Tarih Felsefesi Üzerine Bazı Düşünceler - 3

Bu iki görüşün birbirlerine yöneltikleri eleştiriler makul görülebilir. Ancak ikisinin de temelde eksikleri sözkonusudur. Nomotetik görüş, idiografik olanı, geçmişteki olayları aktarmak istediğinde, tanım gereği, gerçekten meydana geldiği haliyle, ondan bir seçme yapmak ve hem seçmek hem de seçmede kullandığı kriterler ve tanımlama kategorileri kullanmak zorunda kalmakla eleştirir. Halbuki, bu kriter ve kategoriler açıkça doğrulanmayan bilimsel yasalara benzeyen gerçek genellemelerdir. Nomotetik görüş ise, toplumsal gerçekliği etkileyen ve onu değiştiren bir niteliğe sahip dönüşümsel olguları ihmal etmekle tenkid edilir. Zira bu olgular, yapısal düzenlemelerin tekrarını önleyen şeylerdir.

Şu halde bu eleştirilerin hangisi haklıdır? Yoksa her ikisi de doğru mu? O zaman evrensel olanla tikel biribirini nasıl dönüştürdüğü sorusu akla gelmektedir. Çözüm olarak ileri sürülen yollardan birisi, tarih ile sosyal bilimi birleştirmektir. Tarihçi, yasa benzeri genellemeler yaparak, sosyal bilimciye daha derin veri kümeleri sağlamalıdır. Sosyal bilimci de, tarihçiye tikel bir olay dizisinin izahında bir kavrayış sağlayan makul ölçüde kanıtlanmış genellemeler sunmalıdır. Fakat bu ikisinin net olarak belirlenememesi hâla bir sorun olarak durmaktadır. Gerçekten de olaylar dizisi ve evren, tarih ve sosyal bilim arasında, anlamlı bir fark olup olmadığı temel bir problemdir. Başka bir ifadeyle bunlar ayrımı yosa tek bir faaliyet midirler ? Şeyleri ( aynı anda ) varolarak gösteren bir düzenleme, geometrik bir boyutla benzerlik göstermektedir. Geometrik bir boyut mantıki olarak tanımlanabilir; ancak gerçek olmayan bir biçimde, kağıda çizilebilir. Geometride bir nokta , bir dogru ya da bir düzlem ancak üç ( ya da dört ) boyutta çizilebilir. Bu sosyal bilimde de böyledir. Şeylerin birarada varolduklarını gösteren düzenleme kavramsal bir belirlemedir .

Toplumsal olarak kullanışlı bir kategori değil. Bütün betimlemelerin zamanı vardır; sorun, ne kadar genişlikte bir zaman şeridinin dolaysız olarak uygun olduğudur. Benzer biçimde, benzersiz olaylar dizisi ancak benzersiz- olmayan kategorilerle betimlenebilir. Bütün kavramsal dil, evrenler arasında karşılaştırmaları varsayar. Nasıl sözcüğün gerçek anlamında bir nokta çizemiyorsak, aynı şekilde sözcüğün gerçek anlamında benzersiz bir olayı da betimleyemeyiz.

Wallerstein’e göre, bu içinden çıkılmaz mantıkî bir açmaz olduğundan, çözümün bilgi edinmeye yardımcı olacak tecrübî zeminlerde aranması gerekir. Yapılması gereken şey, bu iki uç arasında orta bir yolu izlemektir. Analiz, diziler halindeki gerçekliğin en büyük bölümünü belirleyen yönetici mantıkları kapsayacak şekilde, zamanda yeteri kadar uzun, mekanda yeteri kadar geniş
sistemik çevrelerde sürdürülmelidir. Ayrıca eş zamanlı olarak bu sistemik çerçevelerin, başlangıçları ve sonları olduğu kabul edilmeli ve hesaba katılmalıdır. Dolayısıyla bu ebedî olgular olmadığı anlamına gelir. O halde, görev tektir; Sosyolog ve tarihçi farklı işler yapmamaktadır. Yaptıkları, tikel sistemlerin genel yasaları ile bu sistemlerin içinden geçtikleri tikel dizileri tahlil etmektir.

Şu halde sosyal bilim analiz birimlerini nasıl tesbit edecektir?

Bu canalıcı bir sorudur . İmmanuel Wallerstein bize bu konuda şu çözümleri sunmaktadır. Şimdiye kadar sosyal bilimciler bir toplum nedir sorusuna cavap aramışlardır. Halbu ki bu yukarıda arzedilen argümanlara terstir. “Bir toplum ne zaman ve nerededir? sorusu sorulmalıdır. Çünkü toplumlar somuttur. Ve toplum kelimesi terkedilmelidir. Toplum denilen bir şeyi varsaydığımızda, onu değiştirmek, denetlemek ve geliştirilmesi için gerekli müdahalelerde
bulunabileceğini de kabul etmek demektir. Ve gerçekten de 19. yüzyılda bu böyle düşünüldü. Bu yüzyılda toplum kavramının karşısına devlet kavramının konulması da yine bu anlayıştan kaynaklanmaktadır. Devletler toplumsal değişmeyi denetleyebileceklerine inandılar. 19. yüzyılda devlet toplum karşıtlığının kurulması ikisinin taleplerinin farklılaşmasında uzlaşma veya sindirme politikalarını gündeme getirdi. Ve daima bu ikisi arasındaki ilişkilerin nasıl olması gerektiği üzerinde duruldu.

Hangisi hangisine tabi olmalıydı? Devlet mi topluma, toplum mu devlete? Sonunda bu ikisinin sınırlarının aynı olduğu vurgulanarak problem halledilmeye çalışıldı. Fakat bu mantıkla incelenen konular, gerçekliğin çarpıtılarak kavranması sonucunu doğurdu. Bu çarpıtma ise Wallerstein’e göre, toplum terimi yerine tarihsel sistemi (Dünya sistem analizi) koymakla aşılabilir. Elbette bu sadece anlamla ilgili bir yer değiştirmedir. Fakat toplumun edindiği merkezi çağrışımdan, devletle bağlantısından ve dolayısıyla nerede ve ne zaman hakkındaki önvarsayımlardan bizi kurtarır. Ayrıca tarihsel bir terim olarak sosyal bilimlerin birliğini vurgular. Varlık aynı anda hem sistemik hem de tarihseldir.

Wallerstein’e göre, bir analiz birimi seçilirken, mantık ve biçim ilişkisi ile bu biçimlerin varoluş tarihi esas alınmalıdır. Bir tarihi sistemin biçimsel özelliklerini belirlemek istediğimizde ise, o sistem ve sistemin içindeki insanların belli türde ve işbölümü yoluyla süregiden ve düzenli olarak yeniden ürettikleri şeylere bakılmalıdır.

Bu açıdan bakıldığında, Wallerstein üç sistemin varlığını kabul eder; Birincisi, mini sistemler olup kısa ömürlü(altı kuşak) küçük mekanlarda geçerl idir. Bunlara kül türel ve idârî olarak benzerdirler. Bunun temel mantığı, mübadelelerde karşılılıktır. İkincisi dünya İmparatorlukları yani geniş politik yapılardır. Farklı kültürel kalıpları içerirler . Bunun temel mantığı ise başka şartlarda yerel olarakkendilerini yöneten (genellikle kırsal) doğrudan üreticilerden vergi alınması ve bu vergilerin yukarıya merkeze doğru aktarılması ve az sayıda fakat kritik önemdeki devlet görevlileri ağına yeniden dağıtılmasıdır. Dünya ekonomilerine gelince, çeşitli politik yapılar
tarafından parçalara ayrılmış olan bütünleşmiş üretim yapılarının geniş ve eşitsiz biçimleridir. Bunun temel mantığı da, birikmiş artı değerin pazar ağlarında çeşitli türlerde geçici tekeller oluşturabilenlerin lehine olarak eşit bir biçimde dağıtılmasıdır ki bu kapitalist mantıktır.

Peki bu biçimlerin birarada varoluş tarihi nasıl açıklanabilir?

Bu üç sistem bir arada varolabilir. Dünya imparatorlukları genişlerken diğer sistemler emilirler. Küçülmeleri halinde ise mini-sistemler dünya ekonomileri ve daha sonra imparatorluklar haline gelir. Ve bu sistemler ancak tarihsel olarak incelenebilir.

Daha önce Collingwood’un tarih ile bilimin arasında mantıkları açısından bir fark görmediğini belirtmiştik. Nitekim ona göre, bir kavram edinmek ya da düşünmek, o kavrama göre vakıayı yorumlamaktır; Bir vakıayı edinmek ya da gözlemlemek, bir kavrama göre o vakıayı yorumlamak demektir . O halde doğrudan gözlenemeyen tarihi gerçeklik, bir biçimde kavramlaştırılmak zorundadır. Ve her kavram kaçınılmaz olarak bir sınırlandırmayı gündeme getirir. Dolayısıyla kavramlaştırma, kaçınılmaz olarak belli bir zaman, mekandaki şeyi belirleme demektir. Ve kavramlar olguları oldukları gibi yansıtmadıklarından, birbirlerine indirgenemezler. Şimdiye kadar yapılan tartışmalar esasen gerçeklik kavramının anlamına ilişkindir. Bu kavram aynı eleştiriye açıktır.

Şu halde , gözlenen şeyleri gösteren kavramlarla , kavramların göstergeleri tam olarak örtüşemezler. Bir kavramın gösterdiği şeyin bilinebilmesi bir açıdan onun bütün varlıklar arasındaki ilişkiler bağlamında tanınması demektir ki, hakikaten bu imkansızdır. Dolayısıyla bir şeyin tarihi de aynı şekilde bilinemez. Ancak mekan-zaman kordinatında ortaya çıkan olguları, direk veya dolaylı müşahedeleri mevcut kavramsal çerçevelerimizi kullanarak veya yeniden üreterek merak edilen yönlerini yorumlayabiliriz. Burada önemli olan şey, çizdiğimiz bir sınırı neden öyle çizdiğimizin bilincinde olunmalıdır. Ve kendimizle ilgili bilgileri bilinçli olarak gizlememeli ve başka türlü göstermemeliyiz. Bu çerçevede yapılan bütün yorumların etkisi ne olursa olsun belli bir anlamı olduğunu bilmeliyiz. Ve üretilen bilginin kesinlikle kesin olmadığının da şuurunda olmalıyız.

Görülüyor ki, tarih bilimi ya da tarihçi, bir şeyin ya da eylemin veya bunlarda meydana gelen değişmenin hem o tarihte ne olduğunu(teşhis) hem de neden ve nasıl olduğunu izah ettiğinde üzerine düşeni yapmış sayılır. Bu açıdan bakıldığında, belli bir anda var olan şeyin bilinmesi, onun hem hangi yönüyle belli bir türe ait olduğunu, hem de onun varlık şartlarını belirlemekten geçer.

Bir şeyin tek başına anlaşılması mümkün olmadığı gibi, ferdi şeyler arasındaki benzerlikler de sadece o şeyin kendisinden kaynaklanmaz. Benzerlikler ve farklılıklar bilmede dikkat edilecek temel özelliklerdir. Mesela, Daniel Panzac Osmanlı İmparatorluğu’nda Veba (1700-1850) adlı eserinde, bu olguyu incelerken bu adla andığı bir olguyu varsayar. Panzac’ın bu konuda verdiği bilgiler ve yorumlar elde ettiği kanıtlara dayanır. Panzac «Osmanlı ve veba» ilişkisini sorgular. O hastalık ile toplum arasında bir etki leşim olduğunu kabul ettiği için toplumun bu hastalık karşısında nasıl tavır aldığını yakalamaya gayret eder. Toplum bu olay karşısında duygu ve düşüncelerini o günkü bilgi seviyesinde çeşitli eylem ve söylemleriyle dile getirmiş olmalıdır. İşte bu dile getirmelerden kendisine intikal eden izleri tarihçi bağlantıları keşfederek yorumlamaya çalışır. Vebadan ölenlerin mezar taşlarındaki yazıları inceyen Panzac, müslümanların hastalığı kaderci bir anlayış içerisinde karşıladığını tespit eder. Ve bu kaderci yaklaşımı sadece mezar taşlarından değil, başka delillerden de okur. Panzac’ın bu yorumu hakikaten gerçeği yansıtmakta mıdır? Yoksa kendi düşüncesini bu gerçeklere dayatmış mıdır? Varılan bu sonuçların hemen yanlış olduğu söylenemeyeceği gibi, herkes için genel geçer doğrular olarak kabul edilmesi de en az bunun kadar zordur. Zira Panzac’ ın bulduğu del i l ler ve bakış açısı bir başkasının yeniden bulduğu deliller ve bakış açısıyla değişebilir. Ancak bu Osmanlıların başından olumsuz anlamda bir şey geçmediğini göstermez.

Şu halde bir tarihçi, Richard Senett’in de en uygun önerisiyle, sebep-sonuç mantığını gözardı etmeden ve hiçbir şeyin varoluş nedeni olduğunu da ileri sürmeden tarihsel değişimi, değişimin etkilerini somut bir biçimde aşama aşama göstermeye çalışmalıdır.

Aslında İslam düşüncesindeki kesb teorisinde dile getirilen ontolojik temel dikkate alındığında yukarıdan beri özetlediğimiz çelişkiler önemli ölçüde aşılmış olacaktır. Öyle inanıyoruz ki, hiçbir şeyi hiçbir şeyin zorunlu nedeni olarak ileri sürmeden ve birbirlerinden bağımsız olmadıklarını hesaba katarak yorumlamaya gayret etmemiz en doğru tutum olacak ve ürettiğimiz bilgi kesinlik ifade etmemekle beraber aydınlatıcı bir rol oynayacaktır.

Bibliyografya

Ali Şeriati, Toplumbilim Üzerine, İstanbul, 1988.
Aydınlı, Yaşar, Gazâlî: Muhafazakar ve Modern, Arasta Yayınları, Bursa, 2000
Ayman, Mehmed, Gazzâli’de Bilgi sistemi ve Şüphe, İstanbul 1997.
Best, Steven-Douglas Kellner, Post-Modern Teori, Eleştirel Soruşturmalar, Çev. Mehmet Küçük, İstanbul, 1998.
Collingwood, R.G., Tarih Tasarımı, çev. Kurtuluş Dinçer, Ayışığı Kitapları, İstanbul, 2000. 2. bsk.
Ebî Mansur Muhammed b. Muhammed b. Mahmud el-Maturîdî es-Semerkandî, Kitabü’t-Tevhid, nşr. Fethullah Huleyf, İstanbul, 1979.
Fay, Brıan, Çağdaş Sosyal Bilimler Felsefesi, çev. İsmail Türkmen, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2001
Gulbenkıan Komisyonu, Sosyal Bilimleri Açın, çev. Şirin Tekeli, İstanbul, 1998.
Halkın, Léon E, Tarih Tenkidinin Unsurları, çev. Bahaeddin Yediyıldız, Türk Tarih Kurumu Yay., Ankara, 1989.
Hartmann, Nicolai, Ontolojinin Işlığında Bilgi, çev. Harun Tepe, Ankara, 1998.
İbn Arabi, Marifet ve Hikmet, çev. Mahmut Kanık, İz Yayıncılık, İstanbul, 1995.
Jenkins, Keıth, Tarihi Yeniden Düşünmek, B. Sina Şener, Ankara 1991.
Muhammed Ebî Hamid El-Gazzâlî et-Tûsî, El-İktisâd fi’l-i’tikâd, Mustafa el-Babî el Halebî Matbaası, Ts., Mısır.
Russel, Keat-John Urry, Bilim Olarak Sosyal Teori, Çev. Nilgün Çelebi, İmge Kitabevi, Ankara, 1994.
Senett, Richard, Kamusal İnsanın Çöküşü, çev. Serpil Durak- Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yay.İstanbul, 1996.
Shapin, Steven, Bilimsel Devrim, çev. Ayşegül Yurdaçalış, İzdüşüm Yayınları, İstanbul, 2000.
Tosh, John, Tarihin Peşinde, Çev. Özden Arıkan, Istanbul, 1997.
Uçar, Şahin, Tarih Felsefesi Meseleleri, İstanbul, 1997.
Wallerstein, İmmanuel, Sosyal Bilimleri Düşünmemek, çev. Taylan Doğan, Avesta Yayınları, İstanbul, 1997.
Wolfson, H. Austyn, Kelâm Felsefeleri, çev. Kasım Turhan, Kitabevi Yayınları, İstanbul, 2001.
1 | 2 | 3

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP