2. Klasik bir problem: Zaman gerçek midir, yoksa zihinsel mi? (- 1)
|
Felsefi problemler ve kuramların tarihi, geleneksel olarak şu soruyu içinde bulundurmaktadır: "Uzay ve zaman şeylerin içinde mi bulunur, onlar nesnel gerçeklikler midir, yoksa basit olarak insan zihninin şeyler arasında tasarladığı ilişkiler, dünyaya ilişkin özel tasarım biçimleri midir?" Birinci çözümü benimseyen kuramlar realist, ikinci görüşü savunan öğretiler ise idealist olarak adlandırılırlar.
1. Klasik realist kuramlar
Descartes’ın kuramı tamamen realisttir. Zaman, ona göre, birbirinden bağımsız anların birbirini izleyişidir. Uzaya gelince o, cisimlerin özünü, maddi tözün kendisini oluşturur. Descartes maddeyle ilgili olarak şunları söyler: "Maddenin uzamının veya uzayda yer kaplama özelliğinin bir ilinek değil, onun gerçek formu ve özü olduğunu düşünüyorum" (Uzay, töz olarak alındığı için Descartes’ın evreninde boşluk yoktur).
Newton’un anlayışı da tipik olarak realisttir, ancak farklıdır. Newton, uzayın bilimi olan geometriyle, maddenin bilimi olan fiziği birbirine karıştırmadığı gibi -oysa Descartes bunları aynı şey olarak alır-, uzayla maddi tözü de birbirine karıştırmaz. Ancak Newton için uzay ve zaman, içlerinde bulunan (uzay) veya cereyan eden (zaman) olaylardan bağımsız olarak var olan gerçek, mutlak çerçevelerdir. "Kendinde ve doğası gereği, dış bir şeyden bağımsız olarak var olan mutlak, gerçek ve matematiksel zaman, muntazam bir biçimde akar (...) Herhangi bir dış şeyden bağımsız olarak doğası gereği mutlak olan uzay da hep aynı kalır." Göreli hareketler yanında (Gemici, kendisi de okyanusta hareket halinde olan geminin güvertesinde gezinir) mutlak hareketler (Örneğin, dünya, mutlak uzaya göre hareket eder) vardır. Hatta pratikte "zamanı ölçmeye yarayabilecek hiçbir muntazam hareket olmasa da -ki bu mümkündür, çünkü bütün hareketler yavaşlatıp hızlandırılabilir- mutlak zamanın akışı değişmez". Mekaniğin denklemlerinde yer alan t (zaman) parametresi, bu muntazam, ideal zamandır. Devam eden olaylardan bağımsız olarak var olan bu mutlak zaman, uzamı olan olaylardan bağımsız olarak var olan bu mutlak uzay, Tanrı tarafından dünyayı içlerine almaları için yaratılmış çerçevelerden fazla şeylerdir. Uzay ve zaman Tanrı’nın kendisinin özellikleri, algılama tarzı (sensorium Dei), hatta varlık tarzıdır. "Tanrı her zaman vardır ve her yerde vardır. Her zaman ve her yerde var olmasıyla uzay ve zamanı oluşturur."
2. İdealist kuramlar
a) Descartesçı ve newtoncu realizmin eleştirisi
Descartes’a karşı Leibniz uzayın bir töz olamayacağına işaret eder. Çünkü uzay sonsuza kadar bölünebilir. Uzayın saf çokluk olmasına karşılık her töz, birdir. Aynı şekilde Leibniz, Newton’un bir öğrencisi olan Clarke’la polemik bir mektuplaşmayı sürdürmüştür. Leibniz uzay ve zamanın, uzamlı şeyler ve birbirini izleyen olaylar dışında mutlak bir gerçekliği olduğunu kabul etmek istemez. Küçük sonlu dünyamız için sonsuz mutlak bir uzay ve zaman kabının zorunlu olduğunu niçin düşünelim? Bu, "küçük bir sinek için çok büyük bir kafes" olacaktır. Leibniz’in bakış açısı genel metafiziğinden hareketle iyi bir biçimde kavranabilir. Bu metafizikte Tanrı her zaman yeter sebep ilkesi tarafından belirlenir. Şimdi dünyadan bağımsız mutlak bir uzay-zaman çerçevesinin varlığı, bu ilkeyi güç duruma düşürür. "Eğer zaman, varlıklarını devam ettiren şeylerden bağımsız olarak gerçek olsa, Tanrı’nın evreni neden başka bir an yerine o yarattığı anda yaratmış olduğunu açıklayamayız. Yaratım anının seçiminin yeter sebebi olmaz. Yaratımın yeri için de aynı şey söz konusu olur." Eğer evrenin yaratımından önce gelen gerçek bir zaman ve gerçek bir uzayın varlığını reddedersek, bu güçlük ortadan kalkmış olur.
Tanrı zamanda ve uzayda, yani zorunlu olarak hesabı verilemeyecek olan bir anda ve bir yerde yaratmamıştır. O, evreni yaratmıştır ve bu yaratımdan itibaren uzay ve zamanın yalnızca şeyler arasındaki düzen ve ilişki olarak yorumlanması gerekir. "Nasıl ki zaman, mümkün birbiri ardından gelmelerin düzeniyse, uzay da mümkün yan yana var olmaların düzenidir." Yani gerçek yaratım için mümkünler içinden sadece "aynı zamanda mümkünler", başka deyişle "birbirleriyle uyuşabilir mümkünler" seçilmiştir. Uzay ve zaman farklı uyuşma düzenlerinden başka şeyler değildirler. Örneğin, olaylar eşzamanlı olabilirler. Bu uzaysal uyuşmadır. Ama genç olan ben ile ihtiyar olacak benin evrenin uyumu için aynı ölçüde zorunlu olduklarını varsayalım: Ben aynı zamanda hem genç bir adam, hem yaşlı bir adam olamam, ancak birbiri ardından bunlar olabilirim. Zaman, eşzamanlılığın kendisinden dışarı atılmış olduğu bu uyuşmayı ifade eder. Uzay ve zaman Leibniz’e göre şeyler değildirler, salt bağıntılardır.
b) Kantçı idealizm
Kant’a göre de uzay ve zamanı mutlak gerçeklikler olarak göz önüne almak mümkün değildir. Çünkü o zaman Birinci Antinomi’de sergilenen güçlüklerle karşılaşırız. Örneğin, evrenin zamanda bir başlangıcı, uzayda sınırları olduğunu kabul edelim. Bu varsayım, önce makul görünmektedir. Örneğin, bana öyle gelmektedir ki içinde bulunduğum andan önce sonsuz anlar ve olayların gelmiş olduğunu kabul edemem. Diyebiliriz ki eğer evrenin bir başlangıcı olmamış olsaydı, olaylar dizisi hiçbir zaman içinde bulunduğumuz ana kadar gelemezdi. Skolastiklerin dediği gibi, "Geriye doğru sonsuz, imkansızdır". Öte yandan eğer evrenin bir başlangıcı varsa "Peki ondan önce ne olup bitmekteydi?" şeklinde bir soruyu da kendime sormamazlık edemem. Aynı şekilde eğer evrenin sınırları varsa "Peki, bu sınırların ötesinde bir şey yok mu?" sorusunu da kendime sorarım. Düşününce, uzay ve zamanın gerek sonlu, gerekse sonsuz olduklarını tasarlamak mümkün değil gibi görünmektedir. Uzay ve zamanın sınırları olduğunu ileri süren tez, onlara karşı çıkan tezden daha fazla savunulabilir değildir. Bu güçlüklerden kaçınmanın tek yolu, uzay ve zamanı kendinde şeyler olarak almaktan vazgeçmektir. Uzay ve zaman, duyarlılığımızın a priori çerçeveleri, evrene ilişkin tasarımımızın öznel koşullarıdırlar. Onlardan kendimizi kurtaramamamız, hiçbir şeyi onların dışında düşünemememiz, zaten onların bizim bir parçamız olduklarını göstermiyor mu? O halde uzayın bir zorunluluk özelliğine sahip olmasının nedeni, onsuz hiçbir şeyi bilemememdir. Uzay, evrenseldir; çünkü geometrinin a priori inşa etmeleri evrensel olarak geçerlidir. O halde uzaysal-zamansal çerçevenin ana özelliği, onun transandantal (transcendantal) idealliğidir. "İdeallik" diyoruz, çünkü o benim duyarlılığımın öznel bir formundan başka bir şey değildir. "Transandantal ideallik" diyoruz, çünkü o her türlü bilginin a priori olarak evrensel ve zorunlu bir koşuludur ("Transandantal", Kant’ta her türlü bilginin a priori koşulu anlamına gelir). Öte yandan Kant, zamanın iç duyunun formu olmasına karşılık (iç hayatımı anlar ve hallerin birbirlerini izlemesi olarak algılarım), uzayın dış duyunun formu olduğunu (Ona göre dış dünyayı aynı zamanda hem uzayın formu, hem de olayların birbirleri ardından gelişinin formuna göre algılarız) açıklığa kavuşturur. Fakat uzay ve zaman, transandantal ideallik özellikleri yanında empirik bir gerçeklik cephesine de sahiptir. Onlar hem bilginin hem de empirik verilerin formlarıdır. Örneğin, uzay bir kavram değildir, çünkü bir kavram somut gerçeklikleri özetleyen soyut bir semboldür ("Köpek" kavramı, var olan köpekleri sembolize eder). Uzayın birliği ise bunun tersine her türlü bileşimden önce gelen, saf bir sezginin konusu olan bir ilk veridir. Uzayın kısımları ancak daha sonra bir bölme yoluyla elde edilirler. Ve bu kısımlar bir kavramın bir araya topladığı bireyler gibi kendi aralarında benzer olmayan şeyler değildirler. Tersine onlar eştürdendir. O halde uzay, Kant’a göre, anlık tarafından inşa edilen soyut bir kavram değildir, duyarlılığımın saf bir sezgisidir. Bu arada Kant’ın uzayının özellikleri (eştürden olma, üç boyutlu olma) euklidesçi ve newtoncu uzayın özelliklerinin aynıdır. Kant’ın yaptığı şey sadece Newton’un mutlak uzay ve zamanını insan zihnine taşıması olmuştur. Kant’ta Tanrı’nın algısı insanın algısı olmuştur.
3. Sonuç
Hangi çözümü önermeliyiz? Her şeyden önce bize öyle geliyor ki uzay ve zamana bilincimizin dışında bir gerçeklik mal edebiliriz. Bunu inkar etmek, bizi bilinemez olarak kalacak zaman-dışı ve uzay-dışı bir kendinde dünya varsayımını ileri sürmeye götürecektir. Öte yandan uzay ve zamandan kaçınmamızın imkansız olması, onları tam olarak anlamamızın imkansız olması da onlara sadece öznel bir varoluş yüklememiz için yeterli nedenler değildirler.
Bununla birlikte öznelcilikte doğru olan bir şey vardır. Gerçekten zaman ve uzay, onların yapıları hakkında sahip olduğumuz fikir, bizim kendimize bağımlıdır (Bu fikir, uygarlıklara göre değişmektedir ve bir çocukla yetişkinde aynı değildir). Başlangıçta uzay ve zaman, sezgisel, öznel verilerdir. Ancak onlardan hareket ederek, gerçeği gitgide daha yakından kavramamıza imkan veren kavramlar oluşturma yeteneğine sahip olmaktayız (Çünkü bilimsel bir kavramın değeri son çözümde açıklayabildiği deneysel verilerin zenginliği ve teknik uygulamaların verimliliği ile ölçülür). Böylece uzay ve zaman, inşa edilen şeyler olmakla birlikte uzay ve zamana ilişkin en gelişmiş bilimsel kavramlar, son çözümde, bizim kendi yapımızı yansıtan bilincin dolaysız verilerinden daha nesneldirler.
Kant, Euklides ve Newton’un üç boyutlu eştürden uzayını sezgisel bir veri, duyarlılığımızın dolaysız bir formu olarak betimlemiştir. Gerçekten o bilimlerin gelişmesinin belli bir düzeyinde yer alan gelişmiş bir kavramdır. Öyle görünmektedir ki o ne ilkel bir sezgi, ne de bilginin kesin bir verisidir.
a) Uzaysal-zamansal tasarımın ilkel ve öznel biçimleri
Hayvanlarda, çocuklarda, ilkellerde uzay ve zaman, uygar bir insanın veya bir bilim adamının uzay ve zaman hakkında sahip olabileceği anlayıştan çok uzak verilerdir. Bu vesileyle, yaşanan süre gibi yaşanan somut ve ayrı türden bir uzayın da olduğuna işaret edelim. Bergson’un uzayla zaman arasında kurduğu zıtlık, uzay ve zamanı farklı gelişmişlik düzeylerindeki şeyler olarak göz önüne almasından dolayı biraz yapay görünmektedir. Bergson, fazla kavramlaştırılmış bir uzayın karşısına sezgisel ve dolaysız psikolojik bir süreyi yerleştirmektedir.
Yaşanan uzay, ayrı türden ve özel niteliğe sahiptir. Her hayvan türünün uzayı, onun duyu organlarının yapısına bağımlı olmakla kalmamaktadır, aynı zamanda o, canlı varlığın içgüdüleri tarafından belirlenmektedir. Von Uexküll, "her türün evrenle ancak kısmi bir ilişki içinde olduğu"nu, "dünyanın geri kalan bölümünün onun için değersiz olduğu"nu, "hemen hemen var olmadığı"nı göstermiştir. Uzay türlerde kesinlikle uzamlı şeylerden ve Umwelt’ten, yani çevreleyen dünyadan ayırt edilmemekte, geometrik uzaklığa göre değil, hayati değere veya çıkara göre tanımlanmaktadır. Kendiliğinden varoluş düzeyinde -bu, hayvan gibi insan için de geçerlidir- uzay, Lewin’in iyi bir biçimde gösterdiği gibi, her bölgesi aynı değere sahip olmayan (Örneğin, sınıfınızda giriş kapısı, pencereler, hocanın kürsüsü sıradan yerler değildirler, her biri sizin için özel bir anlama sahip olan belirli yerlerdir) bir amaçlar ve araçlar (means ends field) alanıdır.
Bu fikirler doğrultusunda sosyologlar ve antropologlar, ilkel toplulukların uzayının aklın tasarladığı boş ve biçimsel uzaya tamamen zıt olduğunu göstermişlerdir. İlkellerde uzay, kamp örneğine göre tasarlanmakta (örneğin yuvarlak olarak düşünülmekte) ve yine onun gibi bölgelere ayrılmaktadır. Uzay yapılandırılmıştır, her yer farklı ve somut bir belirleme almıştır. Totem, manzarada varlık kazanır ve uzay, sunağın, kutsal yerin etrafında düzenlenir. Leeonhardt’ın analizleri burada Lévy-Bruhl’ün daha önce geliştirmiş olduğu bir bakış açısını zenginleştirmiştir. Lévy-Bruhl, İlkel Zihniyet’te şöyle yazmaktaydı: "Uzayın bölgeleri ne tasarlanır, ne kelimenin gerçek anlamında temsil edilir; o daha çok her şeyin kendisini işgal eden şeyden ayrılamaz olduğu karmaşık bütünlerde hissedilir. Her şey orada yaşayan gerçek veya hayali hayvanlardan, orada yetişen bitkilerden, orada oturan kabilelerden, orada esen rüzgarlar ve fırtınalardan pay alır." Aynı şekilde sağ-sol ayrımı da -beynin iki yarım küresinde fizyolojik bir temele sahip olsa da- hiç şüphesiz toplumsal ve dinsel kaynaklıdır.
Jean Piaget’nin yaptığı gibi, çocukta uzay kavramının yavaş yavaş gelişmesini incelemek özellikle ilginçtir. Çocukta uzay kavramı, başlangıçta bir birliğe bile sahip değildir. Çocuğun eylem ve dünyayı tanıma şemalarının çokluğuna karşılık olan birçok uzayı vardır. Önce ağızla ilgili emme alanı vardır, dokunmayla ilgili tutma alanı vardır, görme alanı vardır. Yavaş yavaş bu alanlar bir birliğe kavuşur. Örneğin, çocuk gördüğü şeyleri tutmaya, görme ve tutmayı birleştirmeye başlar. En uzun zaman alan ve en zor olan başlangıçtaki ben-merkezciliğin terk edilmesi ve geriye dönüş kavramının kazanılmasıdır. Başlangıçta bedenin kendisi, çocuğun onun etrafında uzayını düzenlediği özel, tek perspektiftir. Daha sonra çocuk,bedenini diğer cisimler gibi bir nesne olarak görmeye ulaşır ve (nesnelerin hareketlerini kendi bedenine göre düzenlediği gibi) kendi hareketlerini de nesnelere göre düzenlemeyi öğrenir.
Uzay gibi zaman da farklı düzeylerde göz önüne alınabilir. Her hayvan türünde zamanın kendi değeri vardır. (Koşullu refleks yöntemiyle) sinekler muntazam aralıklarla yiyeceklerini aramak üzere eğitilebilirler. Deney, sıcaklık değişmelerine göre veya bazı yiyeceklerin alınmasından sonra, onların periyodik dönüşlerinin hızlandırılabileceği veya geciktirilebileceğini ortaya koymuştur (Çünkü bu faktörler metabolizmanın hızlandırılması veya yavaşlatılmasını belirlemektedirler).
Daha önce kendisini işgal eden olayların değerleri ve anlamlarıyla sıkı sıkıya ilişkili olan psikolojik insani zamandan söz ettik. Bu psikolojik zaman çoğu kez bayramlar, tatiller, önemli günlerin geri gelişiyle belirlenen toplumsal zamandır. Bilimsel değerlerin derin bir biçimde içine nüfuz etmiş olduğu toplumumuzda takvimin, astronomik olaylar ve nesnel, akılsal zamanla ilişkisi vardır. İlkel toplumlarda ise durum böyle değildir, hatta antik Roma’da da böyle değildi. Fustel de Coulanges, antik Roma’yla ilgili olarak şunları söylemekteydi: "Takvimi ayarlayan ne ayın hareketi, ne güneşin görünürdeki hareketiydi. Onun temelinde olan, yalnızca dinin yasaları, ancak rahiplerin bildikleri esrarlı yasalardı. Bununla birlikte, anları aynı değere sahip olmayan, tersine her birinin kendi özel kişiliği olan bu ayrı türden, özel zamandan hareketle akıl, tıpkı yaşanan uzaydan hareketle akılsal bir uzay oluşturduğu gibi, nesnel bir zaman kavramı oluşturmaya çalışır.”
1. Klasik realist kuramlar
Descartes’ın kuramı tamamen realisttir. Zaman, ona göre, birbirinden bağımsız anların birbirini izleyişidir. Uzaya gelince o, cisimlerin özünü, maddi tözün kendisini oluşturur. Descartes maddeyle ilgili olarak şunları söyler: "Maddenin uzamının veya uzayda yer kaplama özelliğinin bir ilinek değil, onun gerçek formu ve özü olduğunu düşünüyorum" (Uzay, töz olarak alındığı için Descartes’ın evreninde boşluk yoktur).
Newton’un anlayışı da tipik olarak realisttir, ancak farklıdır. Newton, uzayın bilimi olan geometriyle, maddenin bilimi olan fiziği birbirine karıştırmadığı gibi -oysa Descartes bunları aynı şey olarak alır-, uzayla maddi tözü de birbirine karıştırmaz. Ancak Newton için uzay ve zaman, içlerinde bulunan (uzay) veya cereyan eden (zaman) olaylardan bağımsız olarak var olan gerçek, mutlak çerçevelerdir. "Kendinde ve doğası gereği, dış bir şeyden bağımsız olarak var olan mutlak, gerçek ve matematiksel zaman, muntazam bir biçimde akar (...) Herhangi bir dış şeyden bağımsız olarak doğası gereği mutlak olan uzay da hep aynı kalır." Göreli hareketler yanında (Gemici, kendisi de okyanusta hareket halinde olan geminin güvertesinde gezinir) mutlak hareketler (Örneğin, dünya, mutlak uzaya göre hareket eder) vardır. Hatta pratikte "zamanı ölçmeye yarayabilecek hiçbir muntazam hareket olmasa da -ki bu mümkündür, çünkü bütün hareketler yavaşlatıp hızlandırılabilir- mutlak zamanın akışı değişmez". Mekaniğin denklemlerinde yer alan t (zaman) parametresi, bu muntazam, ideal zamandır. Devam eden olaylardan bağımsız olarak var olan bu mutlak zaman, uzamı olan olaylardan bağımsız olarak var olan bu mutlak uzay, Tanrı tarafından dünyayı içlerine almaları için yaratılmış çerçevelerden fazla şeylerdir. Uzay ve zaman Tanrı’nın kendisinin özellikleri, algılama tarzı (sensorium Dei), hatta varlık tarzıdır. "Tanrı her zaman vardır ve her yerde vardır. Her zaman ve her yerde var olmasıyla uzay ve zamanı oluşturur."
2. İdealist kuramlar
a) Descartesçı ve newtoncu realizmin eleştirisi
Descartes’a karşı Leibniz uzayın bir töz olamayacağına işaret eder. Çünkü uzay sonsuza kadar bölünebilir. Uzayın saf çokluk olmasına karşılık her töz, birdir. Aynı şekilde Leibniz, Newton’un bir öğrencisi olan Clarke’la polemik bir mektuplaşmayı sürdürmüştür. Leibniz uzay ve zamanın, uzamlı şeyler ve birbirini izleyen olaylar dışında mutlak bir gerçekliği olduğunu kabul etmek istemez. Küçük sonlu dünyamız için sonsuz mutlak bir uzay ve zaman kabının zorunlu olduğunu niçin düşünelim? Bu, "küçük bir sinek için çok büyük bir kafes" olacaktır. Leibniz’in bakış açısı genel metafiziğinden hareketle iyi bir biçimde kavranabilir. Bu metafizikte Tanrı her zaman yeter sebep ilkesi tarafından belirlenir. Şimdi dünyadan bağımsız mutlak bir uzay-zaman çerçevesinin varlığı, bu ilkeyi güç duruma düşürür. "Eğer zaman, varlıklarını devam ettiren şeylerden bağımsız olarak gerçek olsa, Tanrı’nın evreni neden başka bir an yerine o yarattığı anda yaratmış olduğunu açıklayamayız. Yaratım anının seçiminin yeter sebebi olmaz. Yaratımın yeri için de aynı şey söz konusu olur." Eğer evrenin yaratımından önce gelen gerçek bir zaman ve gerçek bir uzayın varlığını reddedersek, bu güçlük ortadan kalkmış olur.
Tanrı zamanda ve uzayda, yani zorunlu olarak hesabı verilemeyecek olan bir anda ve bir yerde yaratmamıştır. O, evreni yaratmıştır ve bu yaratımdan itibaren uzay ve zamanın yalnızca şeyler arasındaki düzen ve ilişki olarak yorumlanması gerekir. "Nasıl ki zaman, mümkün birbiri ardından gelmelerin düzeniyse, uzay da mümkün yan yana var olmaların düzenidir." Yani gerçek yaratım için mümkünler içinden sadece "aynı zamanda mümkünler", başka deyişle "birbirleriyle uyuşabilir mümkünler" seçilmiştir. Uzay ve zaman farklı uyuşma düzenlerinden başka şeyler değildirler. Örneğin, olaylar eşzamanlı olabilirler. Bu uzaysal uyuşmadır. Ama genç olan ben ile ihtiyar olacak benin evrenin uyumu için aynı ölçüde zorunlu olduklarını varsayalım: Ben aynı zamanda hem genç bir adam, hem yaşlı bir adam olamam, ancak birbiri ardından bunlar olabilirim. Zaman, eşzamanlılığın kendisinden dışarı atılmış olduğu bu uyuşmayı ifade eder. Uzay ve zaman Leibniz’e göre şeyler değildirler, salt bağıntılardır.
b) Kantçı idealizm
Kant’a göre de uzay ve zamanı mutlak gerçeklikler olarak göz önüne almak mümkün değildir. Çünkü o zaman Birinci Antinomi’de sergilenen güçlüklerle karşılaşırız. Örneğin, evrenin zamanda bir başlangıcı, uzayda sınırları olduğunu kabul edelim. Bu varsayım, önce makul görünmektedir. Örneğin, bana öyle gelmektedir ki içinde bulunduğum andan önce sonsuz anlar ve olayların gelmiş olduğunu kabul edemem. Diyebiliriz ki eğer evrenin bir başlangıcı olmamış olsaydı, olaylar dizisi hiçbir zaman içinde bulunduğumuz ana kadar gelemezdi. Skolastiklerin dediği gibi, "Geriye doğru sonsuz, imkansızdır". Öte yandan eğer evrenin bir başlangıcı varsa "Peki ondan önce ne olup bitmekteydi?" şeklinde bir soruyu da kendime sormamazlık edemem. Aynı şekilde eğer evrenin sınırları varsa "Peki, bu sınırların ötesinde bir şey yok mu?" sorusunu da kendime sorarım. Düşününce, uzay ve zamanın gerek sonlu, gerekse sonsuz olduklarını tasarlamak mümkün değil gibi görünmektedir. Uzay ve zamanın sınırları olduğunu ileri süren tez, onlara karşı çıkan tezden daha fazla savunulabilir değildir. Bu güçlüklerden kaçınmanın tek yolu, uzay ve zamanı kendinde şeyler olarak almaktan vazgeçmektir. Uzay ve zaman, duyarlılığımızın a priori çerçeveleri, evrene ilişkin tasarımımızın öznel koşullarıdırlar. Onlardan kendimizi kurtaramamamız, hiçbir şeyi onların dışında düşünemememiz, zaten onların bizim bir parçamız olduklarını göstermiyor mu? O halde uzayın bir zorunluluk özelliğine sahip olmasının nedeni, onsuz hiçbir şeyi bilemememdir. Uzay, evrenseldir; çünkü geometrinin a priori inşa etmeleri evrensel olarak geçerlidir. O halde uzaysal-zamansal çerçevenin ana özelliği, onun transandantal (transcendantal) idealliğidir. "İdeallik" diyoruz, çünkü o benim duyarlılığımın öznel bir formundan başka bir şey değildir. "Transandantal ideallik" diyoruz, çünkü o her türlü bilginin a priori olarak evrensel ve zorunlu bir koşuludur ("Transandantal", Kant’ta her türlü bilginin a priori koşulu anlamına gelir). Öte yandan Kant, zamanın iç duyunun formu olmasına karşılık (iç hayatımı anlar ve hallerin birbirlerini izlemesi olarak algılarım), uzayın dış duyunun formu olduğunu (Ona göre dış dünyayı aynı zamanda hem uzayın formu, hem de olayların birbirleri ardından gelişinin formuna göre algılarız) açıklığa kavuşturur. Fakat uzay ve zaman, transandantal ideallik özellikleri yanında empirik bir gerçeklik cephesine de sahiptir. Onlar hem bilginin hem de empirik verilerin formlarıdır. Örneğin, uzay bir kavram değildir, çünkü bir kavram somut gerçeklikleri özetleyen soyut bir semboldür ("Köpek" kavramı, var olan köpekleri sembolize eder). Uzayın birliği ise bunun tersine her türlü bileşimden önce gelen, saf bir sezginin konusu olan bir ilk veridir. Uzayın kısımları ancak daha sonra bir bölme yoluyla elde edilirler. Ve bu kısımlar bir kavramın bir araya topladığı bireyler gibi kendi aralarında benzer olmayan şeyler değildirler. Tersine onlar eştürdendir. O halde uzay, Kant’a göre, anlık tarafından inşa edilen soyut bir kavram değildir, duyarlılığımın saf bir sezgisidir. Bu arada Kant’ın uzayının özellikleri (eştürden olma, üç boyutlu olma) euklidesçi ve newtoncu uzayın özelliklerinin aynıdır. Kant’ın yaptığı şey sadece Newton’un mutlak uzay ve zamanını insan zihnine taşıması olmuştur. Kant’ta Tanrı’nın algısı insanın algısı olmuştur.
3. Sonuç
Hangi çözümü önermeliyiz? Her şeyden önce bize öyle geliyor ki uzay ve zamana bilincimizin dışında bir gerçeklik mal edebiliriz. Bunu inkar etmek, bizi bilinemez olarak kalacak zaman-dışı ve uzay-dışı bir kendinde dünya varsayımını ileri sürmeye götürecektir. Öte yandan uzay ve zamandan kaçınmamızın imkansız olması, onları tam olarak anlamamızın imkansız olması da onlara sadece öznel bir varoluş yüklememiz için yeterli nedenler değildirler.
Bununla birlikte öznelcilikte doğru olan bir şey vardır. Gerçekten zaman ve uzay, onların yapıları hakkında sahip olduğumuz fikir, bizim kendimize bağımlıdır (Bu fikir, uygarlıklara göre değişmektedir ve bir çocukla yetişkinde aynı değildir). Başlangıçta uzay ve zaman, sezgisel, öznel verilerdir. Ancak onlardan hareket ederek, gerçeği gitgide daha yakından kavramamıza imkan veren kavramlar oluşturma yeteneğine sahip olmaktayız (Çünkü bilimsel bir kavramın değeri son çözümde açıklayabildiği deneysel verilerin zenginliği ve teknik uygulamaların verimliliği ile ölçülür). Böylece uzay ve zaman, inşa edilen şeyler olmakla birlikte uzay ve zamana ilişkin en gelişmiş bilimsel kavramlar, son çözümde, bizim kendi yapımızı yansıtan bilincin dolaysız verilerinden daha nesneldirler.
Kant, Euklides ve Newton’un üç boyutlu eştürden uzayını sezgisel bir veri, duyarlılığımızın dolaysız bir formu olarak betimlemiştir. Gerçekten o bilimlerin gelişmesinin belli bir düzeyinde yer alan gelişmiş bir kavramdır. Öyle görünmektedir ki o ne ilkel bir sezgi, ne de bilginin kesin bir verisidir.
a) Uzaysal-zamansal tasarımın ilkel ve öznel biçimleri
Hayvanlarda, çocuklarda, ilkellerde uzay ve zaman, uygar bir insanın veya bir bilim adamının uzay ve zaman hakkında sahip olabileceği anlayıştan çok uzak verilerdir. Bu vesileyle, yaşanan süre gibi yaşanan somut ve ayrı türden bir uzayın da olduğuna işaret edelim. Bergson’un uzayla zaman arasında kurduğu zıtlık, uzay ve zamanı farklı gelişmişlik düzeylerindeki şeyler olarak göz önüne almasından dolayı biraz yapay görünmektedir. Bergson, fazla kavramlaştırılmış bir uzayın karşısına sezgisel ve dolaysız psikolojik bir süreyi yerleştirmektedir.
Yaşanan uzay, ayrı türden ve özel niteliğe sahiptir. Her hayvan türünün uzayı, onun duyu organlarının yapısına bağımlı olmakla kalmamaktadır, aynı zamanda o, canlı varlığın içgüdüleri tarafından belirlenmektedir. Von Uexküll, "her türün evrenle ancak kısmi bir ilişki içinde olduğu"nu, "dünyanın geri kalan bölümünün onun için değersiz olduğu"nu, "hemen hemen var olmadığı"nı göstermiştir. Uzay türlerde kesinlikle uzamlı şeylerden ve Umwelt’ten, yani çevreleyen dünyadan ayırt edilmemekte, geometrik uzaklığa göre değil, hayati değere veya çıkara göre tanımlanmaktadır. Kendiliğinden varoluş düzeyinde -bu, hayvan gibi insan için de geçerlidir- uzay, Lewin’in iyi bir biçimde gösterdiği gibi, her bölgesi aynı değere sahip olmayan (Örneğin, sınıfınızda giriş kapısı, pencereler, hocanın kürsüsü sıradan yerler değildirler, her biri sizin için özel bir anlama sahip olan belirli yerlerdir) bir amaçlar ve araçlar (means ends field) alanıdır.
Bu fikirler doğrultusunda sosyologlar ve antropologlar, ilkel toplulukların uzayının aklın tasarladığı boş ve biçimsel uzaya tamamen zıt olduğunu göstermişlerdir. İlkellerde uzay, kamp örneğine göre tasarlanmakta (örneğin yuvarlak olarak düşünülmekte) ve yine onun gibi bölgelere ayrılmaktadır. Uzay yapılandırılmıştır, her yer farklı ve somut bir belirleme almıştır. Totem, manzarada varlık kazanır ve uzay, sunağın, kutsal yerin etrafında düzenlenir. Leeonhardt’ın analizleri burada Lévy-Bruhl’ün daha önce geliştirmiş olduğu bir bakış açısını zenginleştirmiştir. Lévy-Bruhl, İlkel Zihniyet’te şöyle yazmaktaydı: "Uzayın bölgeleri ne tasarlanır, ne kelimenin gerçek anlamında temsil edilir; o daha çok her şeyin kendisini işgal eden şeyden ayrılamaz olduğu karmaşık bütünlerde hissedilir. Her şey orada yaşayan gerçek veya hayali hayvanlardan, orada yetişen bitkilerden, orada oturan kabilelerden, orada esen rüzgarlar ve fırtınalardan pay alır." Aynı şekilde sağ-sol ayrımı da -beynin iki yarım küresinde fizyolojik bir temele sahip olsa da- hiç şüphesiz toplumsal ve dinsel kaynaklıdır.
Jean Piaget’nin yaptığı gibi, çocukta uzay kavramının yavaş yavaş gelişmesini incelemek özellikle ilginçtir. Çocukta uzay kavramı, başlangıçta bir birliğe bile sahip değildir. Çocuğun eylem ve dünyayı tanıma şemalarının çokluğuna karşılık olan birçok uzayı vardır. Önce ağızla ilgili emme alanı vardır, dokunmayla ilgili tutma alanı vardır, görme alanı vardır. Yavaş yavaş bu alanlar bir birliğe kavuşur. Örneğin, çocuk gördüğü şeyleri tutmaya, görme ve tutmayı birleştirmeye başlar. En uzun zaman alan ve en zor olan başlangıçtaki ben-merkezciliğin terk edilmesi ve geriye dönüş kavramının kazanılmasıdır. Başlangıçta bedenin kendisi, çocuğun onun etrafında uzayını düzenlediği özel, tek perspektiftir. Daha sonra çocuk,bedenini diğer cisimler gibi bir nesne olarak görmeye ulaşır ve (nesnelerin hareketlerini kendi bedenine göre düzenlediği gibi) kendi hareketlerini de nesnelere göre düzenlemeyi öğrenir.
Uzay gibi zaman da farklı düzeylerde göz önüne alınabilir. Her hayvan türünde zamanın kendi değeri vardır. (Koşullu refleks yöntemiyle) sinekler muntazam aralıklarla yiyeceklerini aramak üzere eğitilebilirler. Deney, sıcaklık değişmelerine göre veya bazı yiyeceklerin alınmasından sonra, onların periyodik dönüşlerinin hızlandırılabileceği veya geciktirilebileceğini ortaya koymuştur (Çünkü bu faktörler metabolizmanın hızlandırılması veya yavaşlatılmasını belirlemektedirler).
Daha önce kendisini işgal eden olayların değerleri ve anlamlarıyla sıkı sıkıya ilişkili olan psikolojik insani zamandan söz ettik. Bu psikolojik zaman çoğu kez bayramlar, tatiller, önemli günlerin geri gelişiyle belirlenen toplumsal zamandır. Bilimsel değerlerin derin bir biçimde içine nüfuz etmiş olduğu toplumumuzda takvimin, astronomik olaylar ve nesnel, akılsal zamanla ilişkisi vardır. İlkel toplumlarda ise durum böyle değildir, hatta antik Roma’da da böyle değildi. Fustel de Coulanges, antik Roma’yla ilgili olarak şunları söylemekteydi: "Takvimi ayarlayan ne ayın hareketi, ne güneşin görünürdeki hareketiydi. Onun temelinde olan, yalnızca dinin yasaları, ancak rahiplerin bildikleri esrarlı yasalardı. Bununla birlikte, anları aynı değere sahip olmayan, tersine her birinin kendi özel kişiliği olan bu ayrı türden, özel zamandan hareketle akıl, tıpkı yaşanan uzaydan hareketle akılsal bir uzay oluşturduğu gibi, nesnel bir zaman kavramı oluşturmaya çalışır.”