VARLIK FELSEFESİ (ONTOLOJİ) - 2
|
Bilinç hallerimizi artık birini diğerinin içinde değil, diğerinin yanında algılayacak bir tarzda yan yana koyarız. Kısaca zamanı uzaya yansıtırız, süreyi uzam olarak ifade ederiz ve anların birbirlerini izlemesi, parçaları birbiri içine girmeksizin, birbiriyle kaynaşmaksızın birbiriyle temas halinde olan sürekli bir doğru veya zincir biçimini alır (...) Saf süre, sayıyla en ufak bir benzerlik göstermeksizin birbiriyle kaynaşan, belirli kenar çizgileri olmaksızın birbiri içine giren niteliksel değişmelerin birbirlerini izlemelerinden başka bir şey değildir. Saf süre, saf olarak ayrı türden olmadır (...) Süreye, en ufak bir eş türden olmayı yükler yüklemez, gizlice uzayı ortaya atmış oluruz." Zaman veya daha doğrusu süre, Bergson’a göre, şeylerin yüzeyinde yer alan soyut bir boyut değildir, benim iç hayatımın gerçek, somut hareketidir. Gerçek değişme, süre ve hayat olduğu için hareket, özü itibariyle uzaya yabancıdır.
Hareketi yalnızca katedilen uzaydan hareketle göz önüne almak, Elea’lı Zenon’un paradokslarının gösterdiği gibi onu anlamayı kendimize yasaklamaktır. Zenon, hareketin imkansızlığını kanıtlamak iddiasındaydı. Dikotomi kanıtı (kelime, "ikiye bölme" anlamına gelmektedir) hareket eden bir cismin belli bir noktaya varmak için önce gidilecek bu mesafenin yarısını, sonra geri kalan mesafenin yarısını, sonra geri kalanın yarısını vb. katetmek zorunda olduğuna ve bunun böylece sonsuza kadar gideceğine işaret eder. O halde kuramsal olarak tüm mesafe hiçbir zaman kat edilemez. "Akhilleus ve kaplumbağa" kanıtı çok meşhurdur. "Tez ayaklı" Akhilleus kendisine belli bir avans vererek bir kaplumbağayla yarışır. Akhilleus bir A0 pozisyonundan hareket eder. Kaplumbağa aynı anda daha ilerideki bir T0 pozisyonundan yürümeye başlar. Kaplumbağanın hızının Akhilleus’unkinden on defa daha az olduğunu varsayalım. Zenon, Akhilleus’un kaplumbağayı hiçbir zaman yakalayamayacağını ileri sürer.
Akhilleus, kaplumbağanın hareket noktası olan T0 a geldiğinde, kaplumbağa, Akhilleus’un biraz önce katetmiş olduğu mesafenin tam olarak onda biri kadar ondan önde bulunur. Akhilleus bu yeni T olacaktır. Akhilleus bu yeni T2 noktasına geldiğinde, kaplumbağa bu kez T1-T2 arası noktasına ulaştığında kaplumbağa T0-T1 mesafesinin onda birine eşit yeni bir uzaklığı katetmiş, mesafenin onda birine eşit bir uzaklığı geride bırakmış olacaktır. Akhilleus bir önceki sefer kaplumbağa tarafından işgal edilmiş olan her noktaya vardığında, kaplumbağa, Akhilleus’un geçtiği mesafenin onda birine eşit bir avansı koruyacaktır. Uzay sonsuza kadar bölünebilir olduğu için kaplumbağa her zaman sonsuz küçük bir avansı koruyacaktır. Elea’lı Zenon en basiti ok kanıtı olan iki kanıt daha ortaya atmaktadır. Bir hedefe doğru atılmış olan ok, yolculuğunun her anında uzayın belli bir noktasını işgal ettiğinden ötürü hareketsizdir. Zenon neden bu tür saçmalıklar üzerinde durmaktadır? Çünkü o, somut sürede yaşanan hareketi, bu hareketin uzaydaki yörüngesiyle karıştırmaktadır. Gerçekten hareketi ölçmeye yarayan uzay, sonsuza kadar bölünebilir. Ama hareketin kendisi, yani yaşanan süre, bölünemez. "Kısaca harekette ayırt edilmesi gereken iki öğe vardır: Katedilen uzay ve onun kendisi aracılığıyla katedildiği eylem; birbirini izleyen durumlar ve bu durumların sentezi. Bu öğelerden birincisi eş türden bir niceliktir, ikincisi ise (...) bir niteliktir."
e. Tümdengelimsel akıl ve somut süre
Bergson’a göre yaşanan, niteliksel, ayrı türden, somut süre, uzaysal dışsallıkların taleplerine göre pratik ihtiyaçların biçimlendirdikleri analitik ve tümdengelimsel kavrayışın dışında kalır. Tümdengelimin zamanın inkarı olduğunu göstermek kolaydır. Bir önermeyi başka bir önermeden çıkarmak, matematikte olduğu gibi ustaca yerine geçirmeler yoluyla, bu ikinci önermenin birinciye özdeş olduğunu, onunla aynı şeyi söylediğini (bu iki önerme, totolojiktir) göstermektir. A nın B ye eşit olduğunu, B nin C ye eşit olduğunu varsayarsam, A nın C ye eşit olduğunu söyleyebilirim, çünkü bu son önerme, temelde, ilk iki önermeyle aynı şeydir. Geleceği şimdiden çıkarmak; geleceği şimdiye özdeş kılmak, şimdinin çözümlemesinde geleceği keşfetmek, geleceği gelecek olarak inkar etmek, üçgenin iç açıları toplamının daha önce gelen teoremler, tanımlar ve postülalarda içerilmiş olduğu gibi geleceğin şimdide içerilmiş olduğunu söylemektir. O halde aklın ideali, Emile Meyerson’un iyi bir biçimde gördüğü gibi, eseri nedene indirgeyerek, eseri tümüyle nedene özdeş kılarak zamanın geriye çevrilemezliğinden kurtulmaktır: "Açıklamak, özdeşleştirmektir." Burada mantıksal özdeşlik kronolojik ardarda gelişin yerini almaktadır. Ancak bilimin, eserleri tümüyle nedenlere indirgemeye ve evrende birbirini izleyen olayları kendi aralarında birbirlerine özdeş kılmaya muvaffak olması durumunda gerçek her türlü güvenilirliğini kaybeder ve Var olan, Bir olana feda edilmiş olur. Bu durumda evrende gerçek anlamda hiçbir şey meydana gelmemiş olur. Bu, "akozmizm"dir. Dünyanın var olduğunu kabul etmek ise tersine her olayın kendi değeri, kendi ağırlığı, kendi rengi olduğunu, tümüyle yeni bir şey olduğunu, herhangi bir ilkeden bütünüyle çıkarılamayacağını görmektir. Varlık, sürekli olarak yeniliklerin fışkırması, süredir. Fakat dünyanın zamansal varoluşu için ödenmesi gereken fiyat da onu bütünüyle açıklamanın imkansızlığıdır. Klasik bilim ancak zamanı feda ederek, zamanı yalnızca gerçeğin basit bir boyutu kılarak oluşabilmiştir. Böylece astronomi -göksel hareketlerin yasalarının bilgisinden hareketle- zamansallığı uzayda yer değiştirmelere indirgediği için kesin öngörülerde bulunur. Ama zamansal gerçekliğin keşfi, her zaman, tümdengelimsel özdeşleştirme idealine bir sınır getirir. Örneğin, madde bilimlerinde, maddenin korunması ilkesi enerjinin azalmasıyla çatışma içinde bulunur (Enerji ısıya dönüşür. Ancak bu durumda o artık tam olarak işe dönüşemez). Biyolojide cansız maddeden hayatın kendisine geçiş bir yana, ceninden yetişkine geçiş, ilkel ana formların daha karmaşık formlara evrilmesi, kısmen indirgenemez bir oluşu açığa vurur gibidir (Yetişkini ceninden, insanı amipten bir sonuç olarak çıkaramayız). Burada zaman, şeyleri aşmaktadır. O, varoluşun ta kendisidir. Sonra gelen, her zaman kendisine bağımlı olduğu, ancak kendisine indirgenemediği önce geleni zenginleştirmektedir. Aynı şekilde insanların tarihi, somut olayları tam olarak açıklanabilir, dolayısıyla öngörülebilir olmayan canlı bir oluş olarak ortaya çıkmaktadır. Bu olgudan hareketle Bergson gibi "zihnin özelliğinin doğal olarak hayatı, yani süreyi anlamama olduğu" sonucuna mı varacağız? Ancak bir mantık biçiminin güçsüzlüğüyle aklın tümüyle güçsüzlüğünü birbirine karıştırmamalıyız. Klasik tümdengelimsel mantığın işe yaramadığı yerde diyalektik bir mantık başarılı olabilir. Diyalektik, totolojik analizle değil, aşılan çelişkilerle çalışır. "Şeyleri ve kavramları bağlantılarında, karşılıklı eylemlerinde ve bunların sonucu olarak ortaya çıkan değişmede, yani onların doğuşları, gelişmeleri ve ortadan kalkmalarında göz önüne alan" bu yöntem, oluşun kendisinin yasalarını kavramaya çalışır.
Karşıtların zıtlığı ve çözülmesiyle çalışan diyalektik, oluşun özelliği olan çelişkileri, karşılıklı etkileri ve sıçramalara dayanan ilerlemeyi anlamaya çalışır. Onda düşünce artık özdeşten özdeşe değil, tezden antiteze ve senteze doğru ilerler. Öte yandan bu üçlünün de hareketli oluşa, bir öncekine benzer bir ritm ve süreç değişmezliğini soktuğu doğrudur ve burada da özdeşlikleri yeniden bulma yönünde bir çabanın varlığını görebiliriz.
f. Yeni bir paradoks: Zamanın üç anı
Aristoteles, zamanı "önce-sonraya göre hareketin sayısı" olarak tanımlar. Gerçekten önce ve sonra ayrımı zamanla ilgili deneyimde temel olan şeydir. O, geçmiş-şimdi-gelecek anların (bu dünyada hiçbir varlığın kendisinden kaçamadığı) geriye döndürülemez bir biçimde birbirlerini izlemesidir.
Ancak zamanın bu üç anından bana gerçekten sadece bir tanesi veri gibi gelmektedir, sadece bir tanesi benim tarafımdan tartışmasız olarak gerçekten yaşanıyor gibi görünmektedir. Bu, içinde bulunduğumuz an, şimdidir. Eğer iyi düşünürsek, biz hiçbir zaman şimdiden kurtulamamaktayız. Şüphesiz gelecekle ilgili endişemiz bir olgudur. Geçmişte meydana gelen, artık geriye dönülmesi mümkün olmayan bir olayla ilgili pişmanlığımız bir olgudur. Geçmişte uğradığımız alçaltıcı bir muamelenin hatırasının yarattığı öfkemiz bir olgudur. (Leon Bloy "Acı, geçer, ama acı çekmiş olma asla geçmez" demekteydi). Ancak bu olgular, şu andaki olgulardır. Gelecekle ilgili gerçek olan şey, onun olacağıdır. Geçmişle ilgili gerçek olan şey, onun olmuş olmasıdır. Geçmiş ve geleceği gerçeklikleri bakımından göz önüne almaya çalıştığımızda, onların tüm anlamlarını şu andaki düşüncelerimizde bulduklarını görmekteyiz. Aziz Augustinus’a, "Üç zaman vardır: Geçmişin şimdisi, şimdinin şimdisi, geleceğin şimdisi" dedirten şey, buydu. Epikurosçu bilgeliğin özü, etkisine uğramak durumunda olduğumuz şeyin sadece şimdi olduğu, buna karşılık her türlü hakiki varlıktan yoksun olan geçmiş ve geleceğin (Çünkü onlardan biri artık var değildir, diğeriyse henüz var değildir) ise gerçeklikler değil, sadece kanılar olduğunu ilan etmekten ibaretti. Epikuros’a göre gerçek olan tek acı, içinde bulunduğumuz anda yaşadığımız fizik acıdır. Yarınla ilgili korkumuz, hayal gücünün ürünü olan bir korkudur, dolayısıyla son çözümde hayali bir korkudur. Epikuros’a göre bunun en iyi örneği ölüm korkusu, ölüm geleceğe ait bir şey olduğu için özellikle en saçma olan korkudur. Ben duygu ve düşünce sahibi canlı bir varlık olarak var oldukça, ölüm yoktur; ölüm olduğu zaman ise artık ben var değilim.
O halde bir anlamda var olan sadece şimdidir. Ama aynı şekilde var olmayanın da yalnızca şimdi denen şey olduğunu savunabilirim (Sözünü ettiğimiz paradoks, zamanın akıl-dışılığı dediğimiz şey budur). Şimdi dediğimiz şey nedir? Üzerinde birazcık düşünmem bana şimdi dediğimiz şeyin özelliği var olmama olan iki ana ayrıştığını göstermektedir. Bu anlardan birincisi tam biraz önce cereyan etmiş olan şeyin anıdır, ikincisi tam biraz sonra cereyan edecek olan şeyin anıdır. Tam biraz önceki geçmişle tam biraz sonraki gelecek arasında şimdi nerede bulunmaktadır? Biraz önce zamanın tek gerçekliği olduğunu kabul etmek istediğimiz şimdinin, üzerinde düşünülünce kavranılamaz bir varlık, matematik bir nokta, varoluşsal genişliği olmayan salt bir uydurma olduğu anlaşılmaktadır.
Aristoteles’in analizine göre zaman, iki yokluğa, olmuş olan bir yoklukla olacak olan bir yokluğa ayrışan bir varlıktır. Aristoteles, zamanın bölünebilir olduğunu söyler. Ancak onun bazıları geçmişte bazıları gelecekte olan parçaları var değildir. Zaman bir varlık mıdır, yoksa yokluk mu? Aristoteles’in sıkıntılı cevabını anlıyoruz: "Zaman ancak eksik ve karanlık bir varlıktır.”
g. Bilincin hakim olduğu zaman
Zamanın niçin "güçsüzlüğümün ifadesi" olduğunu gördük. O, aralıksız olarak elimizden kaçan şey, aynı zamanda benim kendi varlığım ve her an beni kendimden ayıran şeydir. Ancak tümüyle oluşun kölesi gibi de görünmüyorum. Eğer tümüyle sürenin akışına kapılmış olsaydım onun geçtiğinin bilincinde olmazdım. Denizde akıntıya yakalanmış ihtiyatsız bir yüzücü, eğer geriye bakmazsa, kumsaldan hızla uzaklaştığını fark etmez. Ama ben zamanın aktığının farkındayım, zamanı düşünürüm, zamanın farklı kısımları arasındaki bir ilişkiyi kavrarım ve bu ilişki onların hiçbirine ait olamaz. Leon Brunschvicg şöyle demekteydi: "Zamanı ele alan yargılar, zaman dışı yargılardır." Hem zaman içinde bir bilinç, hem de zamanın bilinci olduğumdan hiç olmazsa kısmen zamanın elinden kurtulduğumu ve ona hakim olduğumu söyleyebilirim. Eğer tümüyle zamana yakalanmış olsaydım zamansallığımın tek boyutu içinde bulunduğum an, "şimdi" olurdu. Geçmiş artık, gelecek henüz var olmadığı için varoluşum tam olarak her anla bir düşer ve hiçbir zaman zamanın bilincine sahip olmazdım. Oysa gerçekte oluşun akışı karşısında bir mesafe almaktayım ve bir anlamda şimdiden hiçbir zaman kaçamamaktaysam da bir başka anlamda sürekli olarak onun dışına çıktığımı söyleyebilirim. Yaptığım ve yapacağım şeyi düşünürüm. Martin Heidegger’in sözünü ettiği endişe ve düşlerini geleceğe yansıtan, her zaman kendisinden biraz önde ve geçmişini hatırlayabildiği için biraz arkada olan şu "uzaklıkların varlığı"yım. Her neyse, insan hiçbir zaman kesin olarak kendisiyle bir düşmez, hiçbir zaman kendi çağdaşı değildir. Günümüz felsefesi bu betimlemeleri çok geliştirmiştir ve çoğu kez onlardan zamansallığın insani gerçekliğin kendisi olduğu sonucunu çıkarmıştır. Benimsediğimiz kendi akılcı pozisyonumuzdan bakarsak, daha çok zamanın bilincine varmamızın zihnimizle zamanı aşmamızı ifade ettiği ve onun bizde düşünme ve akıl boyutumuzu ortaya koyduğunu söyleyeceğiz. Daha önce gördüğümüz gibi bir anlamda ben zamanım, ama bir başka anlamda ben zamana sahibim. Başka deyişle benim davranışım mekanik olarak çevremdeki uyarıcılar tarafından belirlenmemektedir. Düşünme, birçok imkanı göz önüne alma, tepkilerimi erteleme özgürlüğüne sahibim. Varlığımı, zamanın farklı anlarını hesaba katarak düzenleyebilirim ve bunu yapmamın nedeni bende bir ölçüde her şeyin akışının dışında kalan bir düşünme ve sentez ilkesinin bulunmasıdır. Siz, "Ben çok değiştim" dediğinizde bile bu değişmeleri bir aynı "ben"in birliğine gönderdiğiniz için sizde her şey değişmemiştir.
Bu analizi derinleştirmek istersek, zamanın bilincine varılmasının onun farklı anlarına aynı değeri vermek anlamına gelmediğini görürüz. Gerçekten her zaman bilinci, geleceğe dayanır. Şu andaki tüm eylemlerim ancak göz önüne aldığım gelecekle ilgili bir anlama sahiptir. Yazdığım şu sayfa, bir dükkandan yaptığım alışveriş, buzdolabına koyduğum et de aynı şeye tanıklık ederler. Eğer yarım saat içinde öleceğimden emin olsaydım veya yarım saat içinde dünya üzerinde benim eylemlerimi devam ettirecek ve onlara bir anlam verdirecek tek bir insanın kalmayacağından emin olsaydım, bu yaptıklarımı yapmazdım.
Geçmişin kendisi de ancak gelecekle ilgili tasarılarımdan hareketle anlam ve değer kazanır. Bu durum sadece her birimizin kişisel belleği için değil, her toplumun şu andaki özlemleri doğrultusunda inşa ve tasavvur ettiği şekilde geçmiş tarihi için de söz konusudur. O halde zamana ilişkin bilincim eylemin hizmetinde görünmektedir ve burada daha önce insanın zaman karşısındaki güçsüzlüğü konusunda teklif ettiğimiz analizleri biraz daha inceltmemiz gerekmektedir. Şüphesiz zaman geriye döndürülemez ve yapmış olduğum bir şeyin yapılmamış olmasını sağlayamam. Ama bu geçmişin bilincine vararak ona yeni bir anlam verebilirim ve gelecekle ilgili ondan dersler çıkarabilirim. Kısır pişmanlık acısının ardından verimli pişmanlık gelir ve ilk güçsüzlük özgürlüğe dönüşür.
2. Klasik bir problem: Zaman gerçek midir, yoksa zihinsel mi?
Hareketi yalnızca katedilen uzaydan hareketle göz önüne almak, Elea’lı Zenon’un paradokslarının gösterdiği gibi onu anlamayı kendimize yasaklamaktır. Zenon, hareketin imkansızlığını kanıtlamak iddiasındaydı. Dikotomi kanıtı (kelime, "ikiye bölme" anlamına gelmektedir) hareket eden bir cismin belli bir noktaya varmak için önce gidilecek bu mesafenin yarısını, sonra geri kalan mesafenin yarısını, sonra geri kalanın yarısını vb. katetmek zorunda olduğuna ve bunun böylece sonsuza kadar gideceğine işaret eder. O halde kuramsal olarak tüm mesafe hiçbir zaman kat edilemez. "Akhilleus ve kaplumbağa" kanıtı çok meşhurdur. "Tez ayaklı" Akhilleus kendisine belli bir avans vererek bir kaplumbağayla yarışır. Akhilleus bir A0 pozisyonundan hareket eder. Kaplumbağa aynı anda daha ilerideki bir T0 pozisyonundan yürümeye başlar. Kaplumbağanın hızının Akhilleus’unkinden on defa daha az olduğunu varsayalım. Zenon, Akhilleus’un kaplumbağayı hiçbir zaman yakalayamayacağını ileri sürer.
Akhilleus, kaplumbağanın hareket noktası olan T0 a geldiğinde, kaplumbağa, Akhilleus’un biraz önce katetmiş olduğu mesafenin tam olarak onda biri kadar ondan önde bulunur. Akhilleus bu yeni T olacaktır. Akhilleus bu yeni T2 noktasına geldiğinde, kaplumbağa bu kez T1-T2 arası noktasına ulaştığında kaplumbağa T0-T1 mesafesinin onda birine eşit yeni bir uzaklığı katetmiş, mesafenin onda birine eşit bir uzaklığı geride bırakmış olacaktır. Akhilleus bir önceki sefer kaplumbağa tarafından işgal edilmiş olan her noktaya vardığında, kaplumbağa, Akhilleus’un geçtiği mesafenin onda birine eşit bir avansı koruyacaktır. Uzay sonsuza kadar bölünebilir olduğu için kaplumbağa her zaman sonsuz küçük bir avansı koruyacaktır. Elea’lı Zenon en basiti ok kanıtı olan iki kanıt daha ortaya atmaktadır. Bir hedefe doğru atılmış olan ok, yolculuğunun her anında uzayın belli bir noktasını işgal ettiğinden ötürü hareketsizdir. Zenon neden bu tür saçmalıklar üzerinde durmaktadır? Çünkü o, somut sürede yaşanan hareketi, bu hareketin uzaydaki yörüngesiyle karıştırmaktadır. Gerçekten hareketi ölçmeye yarayan uzay, sonsuza kadar bölünebilir. Ama hareketin kendisi, yani yaşanan süre, bölünemez. "Kısaca harekette ayırt edilmesi gereken iki öğe vardır: Katedilen uzay ve onun kendisi aracılığıyla katedildiği eylem; birbirini izleyen durumlar ve bu durumların sentezi. Bu öğelerden birincisi eş türden bir niceliktir, ikincisi ise (...) bir niteliktir."
e. Tümdengelimsel akıl ve somut süre
Bergson’a göre yaşanan, niteliksel, ayrı türden, somut süre, uzaysal dışsallıkların taleplerine göre pratik ihtiyaçların biçimlendirdikleri analitik ve tümdengelimsel kavrayışın dışında kalır. Tümdengelimin zamanın inkarı olduğunu göstermek kolaydır. Bir önermeyi başka bir önermeden çıkarmak, matematikte olduğu gibi ustaca yerine geçirmeler yoluyla, bu ikinci önermenin birinciye özdeş olduğunu, onunla aynı şeyi söylediğini (bu iki önerme, totolojiktir) göstermektir. A nın B ye eşit olduğunu, B nin C ye eşit olduğunu varsayarsam, A nın C ye eşit olduğunu söyleyebilirim, çünkü bu son önerme, temelde, ilk iki önermeyle aynı şeydir. Geleceği şimdiden çıkarmak; geleceği şimdiye özdeş kılmak, şimdinin çözümlemesinde geleceği keşfetmek, geleceği gelecek olarak inkar etmek, üçgenin iç açıları toplamının daha önce gelen teoremler, tanımlar ve postülalarda içerilmiş olduğu gibi geleceğin şimdide içerilmiş olduğunu söylemektir. O halde aklın ideali, Emile Meyerson’un iyi bir biçimde gördüğü gibi, eseri nedene indirgeyerek, eseri tümüyle nedene özdeş kılarak zamanın geriye çevrilemezliğinden kurtulmaktır: "Açıklamak, özdeşleştirmektir." Burada mantıksal özdeşlik kronolojik ardarda gelişin yerini almaktadır. Ancak bilimin, eserleri tümüyle nedenlere indirgemeye ve evrende birbirini izleyen olayları kendi aralarında birbirlerine özdeş kılmaya muvaffak olması durumunda gerçek her türlü güvenilirliğini kaybeder ve Var olan, Bir olana feda edilmiş olur. Bu durumda evrende gerçek anlamda hiçbir şey meydana gelmemiş olur. Bu, "akozmizm"dir. Dünyanın var olduğunu kabul etmek ise tersine her olayın kendi değeri, kendi ağırlığı, kendi rengi olduğunu, tümüyle yeni bir şey olduğunu, herhangi bir ilkeden bütünüyle çıkarılamayacağını görmektir. Varlık, sürekli olarak yeniliklerin fışkırması, süredir. Fakat dünyanın zamansal varoluşu için ödenmesi gereken fiyat da onu bütünüyle açıklamanın imkansızlığıdır. Klasik bilim ancak zamanı feda ederek, zamanı yalnızca gerçeğin basit bir boyutu kılarak oluşabilmiştir. Böylece astronomi -göksel hareketlerin yasalarının bilgisinden hareketle- zamansallığı uzayda yer değiştirmelere indirgediği için kesin öngörülerde bulunur. Ama zamansal gerçekliğin keşfi, her zaman, tümdengelimsel özdeşleştirme idealine bir sınır getirir. Örneğin, madde bilimlerinde, maddenin korunması ilkesi enerjinin azalmasıyla çatışma içinde bulunur (Enerji ısıya dönüşür. Ancak bu durumda o artık tam olarak işe dönüşemez). Biyolojide cansız maddeden hayatın kendisine geçiş bir yana, ceninden yetişkine geçiş, ilkel ana formların daha karmaşık formlara evrilmesi, kısmen indirgenemez bir oluşu açığa vurur gibidir (Yetişkini ceninden, insanı amipten bir sonuç olarak çıkaramayız). Burada zaman, şeyleri aşmaktadır. O, varoluşun ta kendisidir. Sonra gelen, her zaman kendisine bağımlı olduğu, ancak kendisine indirgenemediği önce geleni zenginleştirmektedir. Aynı şekilde insanların tarihi, somut olayları tam olarak açıklanabilir, dolayısıyla öngörülebilir olmayan canlı bir oluş olarak ortaya çıkmaktadır. Bu olgudan hareketle Bergson gibi "zihnin özelliğinin doğal olarak hayatı, yani süreyi anlamama olduğu" sonucuna mı varacağız? Ancak bir mantık biçiminin güçsüzlüğüyle aklın tümüyle güçsüzlüğünü birbirine karıştırmamalıyız. Klasik tümdengelimsel mantığın işe yaramadığı yerde diyalektik bir mantık başarılı olabilir. Diyalektik, totolojik analizle değil, aşılan çelişkilerle çalışır. "Şeyleri ve kavramları bağlantılarında, karşılıklı eylemlerinde ve bunların sonucu olarak ortaya çıkan değişmede, yani onların doğuşları, gelişmeleri ve ortadan kalkmalarında göz önüne alan" bu yöntem, oluşun kendisinin yasalarını kavramaya çalışır.
Karşıtların zıtlığı ve çözülmesiyle çalışan diyalektik, oluşun özelliği olan çelişkileri, karşılıklı etkileri ve sıçramalara dayanan ilerlemeyi anlamaya çalışır. Onda düşünce artık özdeşten özdeşe değil, tezden antiteze ve senteze doğru ilerler. Öte yandan bu üçlünün de hareketli oluşa, bir öncekine benzer bir ritm ve süreç değişmezliğini soktuğu doğrudur ve burada da özdeşlikleri yeniden bulma yönünde bir çabanın varlığını görebiliriz.
f. Yeni bir paradoks: Zamanın üç anı
Aristoteles, zamanı "önce-sonraya göre hareketin sayısı" olarak tanımlar. Gerçekten önce ve sonra ayrımı zamanla ilgili deneyimde temel olan şeydir. O, geçmiş-şimdi-gelecek anların (bu dünyada hiçbir varlığın kendisinden kaçamadığı) geriye döndürülemez bir biçimde birbirlerini izlemesidir.
Ancak zamanın bu üç anından bana gerçekten sadece bir tanesi veri gibi gelmektedir, sadece bir tanesi benim tarafımdan tartışmasız olarak gerçekten yaşanıyor gibi görünmektedir. Bu, içinde bulunduğumuz an, şimdidir. Eğer iyi düşünürsek, biz hiçbir zaman şimdiden kurtulamamaktayız. Şüphesiz gelecekle ilgili endişemiz bir olgudur. Geçmişte meydana gelen, artık geriye dönülmesi mümkün olmayan bir olayla ilgili pişmanlığımız bir olgudur. Geçmişte uğradığımız alçaltıcı bir muamelenin hatırasının yarattığı öfkemiz bir olgudur. (Leon Bloy "Acı, geçer, ama acı çekmiş olma asla geçmez" demekteydi). Ancak bu olgular, şu andaki olgulardır. Gelecekle ilgili gerçek olan şey, onun olacağıdır. Geçmişle ilgili gerçek olan şey, onun olmuş olmasıdır. Geçmiş ve geleceği gerçeklikleri bakımından göz önüne almaya çalıştığımızda, onların tüm anlamlarını şu andaki düşüncelerimizde bulduklarını görmekteyiz. Aziz Augustinus’a, "Üç zaman vardır: Geçmişin şimdisi, şimdinin şimdisi, geleceğin şimdisi" dedirten şey, buydu. Epikurosçu bilgeliğin özü, etkisine uğramak durumunda olduğumuz şeyin sadece şimdi olduğu, buna karşılık her türlü hakiki varlıktan yoksun olan geçmiş ve geleceğin (Çünkü onlardan biri artık var değildir, diğeriyse henüz var değildir) ise gerçeklikler değil, sadece kanılar olduğunu ilan etmekten ibaretti. Epikuros’a göre gerçek olan tek acı, içinde bulunduğumuz anda yaşadığımız fizik acıdır. Yarınla ilgili korkumuz, hayal gücünün ürünü olan bir korkudur, dolayısıyla son çözümde hayali bir korkudur. Epikuros’a göre bunun en iyi örneği ölüm korkusu, ölüm geleceğe ait bir şey olduğu için özellikle en saçma olan korkudur. Ben duygu ve düşünce sahibi canlı bir varlık olarak var oldukça, ölüm yoktur; ölüm olduğu zaman ise artık ben var değilim.
O halde bir anlamda var olan sadece şimdidir. Ama aynı şekilde var olmayanın da yalnızca şimdi denen şey olduğunu savunabilirim (Sözünü ettiğimiz paradoks, zamanın akıl-dışılığı dediğimiz şey budur). Şimdi dediğimiz şey nedir? Üzerinde birazcık düşünmem bana şimdi dediğimiz şeyin özelliği var olmama olan iki ana ayrıştığını göstermektedir. Bu anlardan birincisi tam biraz önce cereyan etmiş olan şeyin anıdır, ikincisi tam biraz sonra cereyan edecek olan şeyin anıdır. Tam biraz önceki geçmişle tam biraz sonraki gelecek arasında şimdi nerede bulunmaktadır? Biraz önce zamanın tek gerçekliği olduğunu kabul etmek istediğimiz şimdinin, üzerinde düşünülünce kavranılamaz bir varlık, matematik bir nokta, varoluşsal genişliği olmayan salt bir uydurma olduğu anlaşılmaktadır.
Aristoteles’in analizine göre zaman, iki yokluğa, olmuş olan bir yoklukla olacak olan bir yokluğa ayrışan bir varlıktır. Aristoteles, zamanın bölünebilir olduğunu söyler. Ancak onun bazıları geçmişte bazıları gelecekte olan parçaları var değildir. Zaman bir varlık mıdır, yoksa yokluk mu? Aristoteles’in sıkıntılı cevabını anlıyoruz: "Zaman ancak eksik ve karanlık bir varlıktır.”
g. Bilincin hakim olduğu zaman
Zamanın niçin "güçsüzlüğümün ifadesi" olduğunu gördük. O, aralıksız olarak elimizden kaçan şey, aynı zamanda benim kendi varlığım ve her an beni kendimden ayıran şeydir. Ancak tümüyle oluşun kölesi gibi de görünmüyorum. Eğer tümüyle sürenin akışına kapılmış olsaydım onun geçtiğinin bilincinde olmazdım. Denizde akıntıya yakalanmış ihtiyatsız bir yüzücü, eğer geriye bakmazsa, kumsaldan hızla uzaklaştığını fark etmez. Ama ben zamanın aktığının farkındayım, zamanı düşünürüm, zamanın farklı kısımları arasındaki bir ilişkiyi kavrarım ve bu ilişki onların hiçbirine ait olamaz. Leon Brunschvicg şöyle demekteydi: "Zamanı ele alan yargılar, zaman dışı yargılardır." Hem zaman içinde bir bilinç, hem de zamanın bilinci olduğumdan hiç olmazsa kısmen zamanın elinden kurtulduğumu ve ona hakim olduğumu söyleyebilirim. Eğer tümüyle zamana yakalanmış olsaydım zamansallığımın tek boyutu içinde bulunduğum an, "şimdi" olurdu. Geçmiş artık, gelecek henüz var olmadığı için varoluşum tam olarak her anla bir düşer ve hiçbir zaman zamanın bilincine sahip olmazdım. Oysa gerçekte oluşun akışı karşısında bir mesafe almaktayım ve bir anlamda şimdiden hiçbir zaman kaçamamaktaysam da bir başka anlamda sürekli olarak onun dışına çıktığımı söyleyebilirim. Yaptığım ve yapacağım şeyi düşünürüm. Martin Heidegger’in sözünü ettiği endişe ve düşlerini geleceğe yansıtan, her zaman kendisinden biraz önde ve geçmişini hatırlayabildiği için biraz arkada olan şu "uzaklıkların varlığı"yım. Her neyse, insan hiçbir zaman kesin olarak kendisiyle bir düşmez, hiçbir zaman kendi çağdaşı değildir. Günümüz felsefesi bu betimlemeleri çok geliştirmiştir ve çoğu kez onlardan zamansallığın insani gerçekliğin kendisi olduğu sonucunu çıkarmıştır. Benimsediğimiz kendi akılcı pozisyonumuzdan bakarsak, daha çok zamanın bilincine varmamızın zihnimizle zamanı aşmamızı ifade ettiği ve onun bizde düşünme ve akıl boyutumuzu ortaya koyduğunu söyleyeceğiz. Daha önce gördüğümüz gibi bir anlamda ben zamanım, ama bir başka anlamda ben zamana sahibim. Başka deyişle benim davranışım mekanik olarak çevremdeki uyarıcılar tarafından belirlenmemektedir. Düşünme, birçok imkanı göz önüne alma, tepkilerimi erteleme özgürlüğüne sahibim. Varlığımı, zamanın farklı anlarını hesaba katarak düzenleyebilirim ve bunu yapmamın nedeni bende bir ölçüde her şeyin akışının dışında kalan bir düşünme ve sentez ilkesinin bulunmasıdır. Siz, "Ben çok değiştim" dediğinizde bile bu değişmeleri bir aynı "ben"in birliğine gönderdiğiniz için sizde her şey değişmemiştir.
Bu analizi derinleştirmek istersek, zamanın bilincine varılmasının onun farklı anlarına aynı değeri vermek anlamına gelmediğini görürüz. Gerçekten her zaman bilinci, geleceğe dayanır. Şu andaki tüm eylemlerim ancak göz önüne aldığım gelecekle ilgili bir anlama sahiptir. Yazdığım şu sayfa, bir dükkandan yaptığım alışveriş, buzdolabına koyduğum et de aynı şeye tanıklık ederler. Eğer yarım saat içinde öleceğimden emin olsaydım veya yarım saat içinde dünya üzerinde benim eylemlerimi devam ettirecek ve onlara bir anlam verdirecek tek bir insanın kalmayacağından emin olsaydım, bu yaptıklarımı yapmazdım.
Geçmişin kendisi de ancak gelecekle ilgili tasarılarımdan hareketle anlam ve değer kazanır. Bu durum sadece her birimizin kişisel belleği için değil, her toplumun şu andaki özlemleri doğrultusunda inşa ve tasavvur ettiği şekilde geçmiş tarihi için de söz konusudur. O halde zamana ilişkin bilincim eylemin hizmetinde görünmektedir ve burada daha önce insanın zaman karşısındaki güçsüzlüğü konusunda teklif ettiğimiz analizleri biraz daha inceltmemiz gerekmektedir. Şüphesiz zaman geriye döndürülemez ve yapmış olduğum bir şeyin yapılmamış olmasını sağlayamam. Ama bu geçmişin bilincine vararak ona yeni bir anlam verebilirim ve gelecekle ilgili ondan dersler çıkarabilirim. Kısır pişmanlık acısının ardından verimli pişmanlık gelir ve ilk güçsüzlük özgürlüğe dönüşür.
2. Klasik bir problem: Zaman gerçek midir, yoksa zihinsel mi?