HEGEL'DE «SANATIN ÖLÜMÜ» ÜZERİNE BİR DENEME
|
TÜLİN BUMİN
Hegel söylemi, «Tarihin sonu» başlığı altında pek çok şeyin sonundan, tükenişinden, ölümünden söz eder. Sanat da bunlardan biridir. Sanat, Hegel için insanlığın geçmişine ait bir şeydir. Sanat türlerini mimarlıktan başlayıp heykel, resim, müzik ve şiirden geçerek nesre ulaşan ve giderek maddesel olandan, duyumlanabilir olandan uzaklaşan bir biçimde sınıflandıran Hegel, çağının tipik sanat türünün roman olduğunu söyler. Bu sanat türlerinin kendi iç gelişim süreçleri de aynı yolu izlemektedir; giderek duyumlanabilir olandan yani kökensel anlamıyla estetik? olandan uzaklaşma. Bu çizgi özellikle şiirde çok iyi bir biçimde kendini açığa vurmaktadır. Şiir tinsellikten, Kavramdan, evrensellikten bir şeyler aldıkça estetik alanın dışına düşer.
Hegel'in çağdaşları arasında oldukça yaygın olan «sanatın ölümü» düşüncesi, çağdaşlarının tersine, Hegel'i üzmemektedir. Çünkü sanat, bir dil-öncesi, ya da başka bir deyişle, kötü konuşulan bir dildi. Hegel'in bu düşüncesini nasıl temellendirdiğini görmeden önce açıklamamız gereken iki nokta var:
1. Hegel sanatı, temsil edici olmayan bir etkinlik olarak almaktadır. Son derece çağcıl nitelikte olan bu anlayış Frankfurt Okulunun Hegel'den esinlenme noktalarından biridir.
2. Estetik, insanlığın Tin'e ulaşım sürecinde geçtiği evrelerden birinin, Yunan uygarlığının temel kategorisi olmuştur.
Yunan tinselliğinin kendisi aracılığıyla anlatımını bulduğu din, estetik bir dindir. Hegel Yunanlıların estetik dini ile Hıristiyanlığı karşılaştırarak birincinin estetik nitelikte oluşunun Tanrı dügüncesine tam olarak ulaşmada nasıl bir engel oluşturduğunu açıklamaktadır: Estetik, beraberinde zorunlu olarak getirdiği maddesel, bireysel, duyumsal boyuttan ötürü, kaçınılmaz olarak, Kavram-öncesi yani Akıl-öncesi ve (Hegel'de bu üçü aynı şey olduğu için) Dil-öneesi bir şeydir.
Hegel'in antik Yunan ve Hıristiyanlık konusundaki görüşü gençlik yapıtlarında (Frankfurt) ve olgunluk yapıtlarında (1802'-den sonra) farklılıklar göstermektedir. Hegel gençlik döneminde olduğu gibi olgunluk döneminde de Yahudiliğin bu dünyadan uzak, korkutucu, yüce ama yüceliğinden ötürü bu dünya ile hiçbir uzlaşım kabul etmeyen Tanrısına göre, Yunanlıların estetik dininin ileri bir adım olduğunu düşünmektedir.
Buna karşılık olgunluk döneminden farklı olarak Hegel gençlik döneminde (l'Esprit du Christianisme), Hıristiyanlığın İsa aracılığıyla gerçekleştirdiği sonsuz ile sonlu, evrenselle bireysel, Tanrıyla insan arasındaki dolayımsız (immediate) birleşimi eleştirmekte, Yunanlıların estetik dininin ürettiği figürlerinin daha gelişmiş, daha kalıcı olduğunu ileri sürmektedir. İsa bir bireydir. Oysa Yunan Tanrıları, insanbiçimsel görünümlerine karşın insanla Tanrı birleşimini Tanrısal düzeyde kalarak; Tanrısallıklarını, insansı düzeye indirgenmeksizin gerçekleştirebiliyorlardı. Yunan dininin Yahudiliğe olan üstünlüğü ise onun ilk olarak kendini açığa vuran, gösteren bir Tanrı anlayışına ulaşmasından kaynaklanıyordu. Yunanlıların imge-tanrı'sı Yahudiliğin sonsuz ile sonlu arasında örtülemez, kapatılamaz olarak nitelendirdiği uçurumu —Tanrı idesini görülebilir, duyumlanabilir yani estetik kılarak— kapatıyordu.
Oysa Phenomenologie'den başlayarak artık Hegel, Hıristiyanlığın Mutlak Bügi'ye (Savoir absolu) doğru gidişte filozof olmayanlarca varılabilecek en ileri aşama olduğunu düşünmektedir. Yani Hıristiyanlığın din anlayışı, estetik olandan kurtulmuş, sıyrılmış bir din anlayışı olarak Tin'e, Yunan dininin estetik niteliğinden ötürü başaramadığı ölçüde yaklaşabilmiştir. Yunanlıların tinselliğinin Yahudilerinkine üstünlüğü, ö halde, çift anlamlı bir üstünlüktür. Yunanlılar Tanrılarını sergileyerek onlarla ortak bir şeyleri olduğu duygusuna ulaşabilmişlerdir. Ama bu duygunun zorunlu olarak görme öğesine bağlı olması —Platon'un da demiş olduğu gibi— Tanrı fikrinin evrenselliği, kavramsallığı açısından sakıncalı bir şeydi. İşte bu nedenle Yunanlılar Tin'e ulaşamadılar. Çünkü dinin estetik yani duyumlanabilir öge aracılığı île (Tanrı heykelleri) gerçekleştirdiği uzlaşım, estetiğin biçimle madde arasında gerçekleştirdiği uzlaşımın hakikat açısından kötü bir uzlaşım olması nedeniyle başarısızdır.
Özetle, Hegel'in çağdaşlarının çoğu gibi —Winkelman'm Yunan sanatı üzerine yazılarının uyandırdığı büyük etkinin de sonucu olarak— Frankfurt'ta Yunan sanatına karşı beslediği büyük hayranlık sona ermiştir. Yunan çağı artık yitirilmiş bir uyum çağı olmaktan çok bir olgunluk öncesi dönemidir. Şimdi Hegel, Yunanlıların gerçekleştirdiği uzlaşımı, dolayımsızlığı ve görülebilirlik üzerine temellenmişliğiyie kusurlu bir uzlaşım olarak görmektedir: İnsan gibi görünmek, Yunan Tanrısının bir estetik seyir konusu olmasını getirmiştir ama seyretmek (contemplation), kavramak demek değildir. Tersine Tanrının görülebilir oluşu onun kavramına ulaşmada, onu evrenselliğinde tanımada bir engel oluşturmuştur. Oysa Tanrının ete kemiğe bürünmesiyle insanlık, kendisiyle Tann arasında seyirden farklı bir ilişkinin olabileceği bilincine erişti. Bu bilinç, estetik seyirin gerçekleştirdiği ilişkiden çok farklıdır. Çünkü estetik seyirdeki ilişki seyreden ile seyir konusunu kendi yerlerinde bırakan ve aralarında dışsal bir bağ kuran bir ilişkidir. İşte Hıristiyanlığın sildiği, bu dışsallık bağıdır.
İnsan-tanrınm yaşadığı en önemli olay ölümüdür. İsa ölmekle, üstelik genç ölmekle, insanla Tanrı arasında gerçekleştirdiği uzlaşımm duyumlanabilir boyutunu ortadan kaldırmış, böylece insanla Tanrı arasında doğru ilişkinin nasıl olacağını göstermiştir: Tanrı kendini seyir konusu olmaksızın da gösterebilir (manifestation). Tanrı ölmüştür. O artık görsel düzeyde çalışan hayalgücünün değil hatırlamanın konusu olacaktır.
Hıristiyanlığın Yunan dinine üstünlüğü, hatırlamanın hayalgücüne üstünlüğünden kaynaklanıyor. Evet, hatırlama Hegel'e göre henüz düşünme değildir. Ama Tanrı hakiki anlamını bedenleşmeden çok ölümüyle dile getirmiştir. İsa ölmekle insanlığı duyumlanabilir olanm çıkmazından önemli bir ölçüde kurtarmış, böylelikle de evrensel olana Kavrama giden yolu göstermiştir.
Hegel'in Din Felsefesi ve genel olarak Tarih Felsefesi konusundaki bu değerlendirmeler, onun estetik etkinliğin, genelde insanlığın Tin'e ulaşım sürecindeki yeri konusunda düşündüklerine değgin birtakım ipuçları vermektedir. Bundan kalkarak artık «Estetik» kuramının ana çizgileri daha doğrudan bir biçimde belirtilebilir.
Hegel'e göre sanatsal etkinlik ürettiği «görünüş» (apparance) aracılığıyla, anlamı (sens) görünebilir kılmaktadır. İşte sanatın özgürlüğü (spécificité) buradadır. Yine bu noktadır ki sanatı salt bir kopya olmaktan alıkoyar. Çünkü sanat, içeriğin dile getirilmesine yaramayan öğeleri bir yana bırakır, yeniden üretmez. Örneğin, Homer, Aşil'in güçlü bedenini anlatmak için onun bütün niteliklerini olduğu gibi betimlememektedir. O halde bir görünüş olarak sanat yapıtının içeriği, doğallığım özel olarak yitirmiş bir varoluştur. Sanat yapıtını çekici kılan da işte bu «doğallığını yitiriş»tir.
Hegel, Kant'm tersine, sanatın, varoluşun hakikatini (varoluşu görünüşe dönüştürme yoluyla) verebildiğini düşünmektedir. Yani sanat yapıtı, salt varoluşa göre daha yüksek bir hakikatin taşıyıcısıdır. Bu nedenle de Kant'ta doğa güzelliği sanat güzelliğine üstün tutulurken Hegel'de estetik «temsil etme» (representation) doğal olanın hakikatini oluşturmaktadır: Estetik «temsil etme»de, doğal kabuğunda (maddesel, duyumlanabilir kabuğunda) kapalı bulunan içerik kendini gösterir, açığa vurur.
Hegel'le Kant'ı karşılaştırmamız gereken bir başka konu daha var. Kant için sanat yapıtından duyulan estetik haz saf, arı bir haz değildir. Çünkü sanat yapıtı üzerine verdiğimiz yargıda —kaçınılmaz olarak— bu yapıtın üretilmesinde güdülen niyetli amaçsallığın göz önüne alınması, söz konusudur. Yani Kant için sanat yapıtının kusuru, onda sanatçıyı —onun kişiliğinin, niyetlerinin izlerini— görmemizdir. Hegel için ise tersine, sanat yapıtının kusuru, üretenin etkinliği ile bir seyirci olarak ben'in etkinliği arasında bir «ekran» rolü oynaması, yapımında kullanılan emeği gizlemesidir. Yine Hegel, sanat nesnelerinin, Kant'ın ileri sürdüğü gibi çok doğal oldukları için değil, çok doğal şeyler olarak yapıldıkları için hoşumuza gittiklerini söylerken de, estetik alanında asıl önemli olanın sanat yapıtından çok sanatsal etkinlik olduğunu belirtmektedir.
Sanat yapıtının salt varoluşu kopya etmediğini söylemiştir Hegel. Ona göre en gerçekçi sanat yapıtında (örneğin Hollanda resim geleneğinde) bile figüre dönüşen ipek ve yünden dokunmuş kumaştan yapılan bir giysi aslında renk ve ışıktan başka bir şey olarak görünmez. Böyle olmakla da bu görünüş, gerçek ipek ve yünün hakikatini bildirmektedir: İpek ve yün dediğimiz, böyle algıladığımız şeylerin hakikati ışık ve renkten başka bir şey değildir. Resim, kendi dışında bir hakikati temsil etmiyor. Tersine resimde belirtke (signe) ve anlam (sens) birleşiyor. Resmin hakikati konusu olan salt varoluşta değil; salt varoluşun hakikati, onu görünüşe dönüştüren, onda bulunan ve anlamı gizleyen ayrıntıları ayıklayan, seçen, yeniden biçimlendiren resimdedir. Sanat yapıtı, varoluşu idealleştirerek onun hakikatini açığa vurmaktadır.
Bu idealleştirme salt varoluşu, özne için veri olan, onu edilgen (salt alıcı, duyumlayıcı) kılan varoluşu yadsıyıcı bir etkinliktir. Bu yadsımanın taşıdığı başkaldırma boyutu yine Frankfurt Okulunun Hegel'den aldığı önemli görüşlerden biridir. Örneğin, Adorno'ya göre sanat bir biçim verme etkinliği olarak, var olan biçimlerin, veri olanın taşıdığı biçimlerin yadsınması anlamını taşır. İşte her sanat yapıtının (en tutucusunun bile) özü gereği taşıdığı eleştirel, başkaldıran boyut bu yadsımadan kaynaklanmaktadır. Adorno'yu Hègel'e bağlayan bağ burada bitmiyor. Biçim verme etkinliğinin yadsıyıcı bir etkinlik olarak anlaşılmasının yanısıra, Adorno için de biçim verme, Hegel'de olduğu gibi, içerik kazandırmaktan ayrı bir etkinlik değildir. Çünkü biçim öncesi bir içerik, bir anlam yoktur. Biçim verme etkinliği veri olanın taşıdığı düzene yeni bir düzen kazandırır. Alberti'nin perspektifinin çağdaş resimde kırılması yalnızca yeni bir tekniğin, «biçim» in ya da biçemin ortaya çıkışı değildir. Resimde perspektifin sorgulanması, yadsınması belli bir dünya görüşü ve akılsallık anlayışının sorgulanmasıdır. İşte bu nedenle Adorno, «biçim, çökertilmiş sosyal içeriktir» derken Hegel gibi düşünmektedir.
Hegel'in Estetiktim okumamız buraya kadar olumlu bir okumaydı. Çünkü, onun sanatsal etkinlikte bulduğu yönle, salt varoluşa göre üstün olan yönle ilgilendik. Sanat, salt varoluşu görünüşe dönüştürürken, yeniden biçimlendirirken duyumlanabilir olanı yadsıdı. Ama bu yadsıma yeterli bir yadsıma değildir Hegel için. Çünkü sanat yapıtı duyumlanabilir olanı yadsımak için yine duyumlanabilir bir şey olmak zorundadır. Bu nedenle onun yarattığı görünüş hakikatle, tinsellikle yeterince bütünleşemiyor. O, hakikati gösteriyor, üstelik kendi dışında bir şey olarak, salt varoluşta yer alan bir şey olarak değil. Evet, sanat yapıtı hakikati dile getiriyor, getiriyor ama, diyor Hegel, sofu ruhluların hayatın anlamını gösterdikleri gibi, yani yine de hayatta kalarak.
Hegel söylemi, «Tarihin sonu» başlığı altında pek çok şeyin sonundan, tükenişinden, ölümünden söz eder. Sanat da bunlardan biridir. Sanat, Hegel için insanlığın geçmişine ait bir şeydir. Sanat türlerini mimarlıktan başlayıp heykel, resim, müzik ve şiirden geçerek nesre ulaşan ve giderek maddesel olandan, duyumlanabilir olandan uzaklaşan bir biçimde sınıflandıran Hegel, çağının tipik sanat türünün roman olduğunu söyler. Bu sanat türlerinin kendi iç gelişim süreçleri de aynı yolu izlemektedir; giderek duyumlanabilir olandan yani kökensel anlamıyla estetik? olandan uzaklaşma. Bu çizgi özellikle şiirde çok iyi bir biçimde kendini açığa vurmaktadır. Şiir tinsellikten, Kavramdan, evrensellikten bir şeyler aldıkça estetik alanın dışına düşer.
Hegel'in çağdaşları arasında oldukça yaygın olan «sanatın ölümü» düşüncesi, çağdaşlarının tersine, Hegel'i üzmemektedir. Çünkü sanat, bir dil-öncesi, ya da başka bir deyişle, kötü konuşulan bir dildi. Hegel'in bu düşüncesini nasıl temellendirdiğini görmeden önce açıklamamız gereken iki nokta var:
1. Hegel sanatı, temsil edici olmayan bir etkinlik olarak almaktadır. Son derece çağcıl nitelikte olan bu anlayış Frankfurt Okulunun Hegel'den esinlenme noktalarından biridir.
2. Estetik, insanlığın Tin'e ulaşım sürecinde geçtiği evrelerden birinin, Yunan uygarlığının temel kategorisi olmuştur.
Yunan tinselliğinin kendisi aracılığıyla anlatımını bulduğu din, estetik bir dindir. Hegel Yunanlıların estetik dini ile Hıristiyanlığı karşılaştırarak birincinin estetik nitelikte oluşunun Tanrı dügüncesine tam olarak ulaşmada nasıl bir engel oluşturduğunu açıklamaktadır: Estetik, beraberinde zorunlu olarak getirdiği maddesel, bireysel, duyumsal boyuttan ötürü, kaçınılmaz olarak, Kavram-öncesi yani Akıl-öncesi ve (Hegel'de bu üçü aynı şey olduğu için) Dil-öneesi bir şeydir.
Hegel'in antik Yunan ve Hıristiyanlık konusundaki görüşü gençlik yapıtlarında (Frankfurt) ve olgunluk yapıtlarında (1802'-den sonra) farklılıklar göstermektedir. Hegel gençlik döneminde olduğu gibi olgunluk döneminde de Yahudiliğin bu dünyadan uzak, korkutucu, yüce ama yüceliğinden ötürü bu dünya ile hiçbir uzlaşım kabul etmeyen Tanrısına göre, Yunanlıların estetik dininin ileri bir adım olduğunu düşünmektedir.
Buna karşılık olgunluk döneminden farklı olarak Hegel gençlik döneminde (l'Esprit du Christianisme), Hıristiyanlığın İsa aracılığıyla gerçekleştirdiği sonsuz ile sonlu, evrenselle bireysel, Tanrıyla insan arasındaki dolayımsız (immediate) birleşimi eleştirmekte, Yunanlıların estetik dininin ürettiği figürlerinin daha gelişmiş, daha kalıcı olduğunu ileri sürmektedir. İsa bir bireydir. Oysa Yunan Tanrıları, insanbiçimsel görünümlerine karşın insanla Tanrı birleşimini Tanrısal düzeyde kalarak; Tanrısallıklarını, insansı düzeye indirgenmeksizin gerçekleştirebiliyorlardı. Yunan dininin Yahudiliğe olan üstünlüğü ise onun ilk olarak kendini açığa vuran, gösteren bir Tanrı anlayışına ulaşmasından kaynaklanıyordu. Yunanlıların imge-tanrı'sı Yahudiliğin sonsuz ile sonlu arasında örtülemez, kapatılamaz olarak nitelendirdiği uçurumu —Tanrı idesini görülebilir, duyumlanabilir yani estetik kılarak— kapatıyordu.
Oysa Phenomenologie'den başlayarak artık Hegel, Hıristiyanlığın Mutlak Bügi'ye (Savoir absolu) doğru gidişte filozof olmayanlarca varılabilecek en ileri aşama olduğunu düşünmektedir. Yani Hıristiyanlığın din anlayışı, estetik olandan kurtulmuş, sıyrılmış bir din anlayışı olarak Tin'e, Yunan dininin estetik niteliğinden ötürü başaramadığı ölçüde yaklaşabilmiştir. Yunanlıların tinselliğinin Yahudilerinkine üstünlüğü, ö halde, çift anlamlı bir üstünlüktür. Yunanlılar Tanrılarını sergileyerek onlarla ortak bir şeyleri olduğu duygusuna ulaşabilmişlerdir. Ama bu duygunun zorunlu olarak görme öğesine bağlı olması —Platon'un da demiş olduğu gibi— Tanrı fikrinin evrenselliği, kavramsallığı açısından sakıncalı bir şeydi. İşte bu nedenle Yunanlılar Tin'e ulaşamadılar. Çünkü dinin estetik yani duyumlanabilir öge aracılığı île (Tanrı heykelleri) gerçekleştirdiği uzlaşım, estetiğin biçimle madde arasında gerçekleştirdiği uzlaşımın hakikat açısından kötü bir uzlaşım olması nedeniyle başarısızdır.
Özetle, Hegel'in çağdaşlarının çoğu gibi —Winkelman'm Yunan sanatı üzerine yazılarının uyandırdığı büyük etkinin de sonucu olarak— Frankfurt'ta Yunan sanatına karşı beslediği büyük hayranlık sona ermiştir. Yunan çağı artık yitirilmiş bir uyum çağı olmaktan çok bir olgunluk öncesi dönemidir. Şimdi Hegel, Yunanlıların gerçekleştirdiği uzlaşımı, dolayımsızlığı ve görülebilirlik üzerine temellenmişliğiyie kusurlu bir uzlaşım olarak görmektedir: İnsan gibi görünmek, Yunan Tanrısının bir estetik seyir konusu olmasını getirmiştir ama seyretmek (contemplation), kavramak demek değildir. Tersine Tanrının görülebilir oluşu onun kavramına ulaşmada, onu evrenselliğinde tanımada bir engel oluşturmuştur. Oysa Tanrının ete kemiğe bürünmesiyle insanlık, kendisiyle Tann arasında seyirden farklı bir ilişkinin olabileceği bilincine erişti. Bu bilinç, estetik seyirin gerçekleştirdiği ilişkiden çok farklıdır. Çünkü estetik seyirdeki ilişki seyreden ile seyir konusunu kendi yerlerinde bırakan ve aralarında dışsal bir bağ kuran bir ilişkidir. İşte Hıristiyanlığın sildiği, bu dışsallık bağıdır.
İnsan-tanrınm yaşadığı en önemli olay ölümüdür. İsa ölmekle, üstelik genç ölmekle, insanla Tanrı arasında gerçekleştirdiği uzlaşımm duyumlanabilir boyutunu ortadan kaldırmış, böylece insanla Tanrı arasında doğru ilişkinin nasıl olacağını göstermiştir: Tanrı kendini seyir konusu olmaksızın da gösterebilir (manifestation). Tanrı ölmüştür. O artık görsel düzeyde çalışan hayalgücünün değil hatırlamanın konusu olacaktır.
Hıristiyanlığın Yunan dinine üstünlüğü, hatırlamanın hayalgücüne üstünlüğünden kaynaklanıyor. Evet, hatırlama Hegel'e göre henüz düşünme değildir. Ama Tanrı hakiki anlamını bedenleşmeden çok ölümüyle dile getirmiştir. İsa ölmekle insanlığı duyumlanabilir olanm çıkmazından önemli bir ölçüde kurtarmış, böylelikle de evrensel olana Kavrama giden yolu göstermiştir.
Hegel'in Din Felsefesi ve genel olarak Tarih Felsefesi konusundaki bu değerlendirmeler, onun estetik etkinliğin, genelde insanlığın Tin'e ulaşım sürecindeki yeri konusunda düşündüklerine değgin birtakım ipuçları vermektedir. Bundan kalkarak artık «Estetik» kuramının ana çizgileri daha doğrudan bir biçimde belirtilebilir.
Hegel'e göre sanatsal etkinlik ürettiği «görünüş» (apparance) aracılığıyla, anlamı (sens) görünebilir kılmaktadır. İşte sanatın özgürlüğü (spécificité) buradadır. Yine bu noktadır ki sanatı salt bir kopya olmaktan alıkoyar. Çünkü sanat, içeriğin dile getirilmesine yaramayan öğeleri bir yana bırakır, yeniden üretmez. Örneğin, Homer, Aşil'in güçlü bedenini anlatmak için onun bütün niteliklerini olduğu gibi betimlememektedir. O halde bir görünüş olarak sanat yapıtının içeriği, doğallığım özel olarak yitirmiş bir varoluştur. Sanat yapıtını çekici kılan da işte bu «doğallığını yitiriş»tir.
Hegel, Kant'm tersine, sanatın, varoluşun hakikatini (varoluşu görünüşe dönüştürme yoluyla) verebildiğini düşünmektedir. Yani sanat yapıtı, salt varoluşa göre daha yüksek bir hakikatin taşıyıcısıdır. Bu nedenle de Kant'ta doğa güzelliği sanat güzelliğine üstün tutulurken Hegel'de estetik «temsil etme» (representation) doğal olanın hakikatini oluşturmaktadır: Estetik «temsil etme»de, doğal kabuğunda (maddesel, duyumlanabilir kabuğunda) kapalı bulunan içerik kendini gösterir, açığa vurur.
Hegel'le Kant'ı karşılaştırmamız gereken bir başka konu daha var. Kant için sanat yapıtından duyulan estetik haz saf, arı bir haz değildir. Çünkü sanat yapıtı üzerine verdiğimiz yargıda —kaçınılmaz olarak— bu yapıtın üretilmesinde güdülen niyetli amaçsallığın göz önüne alınması, söz konusudur. Yani Kant için sanat yapıtının kusuru, onda sanatçıyı —onun kişiliğinin, niyetlerinin izlerini— görmemizdir. Hegel için ise tersine, sanat yapıtının kusuru, üretenin etkinliği ile bir seyirci olarak ben'in etkinliği arasında bir «ekran» rolü oynaması, yapımında kullanılan emeği gizlemesidir. Yine Hegel, sanat nesnelerinin, Kant'ın ileri sürdüğü gibi çok doğal oldukları için değil, çok doğal şeyler olarak yapıldıkları için hoşumuza gittiklerini söylerken de, estetik alanında asıl önemli olanın sanat yapıtından çok sanatsal etkinlik olduğunu belirtmektedir.
Sanat yapıtının salt varoluşu kopya etmediğini söylemiştir Hegel. Ona göre en gerçekçi sanat yapıtında (örneğin Hollanda resim geleneğinde) bile figüre dönüşen ipek ve yünden dokunmuş kumaştan yapılan bir giysi aslında renk ve ışıktan başka bir şey olarak görünmez. Böyle olmakla da bu görünüş, gerçek ipek ve yünün hakikatini bildirmektedir: İpek ve yün dediğimiz, böyle algıladığımız şeylerin hakikati ışık ve renkten başka bir şey değildir. Resim, kendi dışında bir hakikati temsil etmiyor. Tersine resimde belirtke (signe) ve anlam (sens) birleşiyor. Resmin hakikati konusu olan salt varoluşta değil; salt varoluşun hakikati, onu görünüşe dönüştüren, onda bulunan ve anlamı gizleyen ayrıntıları ayıklayan, seçen, yeniden biçimlendiren resimdedir. Sanat yapıtı, varoluşu idealleştirerek onun hakikatini açığa vurmaktadır.
Bu idealleştirme salt varoluşu, özne için veri olan, onu edilgen (salt alıcı, duyumlayıcı) kılan varoluşu yadsıyıcı bir etkinliktir. Bu yadsımanın taşıdığı başkaldırma boyutu yine Frankfurt Okulunun Hegel'den aldığı önemli görüşlerden biridir. Örneğin, Adorno'ya göre sanat bir biçim verme etkinliği olarak, var olan biçimlerin, veri olanın taşıdığı biçimlerin yadsınması anlamını taşır. İşte her sanat yapıtının (en tutucusunun bile) özü gereği taşıdığı eleştirel, başkaldıran boyut bu yadsımadan kaynaklanmaktadır. Adorno'yu Hègel'e bağlayan bağ burada bitmiyor. Biçim verme etkinliğinin yadsıyıcı bir etkinlik olarak anlaşılmasının yanısıra, Adorno için de biçim verme, Hegel'de olduğu gibi, içerik kazandırmaktan ayrı bir etkinlik değildir. Çünkü biçim öncesi bir içerik, bir anlam yoktur. Biçim verme etkinliği veri olanın taşıdığı düzene yeni bir düzen kazandırır. Alberti'nin perspektifinin çağdaş resimde kırılması yalnızca yeni bir tekniğin, «biçim» in ya da biçemin ortaya çıkışı değildir. Resimde perspektifin sorgulanması, yadsınması belli bir dünya görüşü ve akılsallık anlayışının sorgulanmasıdır. İşte bu nedenle Adorno, «biçim, çökertilmiş sosyal içeriktir» derken Hegel gibi düşünmektedir.
Hegel'in Estetiktim okumamız buraya kadar olumlu bir okumaydı. Çünkü, onun sanatsal etkinlikte bulduğu yönle, salt varoluşa göre üstün olan yönle ilgilendik. Sanat, salt varoluşu görünüşe dönüştürürken, yeniden biçimlendirirken duyumlanabilir olanı yadsıdı. Ama bu yadsıma yeterli bir yadsıma değildir Hegel için. Çünkü sanat yapıtı duyumlanabilir olanı yadsımak için yine duyumlanabilir bir şey olmak zorundadır. Bu nedenle onun yarattığı görünüş hakikatle, tinsellikle yeterince bütünleşemiyor. O, hakikati gösteriyor, üstelik kendi dışında bir şey olarak, salt varoluşta yer alan bir şey olarak değil. Evet, sanat yapıtı hakikati dile getiriyor, getiriyor ama, diyor Hegel, sofu ruhluların hayatın anlamını gösterdikleri gibi, yani yine de hayatta kalarak.