SARTRE VE DOLAYIMLAR KURAMI - 1
|
GÜLNUR SAVRAN
Giriş: Varoluşçuluk ve Diyalektiğin Temellendirilmesi
Varoluşçuluk felsefesini, tarihsel maddeciliğin «belirlenmiş özgürlük» anlayışına karşı «mutlak özgürlük» temeli üstünde geliştiren J.P. Sartre, 1950'lerin sonuna doğru, kendi düşüncesi ile Marksizmi bağdaştırma çabasına girişir. Bu çabanın ilk ürünü, 1957'de kaleme alınan Yöntem Araştırmaları'dır, bu yapıt, 1960'da yayımlanan Diyalektik Usun Eleştirisi'nde, değiştirilmiş bir biçim altında, giriş bölümü olarak yer alır. Düşünür, bu yapıtında, Marksizmi çağın aşılmaz felsefesi olarak nitelendirir; amacı, varoluşçuluğu bu felsefenin içinde yer alan bir tarihsel antropoloji olarak geliştirmektir. Varoluşçuluk o güne dek, varlığını tarihsel maddeciliğin içinde değil, onun yanısıra, özerk bir biçimde sürdürmüştür; çünkü Sartre'a göre, tarihin en doğru yorumu olmasına karşın tarihsel maddecilik, varoluşçuluğun yakaladığı somutu kavrayamamıştır. İnsan yaşamı diyalektik bir niteliğe sahip olduğu içindir ki tarihsel maddecilik çağın aşılmaz felsefesidir; ama öte yandan da, bu diyalektiğin anlaşılabilirliği, ve dolayısıyla da geçerliliği, ancak tarihsel-toplumsal belirlenimle somut-bireysel insan etkinliği arasındaki ilişkinin kavranmasıyla ortaya konabilir. Kısacası diyalektik, somut bireyin eylemine yer verildiği, kaba determinizmden kurtulunduğu ölçüde olanaklıdır, Sartre'a göre.
İşte, Diyalektik Usun Eleştirisi yazarın bu kaygılarının ürünüdür. Yapıt başlangıçta iki cilt olarak düşünülmüştür: bu ilk tasarıya göre, birinci ciltte tarih kavramının soyut, biçimsel öğelerinin neler olduğu ortaya konacak, ikinci ciltte de bu öğelerin tarihsel süreç içinde somut olarak nasıl biraraya geldiği, tarihin gerçekte nasıl oluştuğu araştırılacaktır. Ancak, Sartre yapıtının ikinci cildini hiçbir zaman yayımlamaz; işin ilginci, zamansızlıktan ya da yazamamaktan ötürü değildir bu: 500 sayfalık bir kitabı oluşturacak kadar elyazması vardır Sartre'ın.
Altbaşlığı «Pratik Kümeler Kuramı» olan birinci cildin amacı, çok kısaca ifade edildiğinde, diyalektiğin temellendirilmesidir. Tarihsel maddecilik, dayandığı ana ilkeleri kavramlaştırmamış, kendisini sağlam bir temel üstüne yerleştirmemiştir; bu yüzden de, bu görev, Sartre'a göre, varoluşçuluğa düşmektedir:
«Tarihsel maddeciliğin en büyük paradoksu, aynı zamanda hem tarihin tek doğrusu, hem de tümüyle doğrunun belirlenmemişliği olmasıdır. Kendi varoluşundan başka her şeyin temelini ortaya koymuştur, tarihsel maddeciliğin bütünleştirici düşüncesi.»
Bu durumda, diyalektik usun geçerliliğini ve sınırlarını araştırmak, yani Kantçı anlamda bir eleştirisini yapmak kaçınılmaz olarak gündeme gelmektedir. Ancak, Sartre'a göre diyalektiğin anlaşılabilirliği doğrudan doğruya insan eylemiyle bağıntılı olduğu için, diyalektik üstüne bir araştırma, özgül olarak insan tarihi alanının sınırları içinde kalmak zorundadır. Bunun anlamı da şudur: bu çözümlemenin sonunda ortaya çıkacak temel kavramlar, toplumsal yaşama, tarihsel gelişmeye ilişkin kavramlar olacaktır. Başka bir deyişle, diyalektiğin temel yapılarını ortaya koyma tasarısında, örtük olarak, toplum-tarih kategorilerinin ayrıntılı bir çözümlemesi vardır. Sartre için bu doğrudan doğruya, bireyle toplum arasındaki diyalektik ilişki sorunuyla yüzleşmek anlamını taşımaktadır. Yöntem Araştırmaları'nda, yazarın uzun uzun üstünde durduğu sorun da bu «dolayımlar sorunu»dur: bu giriş bölümünde, amacının, bireyle toplumsal sınıflar arasındaki dolayımları oluşturan toplumsal yapıların incelenmesi olduğunu söyler Sartre.
Bu yazı, bu bağlamda, Sartre'm dolayım sorununa getirdiği çözümlerin geçerli olup olmadığını değerlendirmeyi amaçlıyor. Sartre çalışmasını, tarihsel maddeciliğe bir katkı ya da düzeltme olarak gördüğüne göre, bu değerlendirme kaçınılmaz bir biçimde tarihsel maddecilik açısından olacak: soruna, Sartre'ın kurduğu dolayımların tarihsel maddeciliğin çerçevesiyle tutarlı olup olmadığı ve bu çerçeve içinde kullanılıp kullanılamayacakları açısından yaklaşmak gerekmekte. Yazıda, Sartre'ın, bir toplumsal çözümlemenin en temel koşullarını yerine getirmediğini, ve bu yüzden de önerdiği dolayımların —doğru bir biçimde geliştirilmiş olsalardı çok yararlı olacak olan bu dolayımlarn— bu biçimleriyle Marksist toplumsal sınıf çözümlemesinde kullanılamayacağını göstermeye çalışacağım.
Dolayısıyla, aşağıda ilkin, Sartre'ın dolayım sorununa Yöntem Araştırmalan'nda nasıl yaklaştığını ele alacağım, ve burada ifade edildiği biçimiyle Sartre'ın önerdiği yöntemin tarihsel maddecilikle bütünleştirilebileceğini savunacağım. İkinci olarak, Sartre'ın bu tasarısını Diyalektik Usun Eleştirisi'nde nasıl gerçekleştirdiğini, yani toplumsal kavramlarını işbaşında nasıl geliştirdiğini araştıracağım. Bundan sonra, Eleştiri'de kullanılan yöntemin, Yöntem Araştırmalari'nda öne sürülen yöntemle —yani tarihsel maddeciliğin yönteminin genel ilkeleriyle— uyuşmadığını ve bu niteliği ile de Marksist toplumsal sınıf çözümlemesi çerçevesinde geçerli olacak bir dolayımlar kuramına varamadığını göstermeye çalışacağım. Burada özel olarak, Sartre'ın toplumsal dolayımlarını dayandırdığı öncüllerin niteliği üzerinde duracağım. Son olarak da, Sartre'ın yapıtın birinci cildinde geliştirdiği kategorilerle, ikinci cilt için öne sürdüğü «somut tarihi yeniden kurma» tasarısı arasında aşılmaz bir uçurum olduğunu savunacağım.
I. Yöntem Araştırmaları ve Tarihsel Maddecilik
Yöntem Araştırmalarında Sartre, Marksizmi, karmaşık toplumsal olayları ve yapıları açıklamayı olanaksız kılan bir genellik düzeyinde kalmakla, çözümlemelerini bu düzeye sınırlandırmakla suçlar. Yazara göre, bu düşünce somutun özgüllüğünü açıklamaya çalışmak yerine, özgül olanı, somutu, önceden belirlenmiş bir kalıba özümlemekle yetinir. Bu da, Marksizme önsel (a priori) bir nitelik yüklemektedir: özgül olan, evrensel olanın «belirişinin bir örneği» olmaktan öteye geçmez. Bu yaklaşım, temeldeki çelişkinin, özgül tarihsel biçimlerine bürünürken hangi somut dolayımlardan geçtiğini, hangi somut toplumsal yapılarla dolayımlandığını araştırmaz. Oysa Sartre'a göre, somutun özgüllüğünü bastırmak yerine, asıl yapılması gereken, bu somutun oluşma sürecini açıklamaktır. Bu da, o süreçte yer alan toplumsal yapıların —dolayımların— kavramlaştırılmasından başka bir şey de ğildir.
Sartre Marksizmin sınıf çözümlemesini yadsımaz; ama şu noktanın altını çizmektedir ısrarla: bireyle sınıf arasında dolayım işlevini gören toplumsal yapıların çözümlemesini geliştirmek, tarihsel maddeciliği bu yönde zenginleştirmek kaçınılmaz bir gerekliliktir. Kendi ifadesiyle, «Marksizm, kişinin... tarihin belli bir anında, belli bir toplumda ve belli bir sınıf içinde ortaya çıkmasına yol açan süreci kavramasına olanak sağlayacak bir dolayımlar hiyerarşisinden yoksundur.»
Yöntem Araştırmaları'nın ikinci ve üçüncü bölümlerinde Sartre, somutun en temeldeki belirlenimine —yani sınıf belirlenimine— dayanan, ama çözümlemeye daha öte, özgül belirlenimler de katan bir yöntem önermektedir: «Devinimini ve özelliklerini, üretim güçlerinin gelişme düzeyini ve üretim ilişkilerini bildiğimiz bir toplumda, her yeni olgu (insan, eylem, ya da iş) daha önceden genelliği içine yerleşmiş olarak ortaya çıkar...»" Somut olanı genel çerçeveye —örneğin bir bireyi sınıfına— yerleştirme süreci, Sartre için, çözümlemenin başlangıç noktası, ilk aşamasıdır, buna göre; somut olanla genel arasında ki özgül dolayımların incelenmesine ancak bundan sonra yönelinir. Kısacası, Sartre'ın önerdiği, «...bireysel somuta, yaşantıya... kişiye, üretim güçleri ile üretim ilişkileri arasındaki genel çelişkilerden hareket ederek varılmasını sağlayacak dolayımları bulmak... »'tır. Bu yöntem, tarihsel maddeciliğin de vazgeçilmez yöntemidir: orada da, kuramsal devinimin doğrultusu, genelden özele, soyuttan somutadır. Ancak, bu soyutun kendisi, tarihsel bir somuttan, yani karmaşık bir bütünden yola çıkılarak, soyutlama yoluyla varılmış en yalın, en basit ilişkileri dile getiren kavramlardır. Bu kavramlardan, somuta —ama bu kez bir kargaşa görünümü sunmayan, bir belirlenimler düzeni olarak kavramlaştırılan somuta— tekrar varırken, her aşamada ek bir belirlenim katılır en temel soyut, genel ilişkiye.
Dolayısıyla, Yöntem Araştırmaları'nda Sartre'ın geliştirdiği yöntem anlayışı ile tarihsel maddeciliğin yöntemi, en temel düzeyde birbirleriyle tutarlı gibi görünmektedirler. Böyle olunca, Sartre'ın dolayımlar sorununu bu kadar önemseyip, tarihsel maddeciliğe bu yönde katkıda bulunması, eksik bırakılmış, tamamlanmamış bir kuramı zenginleştirme anlamını taşır ve bu ölçüde de kuramsal olarak geçerli bir çabadır. Gerçekten de, tarihsel maddeciliğin toplumsal olayları ve ilişkileri tüm karmaşıklıkları içinde kavrayabilecek bir biçimde geliştirilmesi gerektiği yadsınamaz, kanımca. Dolayımların önemi ise burada çok açık bir biçimde ortaya çıkmaktadır. Sartre şöyle dile getirir bu gerekliliği: «'Küçük burjuvazi' kavramı, Marksist felsefede, Louis-Napoleon'un darbesinin incelenmesinden çok önce de vardır... Önemli olan, tarih içinde bu sınıfın bir evrimden geçtiği, ve 1848'de, kavramın kendiliğinden üretemiyeceği çok özgül nitelikler taşıdığıdır.»
Genel ile tikelin ilişkisini açıklarken, temel belirlenimi, somut olanın «taşıyıcı çerçeve»si olarak nitelendirir yazar; ancak şunu da vurgular: somutun bu çerçevenin dışına çıkamayacağı, bu genellik içinde eriyip gitmesi anlamına gelmemelidir.
Toplumsal sınıflar çözümlemesini zenginleştirecek, birey ile sınıf arasındaki toplumsal yapıları ortaya koyacak bir dolayımlar kuramı, tarihsel maddeci gelenekte yaygın olarak ihmal edilmiş bazı boyutların gelişmesine katkıda bulunabilir. İlkin, Sartre'ın, işçi sınıfı örneğine dayanarak geliştirdiği «dizi» ve «grup» kavramları, bu sınıfın neredeyse «mistik» bir birliğe sahip olduğu yanılsamasını önleyebilir ve tarih içindeki gelişmesine dinamik bir süreç olarak bakılmasını sağlayabilir. Önceden verilmiş, mutlak birlikler değildir toplumsal sınıflar; oluşturdukları birlik diyalektik, yani karmaşık bir bütündür. Sartre'ın işçi sınıfını örnek alarak ortaya koymaya çalıştığı olgu da, sınıfların bu karmaşık süreç olma özelliğidir: "Sınıfların toplum alanındaki rolleri basit bir biçimde varsayılamaz; bu, ancak titiz bir çözümlemeyle, özgül dizi ve grupların somut öğelerinin incelenmesiyle
belirlenebilir."
Ayrıca, genellikle altyapı/üstyapı ilişkisi olarak anılan, üretim ilişkilerinin belli dolayımlardan geçerek siyasal ve ideolojik biçimlerde fetişleşmesi sorunun çözümlenmesinde de dolayımlar kuramının ne denli önemli bir yeri olduğu açıktır. «Grup», «dizi» gibi, sınıf temeli üstüne yerleşen özgül toplumsal yapıların kavramlaştırılması, bir yandan tek yönlü bir determinizmin aşılmasında, öte yandan da üstyapının maddeci bir çerçevenin dışına düşmeden anlaşılmasında dolayımların, ara biçimlerin önemini ortaya koymaktadır. Sınıfların toplumsal süreçteki etkinlikleri, ancak üretim ilişkilerinin siyasal ve ideolojik ilişkiler biçimine hangi dolayımlardan geçerek büründüğü tüm karmaşıklığı içinde kavrandığında, kuramsal olarak ortaya konabilir. Tarihin belli bir anında bir sınıfın «grup» ya da «dizi» olarak varolması, o özgül durumda, o sınıf içinde belli bir ideolojinin neden yaygınlık kazandığını açıklayabilir.
Sınıf/birey ilişkilerinin dolayımlarım oluşturan toplumsal kurumlar, yalnızca genel bir düzeyde altyapı/üstyapı ilişkilerini, ya da bütünlüğü içinde bir sınıfı anlamanın ötesinde, somut olanı, bu arada bireyi anlamak açısından da önemlidir. Tarihsel maddecilik, tarihi ve toplumu bütünsel olarak kavramayı amaçladığına, diyalektik bir yaklaşım, bütünün karmaşıklığını indirgemeden kucaklamak zorunda olduğuna göre, bireylerin yerleştiği somutluk düzeyine varabilmelidir. Sartre, bireyin özgüllüğü içinde anlaşılmasında yalnızca sınıfsal belirlenimin yetersiz olduğunu, çeşitli yazarların yaşamlarındaki somut farklılıklardan örnekler vererek göstermeye çalışır. Belli bir sınıfa dahil olmanın ötesinde, çok özgül belirlenimler söz konusudur burada ve Sartre, bu belirlenimler hiyerarşisinde somuta en yakın olanlarının kavranması için psikanalizin önemli bir dolayım olduğunu savunur.
Psikanalizin geçerliliği tartışmasını bir yana bırakarak, burada, sınıf belirleniminin ötesine geçip, somutu kavramanın gerekliliğine örnek olarak kadın sorununa değinmek istiyorum kısaca. Bir işçi kadının durumunu somutluğu içinde anlamak için, o kadının işçi olduğunu söylemek yetmez. Kadın olmak da, bu toplumda birey açısından aynı derecede önemli bir belirlenimdir. Şimdi, bu belirlenimi kavramlaştırmak, işçi sınıfı ile işçi kadınlar arasında bir ek etkeni, bir dolayımı gerektirmektedir. Bu toplumsal kurum ailedir; ailenin özel mülkiyetten doğrudan türetilebileceği, dolayısıyla da son çözümlemede smıf ilişkilerine geri götürülebileceği söylenebilir gerçi. Ancak bu, işçi kadınların işçi erkeklerden daha çok ezilmelerini, aynı tür işlere lâyık görülmemelerini, sendikalardaki pasifliklerini —o da eğer sendikalı iseler— evişi ve çocuk yetiştirme yükünü de onların üstlenmiş olmalarını, vb. vb. açıklamaz. Bütün bunları ve işçi kadının daha bunlara eklenebilecek birçok «özgüllüğünü» (!) anlamak için, ailenin varlığını açıklamanın ötesinde, biçimini ve bu özel biçimin işleyişini açıklamak gerekir: çağdaş çekirdek ailenin yalıtılmış, toplumsal üretimden koparılmış dışa kapalı biçimi, ve bu örgütlenme biçiminden dolayı kadına düşen görevler ciddi olarak incelenmeden, yani bu dolayım -kurum özgüllüğü içinde ele alınmadan, işçi kadınlar anlaşılamaz.
Ayrıca, olaya salt aile-içi işbölümünün belirleyiciliği ışığında yaklaşmak da yetmeyecektir: bu yalıtılmışlığın kadına ve erkeğe yüklediği karşılıklı roller, farklı duygusallık biçimleri kadının ezilmesinin özgüllüğünü belirleyen etkenlerdir ve ancak ayrıntılı bir aile kuramının geliştirilmesiyle açıklanabilir.
Sonuç olarak, Yöntem Araştırmaları'nda konduğu biçimiyle, genelden somuta doğru ilerleyen, başka bir deyişle, somutu ele alırken daha başlangıç noktasında genel çerçevenin içine yerleştiren bir yöntem benimsendiğinde, bir dolayım kuramının geliştirilmesi, tarihsel maddeciliğin genel çerçevesiyle tutarlı ve aynı zamanda da gerekli bir girişim gibi görünmektedir.
Ancak Sartre, tarihsel maddeciliğin eksikliklerini ortaya koyduğunu iddia ederken, zaman zaman, bu yöntemin temel ilkeleri olan bazı ilkeleri yeniden keşfediyormuş gibidir. Tarihsel maddeciliğin zaten benimsediği ilkeleri, bu düşünceye bir düzeltme olarak yeniden sunmaktadır. Bu, Sartre'ın «Marksizm» terimini farklı anlarda farklı yüklerle kullanmasıyla açıklanabilir. 20. yüzyılda Marksizm içinde ortaya çıkan farklılaşmada bu düşüncenin yer yer dondurulduğu, yoksullaştırıldığı açıktır. Sartre bu kalıplaşmış, yoksullaşmış biçimi eleştirdiğini ileri sürer Yöntem Araştırmaları'nda; bu eleştirinin resmi parti öğretileri ve genel olarak Stalinizmi hedef aldığı bazan çok açıkça ortaya çıkmakla birlikte, bazan da Marx'ın kendi yapıtıyla bu çağdaş resmi öğreti özdeşleştirilmektedir. Bu belirsizlik, tarihsel maddeciliğe katkı olarak sunulan bir yapıtta ciddi bir eksikliktir kuşkusuz. Ancak, Yöntem Araştırmaları bağlamında bir anlam kayması, bir belirsizlik olarak nitelendirilebilecek olan bu karıştırma, Eleştiri bağlamında yapıtın genel çerçevesiyle tutarlı bir özellik durumuna gelir: Sartre burada, Yöntem. Araştırmaları'nda en genel düzey de benimsendiğini ileri sürdüğü Marksist yöntemi artık bir yana bırakmıştır. Dolayısıyla da, kullandığı yöntemin kendisi, tarihsel maddeciliğin Marx'ın yapıtındaki biçimine de yöneltilmiş bir eleştiridir örtük olarak. Zaman zaman, tarihteki belli bir durumu çözümlerken çok ilginç açılar getirmekle birlikte, düşünürün geliştirdiği kavramlar, tarihsel-toplumsal kategoriler niteliğini taşımamaktadır.
Yapıtı İngilizce'de derleyen J. Ree genel olarak Sartre'ın bu çabasına son derece olumlu olarak yaklaştığı halde, o bile kuşkuludur bu dolayım kategorilerinin toplumsal bir çözümlemede anlam taşıyacağından: «ne kadar tutarlı olursa olsun, Sartre'ın toplumsal kavramları öylesine soyuttur ki, herhangi bir somut siyasal, tarihsel ya da sosyolojik tartışmada kullanılamaz bu kavramlar.» Ancak, bu noktada artık doğrudan Sartre'ın Eleştiri'de geliştirdiği bu kavramlara yönelmek gerekmektedir.
II. «Diyalektik Usun Eleştirisi» ve Dolayım-Yapilar Yukarıda da değindiğim gibi, Sartre'ın tarihi-toplumu anlamada bir örnek olarak aldığı işçi sınıfını çözümlemesinde en olumlu yönlerden biri, bu sınıfı monolitik bir güç olarak gören her tür yaklaşımı yadsımasıdır. Bir sınıfın tarih içindeki gelişimini gerçekçi bir biçimde kavramak açısından özellikle önemlidir düşünürün bu titizliği. Kendisi de, işçi sınıfının türdeş olmayışını bu amaçla vurguladığını açıkça belirtir: «burada, sınıf mücadelesi ile belirlenmiş bir tarihte önemli olan, ezilmiş sınıfların topluluk olma durumundan grup eylemine nasıl geçtiğini açıklanmasıdır.»
Sartre'a göre, işçi sınıfı «bir öğeler ve gruplar toplamıdır.» ve üçlü bir yapısı vardır. Sınıfın bu üçlü niteliği şöyle ortaya çıkar: işçi sınıfı kendisini, bir yandan «dizisellik» olarak gerçekleştirmekte, ortaya koymaktadır, öte yandan da «kaynaşmış grup» olarak; aynı zamanda, sendika gibi «kurumsal» biçimler altında da kendisini dışsallaştırmaktadır. Başka bir deyişle, bu sınıf bir dolayımsız birlik niteliğini taşımaz; tersine, bu üç yapıda birden dolayımlanmış bir bütündür. Dolayısıyla, Sartre'ın anlayışına göre, sınıf birçok farklı biçime bürünebilen bir tözdür ve bu niteliği ile karmaşık bir birlik oluşturur.