş hikayeleridir. Kavramsal öge, şiirsellikle onun birliğinden
bağımsızlaşı. Mitolojik semboller, bir yandan mit ve şiire –Homer’da onların çoktan mitleşmeye başladığı gibi– öte yandan ilk Grek felsefesinde kavramlara dönüştürüldü. Biz bugün bu sürece “mitten arındırma” (demythologization) süreci diyoruz yani şiirsel ve bilimsel öge içinden mitsel ögenin çözülmesi. Ancak bu iki ögenin ardında (şimdi filozoflarda, şairlerde ve de sanatçılarda) nihaî gerçekliğin sezgisi vardır. Evet, şimdi aksine hem mitolojik hem de mitten arındırma tecrübesini içinde barındıran bir kültürü yorumlamak için teoloji, bu şekilde dinî arka plana dayanan felsefî kavramları kullanır; kısmen Eski Ahitten kısmen de büyük ölçüde çoktan mitten arındırılan -peygamberler, Eski Ahitte mitten arındırma işini yaptılar- çevre dinlerden tevarüs eden sembollerle, Hıristiyan dogmalarının yaratılma tarzıdır, bu. Ve daha sonra söz konusu Grek kavramları Hrıstiyan dogmalarını yaratmak için kullanılır –dogma, Hıristiyanlığı diğer din okullarından ayıran doktrinler demektir. Teoloji ile felsefe arasındaki çatışmalar felsefî kavramlardaki hem mitolojik arka plan hem de dinî töz ögelerini ayırt etme yoksunluğundan ve öte yandan logos sayesinde dinî tözü ifade etmedeki felsefî kavramları tefrik edememekten kaynaklanır. Teoloji “söz” ve “kavram” anlamına gelen logostur. Greklerde, logos hem akıl hem de dil demekti. Eğer belirli bir felsefedeki dini töz, belirli bir teolojideki dinî töz ile çelişirse, ciddi bir çatışma olasıdır. Günümüzde Nietzsche’nin Dionysion felsefesi ve Eski Ahitten kaynaklanan Ahlakçı Kalvinizm kesinlikle çelişir ancak bu filozof Nietzsche ile teolog Kalvin arsındaki bir çatışma değildir. Bu, iki farklı dinî töz arsındaki bir çatışmasdır; Kalvin’in pozisyonundaki Eski Ahit ve Friedrich Nietzsche tablosundaki Grek Dionysian. Özel bir felsefî okulun bütün kavramsallaştırımı, özel bir teolojide kullanılan kavramsallaştırmalar ile çelişir. Ortaçağ boyunca büyük skolastik okulların -bir yandan Platon’un öte yandan Aristoteles’in- mücadelesine tanık olduk. Bu felsefe ile teoloji arsındaki çatışma değildir. Kısacası böyle çatışmalar, teolojik kavramlarla, felsefî kavramların asıl doğasını anlayamamaktan kaynaklanır.

Gelin isterseniz şimdi yavaş yavaş bir sonuca varmaya çalışalım. Sizdeki bir ilgi yani mevcut kültürümüzdeki, bilim adamı ve bilim hüviyetindeki bir ilgi tatmin edilmemiş olabilir. Bununla ilgili birkaç şey söyleyeceğim. Çünkü bazılarınız bilim adamı olabilir; pek çoğunuz doğal bilimlerde, biyolojide ve hayat bilimlerinde eğitim görecek olabilir. Yapmak istediğim, Hıristiyan mitinde, cennet mitinde yani bilgi ağacından yemeleri için Adem ve Havva’nın ayartılması meselesinde, sembolize edilen köklü bir problemi göstermektir. Nasıl bir bilgi? Geleneksel çeviride o, iyinin ve kötünün bilgisidir. Orijinal İbranicede, doğadaki iyi ve kötüyü kontrol eden, iyi ve kötü güçler anlamına gelir. İnsan doğal olarak bilmek ister. Ancak içinde yaratıldığımız, benim “masum hayal” demekten hoşlandığım şeyden uyanmaksızın, bilme edimini gerçekleştiremeyiz. Böylece insanın, cennetteki masum hayalden –elbette bu, başlangıçtaki çocukluktan çıkan psikolojik bir terimdir– çıkmaya ve bilginin başladığı tam bir hayat gerçeğine karar vermesi gerekiyordu. Bu oldukça erken başlar. Her ebeveynin bildiği gibi, hayli küçük bir çocuk tamamen masum uykudan –hem hayalden hem de masumluktan uyanır– oldukça erken uyanır.

Şu halde bu, insanoğlunun genel kaderidir. Cennet miti, insan için varoluşunun alternatifini gösterdiği için oldukça önemlidir; ya masum uykuda kalmak ya da gücü ve cennetten ayrılmanın bedelini ödemeyi bilme. Bu, eskiden olduğundan daha aktüel olan bir problemdir. Her bilgi tinsel tehlikeleri içerir. İnsanın doğası itibariyle sahip olduğu, uzamda ve zamanda gerçekleştirildiği, potansiyel bilgiden aktüel bilgiye geçiş, tehlikeli bir şeydir. O, tinsel açıdan her dâim tehlikelidir.

Bu, bizi böyle tehlikeli sonuçlardan bilim adamlarının sorumlu olduğu meselesine götürür. Söz konusu problem, bilimsel düşünce kadar eskidir ve bin yıldan beridir, kutsalın papazvari korunması ile geleneksel inançların peygamberî ya da felsefi eleştirileri arasındaki çatışmaların kaynağı idi. Böyle çatışmaların sosyolojik, politik, ve ekonomik gerekçeleri hesaba katılsa bile, onda gerçek trajik bir öge vardır. Bu, hepimizin maruz kaldığı yani bilmeye yönelişimiz ve engellenişimiz gerçeği, bütün insanlığın bir trajedisidir. Tanrı yasağı, sonuçların tehlikesi hususunda bizdeki bir uyarıdır. Papa, kutsal geleneklerin eleştirilerinin dehşetli sonuçlarının, pek çok insanın tini üzerinde nelere mal olacağının farkındadır; ancak ne peygamber ne de filozof, kutsal inançlar tahrip edilmiş olsa bile –daha önceki peygamberler ve filozofların yaptığı gibi– adalet ve hakikat adına mücadele etmek için, işlerinden vazgeçemezler. Bu, alışılmışın emniyeti ile yeninin riski arasındaki çatışma dediğim şeyin ilk örneğidir. Şimdiki bilimsel keşiflerlerle ilgili tehlikeler, ruhların kurtuluşuna göndermede bulunmayıp, ancak insan oğlunun hakiki varoluşunu ilgilendirir. Zira problem ve trajik içerimler tamamen aynıdır. Hakikatin keşfi ve ifadesinin trajik sonuçları, onu keşfetme ve ifade etme teşebbüslerinden vazgeçmek için sebep değildir. İnanan ruhu için tehlikeli hakikati ilan etmek, peygamberi ya da reformcuyu veya filozofu hakikati ifşa etmekten alıkoymaz. Bilimsel keşiflerin yıkıcı sonuçlarının tehlikesi düşünüldüğünde –ve ben burada çoğu durumda tehlikenin doğa bilimlerine göre belki de daha derin ve belki de daha trajik olduğu sosyal bilimci ve psikologa işaret etmek istiyorum– bilim adamları, hakikati ifşa etmekten sakınmamalıdırlar.

Maliyeti eğer hakikatten kaçınmaksa, trajediden kaçınmak doğru değildir. İnsan, masum hayal durumunda tutulamaz. Elbette tabiatıyla bizim yapabileceğimiz şey yapılması imkan alanında bulunan, huzursuz zihinlere, kaygıya, bilimsel gücün kendi kendini yok eden kullanımına karşı iyileştirici gücü denemekten ibarettir. Hakikat problemi, sonuçların ilerlemeyi muhafaza edemediği yerde –sonuçlar trajik olsa bile– bir problem olarak kalır. Yine, tabii ki, beni yanlış anlamamanız için bir sınırlamayı burada belirtmemiz gerekiyor. Ruh ya da beden için zehirleyici olan hakikatleri bulmak adına araçlar kullanamazsınız. Belki de Nazilerin, yaşayan insanlar üzerinde yaptıkları gibi tecrübeden bir şeyler öğrenebilirsin. Lakin bu bilgi, hakikat problemine ilişkin, şeytani tahriflerin yaratımıdır. Ancak trajedi devam etse bile, bizatihi hakikatin aranması gerekir.

Şimdi gelelim sonuca: Din, bilim ve felsefe arsındaki çatışma döneminin –düşüncenin daha eski periyotlarında kalan hâlâ geri kişiler olsa da– prensip itibariyle aşıldığı savımı özetliyorum. Tolerans döneminde yaşıyoruz. Tolerans birleştirmeyip, kabul ettiği için asla tatmin edici değildir. Sonuç itibariyle tolerans –daha fazla bir şey değilse– bizzat sıkı bir bilince sahiptir. Ve böylece biz, daima bir yeniden birleşme ve bu durumda işbirliği dönemi için mücadele ediyoruz ve de bugün bu mümkün bir şeydir. Söz konusu husus, pek çok yerde başladı ve bunun her yükselen güçte bir gerçek olacağı ümidimi ifade etmek istiyorum.

1 | 2 | 3

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP