MEVLÂNÂ’NIN DÜŞÜNCE DÜNYASINDA FELSEFE VE FİLOZOFLAR - 3

Papağan, onu görünce dile geldi de; "Ey arkadaş!" diye cavlak dervişe bağırdı. "Ey kel, ne diye kellere karıştın? Yoksa sen de şişeden gül yağı mı döktün? "Papağanın hırka sahibi dervişi, kendi gibi sanmasından, kendine benzetmesinden ve kendi nefsine kıyas etmesinden ötürü halk gülmeğe başladı.”

Böyle kuru bir akıl ile kıyasta bulunmaya verdiği örnekte Mevlânâ aklın yetersizliğini göstermek istemiş kişiyi nasıl hataya düşürdüğünü vurgulamıştır. Yine Mevlânâ, bu konuda hasta bir adama sağır dostunu ziyarete giderken daha önceden aklınca kurguladığı soru ve cevapları, karşılıklı konuşmalarında dile getirip kendi aklınca yaptığı kıyaslarla kuru bir rasyonalitenin ve yanlış kıyasların ne gibi olumsuzluklara sebebiyet vereceğini anlatır.

Mevlânâ’ya göre filozoflar aynı zamanda duruşları belli olmayan, hafif meşrep kimselerdir. Kendilerini peygamberlerin yerine koymak veya onlara eşit olmak istemişlerdir. Velileri de kendileri gibi sanmışlar, insanlık nokta-i nazarında eşit olduklarını belirtmişlerdir. Hâlbuki onlarda bulunan hakikate sahip olmadıklarını bilmemeleri onlar için büyük bir eksikliktir.

3. Filozoflarda Hakikat Birliği Yoktur

Her filozofun görüş açısı ve derinliği farklıdır. Sadece farklılık arz eden bunlar değildir. İnsanın hayata bakışı, hayatı algılayışı gördükleri hissettikleri duyuşları algılayışı hep farklılık arz eder. İnsanların duyuşları külli bir duyuş olmayıp büyüklüğü avuç içi kadar olduğu için hataya götürmeye her zaman müsait olup her zaman da herkese göre farklıdır. Birinin iyi doğru veya güzel dediğine bir başkasının tam aksini söylemesi mümkündür. Onun için Mevlânâ’ya göre filozofların hatalarından bir tanesi de, kendi doğrularını her zaman doğru kabul etmeleri ve kendi doğrularının dışında başka doğruları hiçe saymalarıdır. Öte yandan bilgiyi elde etmede felsefecilerin yöntemleri de farklılık arz etmektedir. Onlar, duyu organlarıyla ve aklın verileriyle elde ettikleri bilginin değeri üzerinde dururlar. Dolayısıyla olayları salt rasyonel ve ampirist bir yaklaşımla değerlendirerek başta Tanrı düşüncesi olmak üzere metafiziği devre dışı bırakmayı amaçlamaktadırlar. Bu da neticede inançsızlığı ve ateizmi doğurmakta, şüpheciliği gündeme getirmekte ve vahyin reddine kadar götürülmektedir. Mevlânâ aslında bu gibi gelişmelere dikkat çekerek günümüz insanını da uyarmak istemiştir. Bunun için önce Gazzâlî’nin sonra da Mevlânâ’nın verdiği örnekte bu konuyu açıklık getirmek için şu hikâyeyi anlatır:

“Bir fil karanlık bir ahırda bulunuyordu. Hintliler onu halka göstermek için getirmişlerdi. Fili görmek için o karanlık yere birçok kişi toplanmıştı. Karanlıkta fili gözle görmeye imkân olmadığı için, herkes ellerini sürüyor, o şekilde onu anlamaya çalışıyordu. Meraklılardan birinin eline filin hortumu geçti. O adam; “Fil bir oluğa benziyor!” dedi. Başka birinin eli filin kulağına dokundu. Fil ona yelpazeye benzer zannını verdi. Birisi elini filin ayağına sürdü. O adam da; “Filin şeklini direk gibi gördüm.” dedi. Birisi de elini filin sırtına koyduğu için; “Bu fil taht gibidir.” dedi. Böylece herkes filin bir yerine dokundu; neresine dokundu ise, onu nasıl sandı ise, fili ona göre anlatmaya çalıştı.

Onların sözleri; dokunuşları, sanışları yüzünden birbirine aykırı düştü. Birisi ona “dal” dedi, öbürü “elif” adını taktı. Eğer onların her birinin elinde bir mum, yâni hidayet nûru bulunsa idi, sözlerindeki ayrılık, aykırılık olmazdı. Duygu gözü, elin avucuna benzer, insanın avucu, filin her tarafını birden kavrayabilir mi?”

Mevlânâ bu örnekle filozofların yalnızca kendi dar görüşlerine itibar etme-lerini tenkit eder. Herkesin kendine has bir görüşü olduğu ve tek olan gerçeğe farklı yönlerden baktığı için; hakikati bir bütün halinde göremeyip, yanılmaya mahkûm olduklarını belirtir.

Yine Mevlânâ felsefenin zayıf noktalarını belirtirken, his ve vehimle deliller bulma ve kıyaslama yönlerini hatalı bulur ve eleştirir. Bu hatayı ilk yapan şeytan olmuştur. Şeytan önceden büyük bir melekti. Ama Hz. Âdem’e secde etmekle emr olununca; “benim aslım ateş, o ise topraktan yaratıldı. Bende nurlu onda ise karanlık elbise var” diyerek kıyas ile Hz. Âdem’i hakir görmüş kibre kapılarak secde etmemiş ve böylece Allah’ın lanetine uğramıştır.

“Senin o örneğini Allah bir ejderha şekline kor da, verdiği cevapla seni paramparça eder. Lânetlenmiş şeytan da bir örnek getirdi: “Beni ateşten, Âdem‟i topraktan yarattın; ateş, topraktan üstündür, ben de Âdem‟den üstünüm.” dedi de, kıyamete kadar Hakk‟ın lânetine uğradı. Karun da, inada düştü de bu çeşit örnekler getirdi. Sonunda tahtı ile tacı ile yerin dibine battı. Senin bu örneklerini, karga ile baykuş gibi bil. Onların uğursuzluğundan binlerce ev bark yıkıldı, yerle bir oldu.”

4. Felsefe Mutlak Hakikate Ulaşmada Yeterli Değildir

Mevlânâ’ya göre, nazarî hikmetin şubeleri olan tabiî ve riyazî hikmetle alakalı olan bilgiler, dünya ve içindeki nesnelere ait bilgilerdir. Allah’a ulaşmak isteyen kişiye fayda vermez. Bu disiplinler Allah’ın kâinata yayılmış ilim, hikmet ve kudretini anlamaya yararlar. Bu ilimler faydalıdır ama insanı gönül ehli yapmaz. Hâlbuki Allah’a ulaşmak gönül ehli olmaktan geçer. Melvânâ’ya göre yaratılan varlıklar melekler, hayvanlar ve insanlar olmak üzere üç kısım olup her bir varlık kategorisinin kendine has özellikleri vardır. İnsanlar da iki çeşittir. Bir kısmı yarı yaratılışları bakımından meleklik vasıfları diğer yarı yaratılışları da hayvanlık özelliklerini taşırlar. Meleklik özelliklere sahip insanlar görünüşte insan kılığında olsalar da gerçekte melektirler. Onlar, öfkeden, hevâ ve hevesten, nefislerinin isteklerine uymaktan dedikodudan kurtulmuşlardır. Hayvanlık vasıfları taşıyan insanlar ise meleklik huyunu kaybetmiş, insan şeklinde hayvandırlar. Bunlar baştan sona kin, öfke ve şehvet kesilmişlerdir. Mevlânâ meleklik huyunu kaybeden insanların çok büyük ve inanılmaz ince işler yaptıklarını belirtmektedir:

“Altın işlemeli kumaşlar dokur, denizlere dalar, dibinden inciler çıkarır. Geometri bilgisinin, astronominin, hekimlik ilminin, felsefenin en inceliklerini bilirler. Bi-lirler ama bunlar hep bu dünyaya ait bilgilerdir. Bunlar, insana yedinci kat göğün üstüne çıkacak yolu göstermezler. Aslında bütün bu bilgiler, ahır yapma bilgileridir! Bu bilgilerle, ahırda öküzün, devenin rahat yaşaması sağlanır! Bu aptallar; hayvanlar birkaç gün daha rahat geçinsin diye ahır yapma san‟atını öğreten bu bilgilere gizli şeyler, ince hünerler adını takmışlardır! Allah yolunu ve o yolun varılacak menzillerinin bilgisini bu ahır yapanlar bilmezler! Allah yolunun bilgilerini ancak, gönül ehli olan ârifler, akılları ile değil de gönülleri ile bilirler!”

“…Allah yolunu ve o yolun varılacak menzillerinin bilgisini bu ahır yapanlar bilmezler! Allah yolunun bilgilerini ancak, gönül ehli olan ârifler, akılları ile değil de gönülleri ile bilirler! Demek ki Allah, şu latîf hayvanın mayasını akıl ve şehvetle yoğururken, bir de onu, dünyada işine yarayacak faydalı bilgilerle eş-dost etti.

5. Filozoflar Aşırı Şüphecidirler

Mevlâna bütün felsefî doktrinlere ve bütün filozoflara karşı değildir. O, dini inkar eden, Kuran-ı kerim ayetlerine inkarcı veya ayetlere şüpheci yaklaşan materyalist bir dünya görüşünü benimseyen ve septisizm(=şüphecilik) den kendini kurtaramayanlara karşıdır. Bu konuda Mevlânâ’nın Mesnevî’sinde yer verdiği filozofların bazı ayetlere şüpheci yaklaşımlarını ele almaya çalışalım. Mevlânâ şöyle demektedir.

“Gönlünde şüphe olup, kıvranıp duran kişi de, dünyada, gizli felsefecidir.” “Bu miraç, bu yükseliş Hz. Muhammed'in balçıktan yaratılmış olan mübarek bedenindeki suyun letafetinden, duruluğundan değildi. Bağışlayan, eşsiz, örneksiz yaratıcının, Allah'ın lutfu ihsanı idi. Eğer Allah dilerse havayı da aşağılatır, ateşi de; dilerse dikeni gülden üstün kılar. Allah hakîmdir, buyruk sahibidir. Dilediğini işler; derdin kendisinden deva yaratır. Allah dilerse havayı ve ateşi aşağılatır, alçaltır; onları bulanık, türlü türlü ağır bir hale sokar. Yeri ve suyu yüceltirse, onlar gökyüzü yükünü ayakları ile aşarlar. Şimdi "Allah dilediğini aziz eyler" (Al-i İmran 3/26) ayetinin anlamı iyice anlaşıldı. Demek ki, Cenab-ı Hakk dilerse topraktan yaratılan varlığa "Kanatlarını aç, yüksel." diye buyurur. Ateşten yaratılana da; "Yürü, git, iblis ol, yedi kat yerin altında şeytanlık et." der."Ey topraktan yaratılan Âdem!" der; "Yürü, Süha Yıldızı'nın üstüne çık. Ey ateşten yaratılan iblis! Sen de yerin dibine gir.

Ben dört tabiatta da değilim, 'illet-i üla(=ilk sebep)'da da değilim. Daima işler başarmada, düzüp koşmadayım. Ben ölümsüzüm. Bilindiği gibi felsefi düşüncede dört tabiat, feleklerin deveranıyla meydana gelen, yaşlık, kuruluk, soğukluk ve sıcaklıktır. Dört unsur ise varlıkların meydana gelmesinde etkili olan özlerdir. Bunlar toprak, su, hava ve ateştir. Dört unsur bu dört tabiatın mazharı olup âlemde müessir olan bu dört tabiattır. İllet-i Ûla ise Mevlânâ’nın sık sık atıfta bulunduğu Yaratıcı kudretin faaliyeti demek olan Akl-ı Küll’dür. Akl-ı Küll’den itibaren gökler, göklerin nefisleri dokuz felek ve on akıl bu akılların nefisleri ve en son da faal akıl meydana gelmiştir. Faal aklın faaliyet alanı ise filozofların dediği ay altı âlemi yani unsurlar âlemini meydana getirir ve buranın tedebbürüyle ilişkilidir. Mevlânâ bütün bunları eski Yunan felsefesinin Müslüman hükema tarafından İslam düşüncesine sokulmasıyla birlikte ortaya çıktığını belirterek bunların hepsini reddetmektedir.

Mevlânâ’nın Filozofların ayetlere şüphe ile yaklaştıklarına dair örnek verdiği ayetlerden biri de “O gün onların ağızlarını mühürleriz yaptıkları iyi ya da kötü amelleri bize elleri anlatır, ayakları da şahadet eder.” (Yasin 36/65) ayetidir. Bu ayete şüphe ile yaklaşan ve “ellerin konuşması”nı çeşitli işaretlere bağlayan filozofların ağızlar susup el nasıl söz söyler hususunda tevil yapmaktadırlar. “Hakkın indinde hiçbir acayip şey yoktur kıyamette insanın bütün azası birer birer bütün azası söz söyler”

filozoflar bu ifadenin tevilini şöyle yapmaktadır. Ancak el üzerinde bir alamet peyda olup söz makamına kaim olur. Mesela el üzerine bir yara veya çıban zahir olur; böğürtlen yedim, diye el haber veriyor demek mümkündür. Veya eli yaralı olur veyahut siyah olur elini bıçak kestiğini veya siyah bir tencereye sürüldüğünü haber verip söz söylüyor denebilir. Elin ve sair azanın söz söylemesi bu kıyas üzerinedir.

Mevlânâ bu tevile karşı çıkar ve bizzat her azanın kendi lisanı hal ile dile geleceğini söyler. Kıyamet gününde bir hırsız, hırsızlık etmedim diye inkâr ettiğinde eli; “evet çaldın hatta ben aldım” der. O adam siz söz söyleyemezdiniz nasıl oldu da konuştunuz dediğinde; “bizi Allah dile getirdi” derler. Hatta kapıyı, duvarı, taşı, kerpici söze getirir. Allah bir et parçası olan dile, konuşmayı ihsan eder o muhal görülmez de, neden eller, ayaklar ve sair azalar konuşunca muhal görülür?

6. Filozoflar Gayb Hakikatlerine İnancı Sarsmaya Çalışırlar

Mevlânâ’nın yaşadığı asırda felsefeciler, Mûtezile ve onların yolundan gidenler, duyguculuk diye bilinen sansualist fikrin dâvetçisi idiler. Bu, duyu organlarıyla bilgi elde etme düşüncesi, gayba îman fikrini zayıflatmakta idi. Bunun zayıflaması ise şerîatın getirmiş olduğu, gereğine ısrar ettiği gaybî hakîkatlere ve özellikle mucizelere güveni sarsıyordu. Mevlânâ bu hususu Mesnevî’de şiddetle tenkit etmiştir.

“Gerçeği gören gözlerden güzel bakmayı öğrendin ise; yâni nebîlerden, velîlerden bakmak, görmek dersini aldınsa, ne diye sebeplere göz dikip kalıyorsun? Sebepler üstünde başka sebepler de vardır. Sen, zahirî, görünen sebeplere bakma, bâtinî ve hakikî sebeplere bak. Peygamberler sebepleri gidermek için geldiler. Mucizelerini Zuhal yıldızına kadar çıkardılar. Sebepsiz olarak denizi yardılar, ekin ekmeden buğday yığını buldular. Hz. Musa, asası ile Şap Denizi‟ne vurmuş, açılan oniki yoldan, İsrailoğulları karşı sahile geçmişti. Âdem (a.s) yeryüzüne inince, buğday mahsulü bulmuş, onunla karnını doyurmuştu. Sonra o tohumları ekmiş biçmişti. Onların çalışmaları ile kumlar un oldu, keçinin yünü çekilince ibrişim haline geldi. Kur‟ân-ı Kerîm, sebeplerden ziyâde, Müsebbibü l-esbab olan Allâh‟a tevekkül etmeyi tavsiye eder. Zahiren fakir olanın yüceliğinden, zahiren yüce olan Ebu Leheb ve onun gibi imansızların helakinden bahseder. Ebabil kuşları iki üç taş atar, kalabalık bir Habeş ordusunu kırar, geçirir. Havada uçan kuşların attıkları taşlar, ordudaki filleri delik deşik etti. Kesilmiş bir ineğin kuyruğunu, öldürülmüş adama vur ki, o anda dirilsin, kefenden çıksın. Boğazı kesilmiş, ölmüş adam yerinden sıçrasın, kalksın da, kanını dökenlerin kanını istesin.

Böylece, Kurânın başlangıcından sonuna kadar bütün ayetleri, illetleri, sebepleri giderir. Bu sebep ve müsebbib konuları, işi uzatıp duran akıl ile, keşf ve hâl edilemez. Sen candan hulus ile Allâh‟a kulluk et ki bunun hakîkati sana açılsın.” Bu konuda yine "Suyu kaynağından keserse.." (Mülk 30) ayetini inkâr eden bir filozofun akıbetini anlatan bir hikâyeye yer verir. Bu hikâye aslında Allah’ın ayetlerini cüz’i akıllarıyla akledip şüpheye düşmelerini, buradan da varacakları sonucun Allah’ın ayetlerini akıllarınca tevil etmeleri, hatta inkâra kadar gitmeyi gözler önüne sermektedir. Çünkü filozofun yaklaşımı çok basit ve alelade bir yaklaşım olup kudretiyle suyu tamamen kesen Allah’ın lütfunu ve keremini görmeyen filozofun basit bir el aletiyle yerin derinliklerini kazarak tekrar suyu akıtması çabası, Mevlânâ’nın karşı çıktığı akıl yürütmelerden biridir.

Kur'an okuyan biri kitabın yüzünden, yani mushaftan; "Suyu kaynağından keserse.." ayetini okuyordu.Cenab-ı Hakk buyuruyordu ki: "Suyu yerin derinliklerinde gizlerim, kaynaklarını kuruturum, orayı çorak yerlere döndürürüm.Benim gibi eşsiz lutuf ve kahr sahibi Allah'tan başka, suyu tekrar kaynağa döndürecek kim vardır? "Basit bir mantıkçı filozof o sırada mektebin yanından geçiyordu. Bu ayeti işitince beğenmedi de; "Biz de" dedi "suyu kazma ile kazar çıkarırız. Biz bel ile yarar, kazma ile kazar, suyu yerin altından üstüne çıkarırız." Gece uyudu, rüyasında arslan gibi bir yiğit gördü. O yiğit, filozofa bir tokat attı. İki gözünü kör etti..O filozofa dedi ki: "Ey düşüncesiz adam! Eğer sözünde duruyorsan, gözünün kaynağından kazma ile bir ışık, bir nur çıkar." Sabah olmuştu. Sıçradı kalktı. Onun iki gözü de kör olmuştu. Görüş nuru, o iki gözden de uzaklaşmıştı.”

7. Filozoflar Sebeplere Takılırlar, Gerçek Müsebbibi Unuturlar

Mevlânâ, filozofların tabiat kanunlarının zorunluluğu görüşlerine karşı çıkarak ilahi illet/nedensellik fikrini benimsemiştir. Mevlânâ’ya göre tabiat yasaları zorunlu değildir. Felsefeye yönelik bu ve benzeri eleştiriler çerçevesine onun fikirlerine baktığımızda, nedensellik ilkesini Allah anlayışının önemli adımlarından biri olarak ele aldığını görmekteyiz. Mevlânâ, dünyayı bir sebepler âlemi olarak görmekte, dünyada hiçbir şeyin sebepsiz elde edilemeyeceğini sebepleri bilmenin işleri kolaylaştıracağını kabul etmekle beraber, sebeplerin sadece birer
alet olduğunu, işi yapan olmadığını, bu sebeplerin aslında Allah’ın yaratmasında birer bahane ve işi yapanın görünmesine bir perde olarak var edildiğini belirtir. Mevlânâ’nın asıl buradaki endişesi materyalist filozofların seküler akıl anlayışlarına bağlı kalarak kutsalı dışlamalarıdır.
1 | 2 | 3 | 4

5 Yorumlar

MAHİR KANIK
1 Ağustos 2010 03:46  

Hakikati düşleyen ve arayan ya da hakikat diye birşeyin varlığından şüphe eden filozoflar içinde bir filozoftur Mevlana. Pekala akla güvenmeye şüpheyle bakan hakikati metafiziksel bir öngörüyle açıklamaya çalışan bir filozof. Bu durum hakikati ispatlamaz sadece hakikati arayan ya da ondan şüphe eden filozoflar içinde Mevlana'nın da olduğunu ispatlar!! Yani filozofları reddetmesi sadece onun öznel bir yaklaşımıdır!

Adsız
14 Şubat 2011 19:01  

çok iğrenç yararlanamadım.:)

Adsız
28 Şubat 2011 18:44  

Çok haklısınız MahirBey.

Adsız
3 Mart 2011 17:36  

çook güzel

8 Mart 2021 17:06  

Çok detaylı ve etkili bir çalışma. Ancak düz okuma yapmayıp her adımı dikkatlice düşünmek gerekiyor.

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP