HEİDEGGER'DE "DAS MAN" KATEGORİSİ - 1

GÜVEN SAVAŞ KIZILTAN

Heidegger, felsefe tarihi boyunca metafizik ile uğraşanların her zaman varolan ile varlık kavramlarını birbirine karıştırdıklarını düşünür. Metafizik Nedir? adlı kitabında şöyle der:

«Metafizik hiçbir yerde varlığın (Sein) hakikati sorusuna yanıt vermez, çünkü bu soruyu asla sormaz. Sormaz, çünkü varlığı ancak, varolanı varolan olarak tasarımladığı sürece düşünmektedir. Onun demek istediği şey varolandır, ama söylediği varlıktır. Ona varlık adını verirse de, söylemek istediği varolan olarak varolandır»

Böyle bir karıştırmanın Heidegger için ifade ettiği anlam nedir?

Heidegger'e göre, bu yaklaşımıyla metafizik, şimdiye kadar, varlık ile insanın neliği (Menschenwesen) arasındaki ilişkiyi görebilme yolunu insana kapatmıştır. Çünkü Heidegger insanın diğer varolanlar gibi bir varolan, şeyler arasında bir şey olarak düşünülemeyeceğini vurgulamak ister. İnsan, varlığını soruya vuran, kendi varlığının kendisi için bir problem oluşturduğu tek varolan olarak varlık ile özel bir bağıntı içine girer. Bu bakımdan, Heidegger'e göre, insanın neliği varlık ile ilişkisinde ortaya çıkar. İnsan, kendi öz varlığı kendisi için problem olan bir varolan olarak «burada» vardır (Dasein). Diğer bütün varolanlar ise, «kaya, ağaç, at» sadece... 'dır (ist) ve yukardaki anlamda (Dasein) mevcut değildir (existiert nicht). Ancak, Heidegger bununla «yalnızca insanın gerçek bir varolan olduğunun, diğer varolanların ise gerçek dışı, salt bir kuruntu (Schein) ya da insanın tasarımları olduklarının asla düşünülmemesi» gerektiğine işaret eder. Bu bağlamda gösterilmek istenen, insanın ancak kendi varlığı ile kurduğu ilişki yoluyla anlaşılabilen bir varolan olduğudur. O nedenle Heidegger, Varlık ve Zaman adlı temel yapıtında insanı «kendi varlığının sorumluluğu kendisine verilmiş bir varolan» olarak tanımlar. Bundan dolayıdır ki, insan bir imkânlar dünyasında yaşayan bir varlıktır ve bu anlamda «imkân, gerçeklikten daha yüksek bir yerde bulunmaktadır». Ancak, bu imkân, mantıksal bir çerçevede düşünülmediği gibi olumsal (contingent) bir duruma da işaret etmez. İnsan, Heidegger'e göre her zaman belli bir imkânın içindedir".

Heidegger, insan için iki temel imkânın sözkonusu olduğunu düşünmektedir: halislik (Eigentiichkeit) ve halis olmama (Uneigentlichkeit). Böyle adlandırılmakla birlikte bu imkânlar Heidegger'de yüksek-aşağı, değerli-değersiz, iyi-kötü... vb. niteliklerle yüklü değillerdir: «Halis olmama, daha az bir varlık, ya da aşağı bir varlık derecesi anlamına gelmez». Bu tarz bir varolma içinde de insan için kendi öz varlığıdır önem taşıyan, ama burada insanın varlığı ile kurduğu ilişki sıradan günlük yaşam (durchschnittliche Alltäglichkeit) tarafından belirlenir ve onunla sınırlıdır. Tek tek her kişinin önce ve çoğunlukla içinde bulunduğu günlük yaşamda, insan takılıp kaldığı zaman, onun kendi kendisiyle kurduğu ilişki, insanın kendi varlığından kaçış, onu unutma»şeklinde olur.

Heidegger'e göre, bu tarz imkânın ötesine geçemeyen insanın «dünya ve diğer kişilerle gerçek bağlarının, ilişkisinin kopması» kaçınılmazdır".

İnsanın kendi varlığından bir kaçışını, kendini unutmasını ifade ettiği söylenen sıradan günlük yaşamın öznesi kimdir? Heidegger bu soruya «das Man» dır, yanıtım verir. Burada «Kim» ne budur, ne şudur, ne bazılarıdır ve ne de hepsinin toplamıdır. Kim, belirsiz olandır, «das Manadır". Bu bağlamda, «das Man», hiç-kimse ve herkestir: «Belirli olmayan, toplam olarak değilse de herkes olan «das Man», günlük yaşamın varlık tarzım önceden belirler» ve «das Man» in varlık alanı kamu'dur (Öffentlichkeit). Onun varlık nedeni bu özelliğine bağlı olduğundan, neyin uygun, geçerli, başarılı, başarısız olarak görülmesi konusunda «das Man»ın elinin altındaki tek ölçü de, sıradanlıktır". «Das Man» sferi bu niteliğiyle «dünyaya ve insana ilişkin bütün yorumları önceden belirler ve her şeyde haklı olmak iddiasındadır».

«Das Man» bir tarzdır, yaşam üslûbudur. «Bağımlılık ve halis olmama» onun genel niteliğidir. Bu sfer içinde «her bir kişi, bir ötekidir (Andere) ve hiç kimse kendi kendisi değildir». Çünkü «das Man», kişinin kendi kendisi olmasına asla izin vermez, o insanı aynı kalıplar çerçevesinde düşünmeye, aynı normlara göre davranmaya, aynı amaçlar için harekete geçmeye, aynı şekilde sevmeye, inanmaya zorlayan bir «diktatör» dür. «Das Man» sferi içinde:

«Herkes neden zevk alır ve nasıl eğlenirse, biz de ondan zevk alır ve öyle eğleniriz. Sanatı ve edebiyatı herkes nasıl görür ve yargılarsa, biz de öyle okur, görür ve yargılarız. Aynı şekilde, herkes 'büyük kalabalıklardan nasıl kaçınırsa, biz de öyle kaçınırız. Herkes neyi öfkelenecek bir şey olarak görürse, biz de onu öfkelendirici buluruz. Hiçbir belirliliği olmayan ve toplam olarak değilse de 'herkes' olan 'das Man' bize günlük yaşamın varlık tarzını kabul ettirir».

«Das Man» sferi içinde insan, kendisini ve çevresini Heidegger'e göre, hangi yollarla anlayabilir ve yorumlayabilir?

«Das Manada takılıp kalındığı sürece dünya ancak şu üç yol ile anlaşılabilir, dolayısıyla yönetilebilir": a) gevezelik (Gerede), b) merak, c) iki anlamlılık (Zweideutigkeit). Bunların hangisinde olursa olsun, «Şeylere anlam veren insan, bu anlamı o şekilde verir ki, bu sayede kendi varlığından kaçar». Ayrıca, anılan üç yol birbirlerini şart koştukları gibi, belirlerler aynı zamanda.

Gevezelik, Heidegger'e göre, insanın herhangi bir varolana, onunla bir varlık ilişkisine girmeden yönelmesidir. Kaldı ki, gevezeliğin yapısı da buna elvermez. Çünkü burada «asıl önemli olan varlıktan çok sözcüklerdir». Bu özelliği ile gevezelik, insanın kendisiyle, diğer varolanlarla yüzeyselliği aşan bir ilişki kurmasını engellemekte ve varolanı gizlemektedir. Gevezelik, sıradan ve kulaktan dolma (Vom Hörensagen) bildirilerdir (Mitteilungen). Heidegger ayrıca yazın dünyasında karşılaşılan bir gevezelik türünden söz eder ki, bunun beslendiği kaynak ise daha önce yazılmış yüzeysel metinlerdir. Ancak, «Okuyucunun anlama yetisi sıradan olduğunda neyin özgün olarak yaratılmış, neyin gevezelik olduğu konusunda herhangi bir yargıya asla varılamayacaktır». Öte yandan, «das Man» sferinin böyle bir ayrım gözetmesi de imkânsızdır. Ayrıca, «das Man» zaten herşeyi anlamış olma iddiasındadır ve «ona kapalı olan hiçbir şey yoktur».

Merak ise, «Das Man» dünyasında, tanımak, anlamak, bilmek için değil, sadece görmek için görmek isteğinden kaynaklanır. Bu bakımdan, herhangi bir varolan üzerinde durmaya değil, tam tersine bir varolandan diğerine atlamaya ve bu temel niteliğiyle bir sabırsızlığa, tedirginliğe işaret eder. O nedenle, merak «her yerde ve hiçbir yerdedir». Çünkü böyle bir merakın amacı «bilmiş olmak için bilmektir». Merak, daha çok gevezelik tarafından yaratılır ve beslenir: «nelerin görülmesi, nelerin okunması gerektiğini o söyler». Tıpkı gevezlkite olduğu gibi, meraka da kapalı olan herhangi bir alan yoktur.

Sıradan günlük yaşamda, insan dünyayı ve kendisini gevezelik, merak yoluyla anlamaya, yönetmeye çalışırken, daha doğrusu herşey bir maske altında sunulurken, bir süre sonra neyin gerçekten anlaşılabilir, neyin anlaşılamaz, neyin yönetilebilir, neyin yönetilemez olduğu hakkında bir belirsizliğe düşülür. «Her şey bir yandan gerçekten anlaşılmış, kavranmış gibi gözükürken, öte yandan ve aynı zamanda asimda böyle olmadığı şeklinde ya da tersine, her şey gerçekten anlaşılmamış, kavranmamış gibi gözüktüğü halde aslında böyle olduğu şeklinde bir iki-anlamlılık kazanır. Bu tarz bir iki-anlamlılık, halis olanla olmayanı birbirinden ayırma konusunda «Das Man» dünyasında herhangi bir ölçütün bulunmayışından ileri gelir. Buna bağlı olarak da «Das Man» sferinde genellikle halis ve dopdolu bir yaşam sürdürüldüğüne ilişkin bir kuruntu egemendir: «Her şey en iyi şekilde düzenlenmiştir» (in bester Ordnung). Bu kuruntu, «das Man»in en büyük tesellisi ve aynı zamanda halis olan herşeye karşı körleşmesidir.

«Das Man» sferi, ölüm karşısında da tam bir körlük içindedir, Heidegger'e göre: «Kamu» günlük yaşamın birlikteliğinde ölümü «ölüm olayı» olarak her zaman meydana gelen bir olgu gibi görür. Yakında ya da uzakta bulunan biri «ölür». Tanımadıklarımız her gün ve her saat ölürler. ... «Das Man» ölüm için şöyle bir yorumu egemen kılmıştır: ... sonunda ölünür bir gün, ama önce bundan uzak kalınır. Ölüm bir kimsenin kendisi için henüz mevcut değildir, bundan dolayı da onu tehdit etmez. Ölünür: ama ölen bir başkası değil de ben neden olayım?: Çünkü burdaki «ölünür» ün öznesi hiçkimsedir.

Görüldüğü gibi, «Das Man», belli duyuş, düşünüş, davranış kalıplarının, değerlendirme tarzlarının egemen olduğu genel bir yaşam üslubudur. Çağdan çağa, toplumdan topluma değişebilen «Das Man»ın değişmeyen özelliği yüzeyselliği, sıradanlığı, ve bilgisel temelinin bulunmayışıdır. Denilebilir ki, İsa'yı çarmıha geren, Sokrates'i ölüme mahkûm eden, Nietzsche'yi, Van Gogh'u, Kafka'yi, Faulkner'i... yıllarca unutulmaya terkeden, daha sonra ise, yine anlamadan, ama kendi değişen yapısına herhangi bir biçimde uydurabildiği oranda bunların heykellerini diken de «das Man» dir. «Das Man» insanın kendi varlık yapısının birliği ile yüzyüze gelmesini, bir kişi olmasını ve böyle bir kişi olarak kendisiyle, diğer kişilerle, çevresiyle ilişki kurmasını engelleyen öğelerin bütünüdür. «Das Man» bütün değerlerin, bu arada ana değer olarak insanın değerinin içeriğinden yalıtılarak yozlaştırılmasıdır. İnsanın genel-geçer yargılar dışında kendini düşünmesine, onun kendisi için önemli olanın ne olduğunu anlamasına, görünenin ötesine geçmesine, hileli oyunu bozmasına yol açacak hiçbir şeye izin vermeyen önyargıların, şablonların, değer yargılarının kendi içinde tutarlı bir sistem oluşturduğu bir bütündür «Das Man». Burada takılıp kalan insanın bütün kapıları kapalı olduğu halde, bunların açık bulunduğuna ilişkin bir kuruntu, sürekli canlı tutulmak zorundadır. Ancak, bütün bunlar «Das Man» da bilinçli olarak yapılan işler değildir; çünkü bu sterin belirgin özelliği, kendinden başka bir yaşam üslûbunun imkânı konusunda herhangi bir bilgi ve sezgiden tümüyle yoksun oluşudur. Bilinç, bu anlamda, sadece, «Das Man»ın maskesi düşerken söz konusu olan bir etmendir.

Sartre'ın "Bulantı" sındaki Roquentin, çağdaş insanın içinde bulunduğu «Das Man» sferinin maskesini düşürmesini bilen bir kişidir. Ancak, Roquentin «Das Man»nın bilincine varmakla birlikte, kendisini insanın etkinliklerinden birine (sanat) adamak istemekle, yabancılaşmanın özel bir türünün temsilcisi olmaktan öteye geçememiştir. Roquentin, gerçeklik dünyasında "das Man"dan başka bir imkânın söz konusu olamayacağına inanmaktadır.

Ona göre, insanın önünde iki apayrı dünya vardır: a) Gerçeklik dünyası, ki burada yüzeysellik, kesin bir anlamsızlık ve kaos egemendir, b) Gerçekliğin ötesinde, varoluşun dışında (quelqne chose qui n'existerait pas, qui şerait au-dessus de l'existence ... et qu'elle fasse honte aux gens de leur existence) ve buna zıt bir dünya olarak sanat. Birincisi sahte, utanılacak, ikincisi ise, ideal ve kurtuluş vaat eden bir dünya:

«Ben de olmak istemiştim. Hattâ bundan başka bir şey istemedim. İşte hayatımın gizli temeli: Aralarında ilişki yok gibi görülen bütün çabalarımın altında aynı isteği buluyorum: Varoluşu içimden atmak anları yağlarından sıyırmak, bükmek, kurutmak, kendimi temizlemek, katılaştırmak, sonunda bir saksofon notasının kesin ve belirli sesini verebilmek. Bu kıssa konusu bile olabilir. Şöyle anlatabiliriz: yanlış dünyaya gelmiş bir zavallı vardı. Öteki insanlar gibi, parkların, kahvelerin, ticaret şehirlerinin dünyasında varolup gidiyor ve ... bambaşka dünyalarda yaşadığına kendini inandırmak istiyordu. İyice sersemlik ettikten sonra durumu kavradı: artık gözleri açılmıştı; bunda bir yanlışlık olduğunu anladı: ... ben bir budalayım diye düşündü. Tam bu sırada, varoluşun öbür yakasında, ancak uzaktan görülebilen ve yaklaşılamayan öteki dünyada ufak bir melodi dans etmeye, şarkı söylemeye başladı.

Söylüyor. İşte kurtulmuş iki kişi: Musevi ve Zenci kadın. — varoluş günahından temizlemişler kendilerini. ... Deneyemez miyim ben ... Bir müzik parçası söz konusu değil tabii... ama başka bir türü deneyemez miyim? Bir kitap olması gerekiyor bunun: Başka şey ortaya koyamam ki. Ama bir tarih kitabı değil, çünkü tarih, varolmuş olan bir şeyden söz eder, oysa, bir varolan bir başka varolanın varoluşunu haklı çıkaramaz...

İnsanın böyle dünyalara bölünmesinin yapaylığı ve onun somut yaşamında bunun bir karşılığının bulunmadığı daha önce (incelememizde) gösterilmişti. Aynı şekilde, insanın kendine özgü etkinliklerinden birine indirgenmesi sonucunda onun yabancılaşmasının kaçınılmaz olduğuna işaret edilmişti. Ancak, yine de, Roquentin'in güncesinde çağdaş insanın, «das Man» olarak yaşam üslûbunun göz önüne serilmiş olduğunu söylemek mümkündür. Çağdaş insan kendisini ve diğer kişileri belli bir bütünlüğü dan bir kişi olarak değil, toplumsal işlevine, bu işlev çerçevesinde edindiği role göre değerlendirir: «Ne olacak sanki? Herkesin hesabı ayrı: onun gözünde kahvesine gelen müşterilerinden farklı değilim ki». O bir meslek sahibi, bir koca, bir baba... vb. olarak «ötekiler» (les autres)'dir. Ötekiler, beklenmedik olaylar, «tatsız kazalar» meydana gelmedikçe kendilerini «her zaman evinde hisseder», «korkuları olmayan», yalnız olduklarını kendilerinden saklayan, dünyanın hangi yollarla yönetildiğini hep bilen, bunlardan hiç kuşku duymayan «Bu sevinçli, akıllı uslu insan sesleri... bu adamlar vakitlerini dertleşmekle, aynı fikirde olduklarını anlayıp mutluluk duymakla geçiriyorlar. Aynı şeyleri hep birlikte düşünmeye ne kadar önem veriyorlar».

«...Bütün gün çalıştıktan sonra bürolardan çıkıyor, evlere ve alanlara neşeyle bakıyorlar bu şehrin kendi şehirleri olduğunu, bir 'güzel burjuva şehri' niteliği taşıdığını düşünüyorlar. Korkmuyorlar: kendi yurtlarında olduklarım duyuyorlar. Musluklardan akan evcil şehir suyundan, düğme çevrilince ampullerden yayılan ışıktan, dayanaklarla desteklenmiş melez ağaçlardan "başka şey bilmezler. Her şeyin bir mekanizmaya uyarak ortaya çıktığını: dünyanın belli ve değişmez kanunlara göre işlediğini günde yüz kere görürler: boşlukta bütün nesneler aynı hızla düşer, park yazın her gün saat altıda, kışın da dörtde kapanır: kurşun 335 derecede erir: son tramvay Hotel de Ville'den onbiri beş geçe kalkar. Durgun, biraz asık suratlı kimselerdir. Yarın'ı yani bugünün bir tekrarını düşünürler; şehirlerde her sabah yeniden ortaya çıkan tek bir gün vardır. Pazarları, bu tek günü azbuçuk süslerler.... Yasalar yaparlar, bayağı romanlar yazarlar....

Bu yaşam üslûbunun belirgin özelliğinin ne olduğunu bilmektedir Roquentin: somut bir «felâket» kapıyı çalmadıkça (ki bu hep başkalarının basma gelecek bir şey olarak düşünülür ve karşılaşınca da büyük bir hayrete düşülür), her şeyin, Heidegger'in deyimiyle, yerli yerinde olduğuna (in bester Ordnung) inanmak ve bu tarz bir yaşamda takılıp kalmanın anlamı üzerine herhangi bir soru soramamak:

«Sıcaktan gevşiyorlar, yüreklerinde, aynı hafif ve tatlı düş sürüp gidiyor. Tedirgin değiller, sarı duvarlara ve insanlara güvençle bakıyorlar, dünyayı şu haliyle iyi ve yerinde buluyorlar... ağır ve ılık bir hayat, anlamsız bir hayat. Ama bunun farkına varmayacaklar.»
1 | 2 | 3

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP