Ekzistansiyalizm Nedir? - 3
|
Ama bu demek değildir ki, ben kendimi seçkincilik (Kiyetizm) dalıncına bırakmak istiyorum! Hayır; ilkin kendimi bağlamam (karar vermem), sonra da şu eski kurala uymam gerek: Bir işe girişmek için bir umuda bağlanmak gerekmez! Bu benim bir partiye katılmayacağım anlamına gelmez, yalnız kendimi kuruntuya bırakmayacağım, elimden ne gelirse onu yapacağım demektir. Sözgelimi kendi kendime sorsam: Ortaklaşacılık (Kolektivizm) tam bildirildiği şekilde gelecek midir? Bilmiyorum, bütün bildiğim onu getirmek için elden geleni yapmak istediğimdir. Bundan öte hiçbir şeye güvenemem. Kiyetizm şöyle diyen insanların tutumudur: Benim yapamadığımı varsın başkası yapsın! Benim size anlatmaya çalıştığım öğreti ise bunun tam tersidir, çünkü o "Gerçek yalnız edimde, eylemdedir" diyor. Daha ileri giderek: İnsan bir taslaktır, o ancak kendimi gerçekleştirdiği ölçüde varolur, o edim ve eylemlerinin tümünden, yaşadığı yaşamdan başka bir şey değildir." diyor. Bizim öğretinin kimi insanlara neden ürküntü verdiğini bundan anlayabilirsiniz. Çünkü onlar içinde bulundukları miskinliğe, düşkünlüğe ancak şöyle düşünerek katlanabilirler: Koşullar bana elverişli olmadı, yoksa ben daha iyisine layıktım. Büyük bir aşk, büyük bir dostluk yaşamadımsa ne yapayım, aşkımı ya da dostluğumu kazanacak öyle birine rastlamadım da ondan! İyi kitaplar yazamadım doğru, ama bunun için fırsat ve zaman buldum mu ki? Uğurlarına feda olacak çocuklarım yoksa sebebi evlenip yuva kurmaya değer birisini bulamayışımdır. Bende bir sürü eğilim, yatkınlık, yetenek ve olanak kullanılmadan, işletilmeden kalmıştır. Eylem ve etkilerimde bunların damgası görülmediyse bu onların bende bulunmadığını kanıtlamaz ki!
Ekzistansiyalist bütün bu bahane ve avuntulara bıyık altından güler ve şöyle der: Gerçekleşenden başka aşk yok, bu gerçeklikte belirenden başka aşk olanağı yoktur. Bunun gibi, sanat yapıtlarında deyimlenip dile gelenden başka zeyreklik (deha) da yoktur. Proust'un dehası eserlerinin tümünden oluşmuştur. Racine'in dehası da Tragedyalarının içinde olup dışında hiçbir şey yoktur. Racine'e yazmadığı bir tragedya için yazma olanağı tanımakta ne hikmet olabilir? İnsan kendini yaşadığı gerçek hayatla bağlar, yüzünün çizgilerini bile ona borçludur. Onun yüzü işte budur ve bunun dışında hiçbir şey yoktur. Hayatta başarılı olmayan insanlar için bu öğretinin pek sert olduğunu açıkça kabul ediyorum. Buna karşılık Ekzistansiyalizm insanları yalnız gerçekliğin (Realitenin) önemli olduğunu düşünmeye alıştırır. Öğretir ki düşler, bekleyişler, umutlar insanı ancak çıkmayan düş, boşa çıkan bekleyiş, suya düşen umut olarak olumsuz bir şekilde tanımlamaya yarar. Ne var ki sanatçıya, "Sen yaşadığın hayattan başka bir şey değilsin." dendiğinde, bu onun yalnızca sanat yapıtlarına göre yargılanacağı demek değildir, onu tanımlamaya yarayacak başka etmenler de vardır. Bizim dediğimiz, bir insanın bir sıra girişimlerden başka bir şey olmadığını, bu girişimleri meydana getiren ilişkilerin tümü, toplamı, örgütü bulunduğudur.
Buna bakarak denilebilir ki, bizim asıl beğenilmeyen, yadırganıp kötülenen yanımız kötümserliğimiz değil, iyimser sertliğimizdir. Romanlarımızda insanları zayıf, gevşek, korkak, hatta düpedüz kötü göstermemiz başımıza kakılıyorsa, gerçekte bu, yalnız o kişilerin gevşek, korkak, zayıf ya da kötü olmasından ileri gelmiyor; çünkü biz de Zola gibi onların böyle oluşlarına kalıtsal (irsi) nedenler göstersek, çevrelerinin, toplumun etkisini ya da organik veya psikolojik alınyazısını bundan sorumlu saysak çatışma ortadan kalkar, kimse bize içerlemezdi. O zaman şöyle derlerdi: İşte böyleee! öyle yaratılmışız bir yol, elden ne gelir? Ama Ekzistansiyalist böyle yapmıyor, tasvir ettiği bir korkağın bu korkaklıktan sorumlu olduğunu söylüyor, onun bu halinin korkak bir yürek ve ciğer, bir beyin taşımasından ya da şöyle veya böyle fizyolojik bir yapıda olmasından ileri gelmediğini, bu korkaklığın düpedüz kendi eylemleri ve davranışları ile yaratılmış olduğunu söylüyor.
Korkak yaradılış, korkak mizaç yoktur. Sinirli mizaç vardır, kansız ya da bol kanlı mizaçlar ve doğalar vardır. Ama insan kansız diye korkak olmaz. Korkaklığı yapan kişinin bir eylemden vazgeçişi, uysal ve gevşek davranışıdır. Mizaç ve doğa bir eylem değildir; korkağı yapan ve bu sıfatla belirleyen etmen ise yaptığı iş,
gösterdiği ve bu sıfatla belirleyen etmen ise yaptığı iş, gösterdiği davranıştır. Bizim korkağı korkaklığından sorumlu tutmamız, -işte insanların bulanıkça sezip ürktükleri şey budur! İnsanların hoşuna giden, dünyaya korkak ya da yiğit olarak gelinmesidir. "Lesche-mins de la Liberte" romanına yapılan başlıca eleştirilerden biri şöyle özetlenebilir. İyi ama burada gösterilen kişiler hep gevşek, pısırık, bunları sonradan nasıl kahramanlaştıracaksınız?
Bu itiraz bizi yalnızca güldürüyor, çünkü arkasında insanların dünyaya yiğit olarak geldiği inancı saklı olduğunu biliyoruz. Onlar gerçekte şöyle düşünmek istiyorlar. Eğer korkak doğmuşsanız üzülmeyin, doğaya karşı elden ne gelir? Hayatınız boyunca ne yapsanız ne etseniz korkak görünmek zorundasınız. Eğer yiğit doğmuşsanız yine kaygılanmayın, ya da böbürlenmeyin. Artık bütün hayatınız boyunca yiğit olacak, yiğit davranacaksınız; yiğit gibi yiyip içeceksiniz.
Ekzistansiyalist ise şöyle diyor: Korkak kendini korkak yapan, yiğit de kendini yiğit yapan adamdır! Korkağa artık korkak olmamak, yiğite de yiğitlikten çıkmak olanağı açıktır. Önemli olan tam bir bağlanıştır. İnsanı tam bağlandıran ise tek tek şu ya da bu hal, bu davranış değildir.
Buraya dek Ekzistansiyalizme yöneltilen bir sıra yermelere, kınamalara cevap vermiş olduk sanırım. Görüyorsunuz ki o bir sek-incilik (kiyetizm) felsefesi değildir. Çünkü o insanları edim ve eylemlerine, tutum ve davranışlarına bakarak yargılamaktadır. O insanları kötümser bir görüşle de tasvir etmiyor, çünkü insanın
kaderini yine eline vermekten daha iyimser felsefe olamaz! İnsanın hareket cesaretini, iş görme hevesini kırdığı hele hiç doğru değildir; çünkü o umudu yalnız eylemde, yalnız davranışta aramak gerektiğini, yalnız bunların yaşamayı sağladığını söylüyor. Demek ki sözünü ettiğimiz felsefe insanlara bir eylem ve bir bağlanış ahlakı öğütlüyor.
Öyle iken, bu birkaç veriye dayanarak bizi, insanı bireysel bir benlik içine tıkmış olmakla suçluyorlar. Tüm yersiz ve yanlış bir suçlama! Gerçi bizim bireysel benzerlikten kalktığımız doğrudur, ama bu sıkı filozofik nedenlerden ileri gelmektedir, yoksa burjuva olduğumuzdan değil, hakikate dayanan bir öğreti isteğimizden. Bol umut dağıtan, ama gerçek nedenlere dayanmayan güzel kuramlara boş verdiğinden. Böyle olunca kalkış noktamız ancak "Düşünüyorum, demek ki yarım" olabilir. İnsanı, kendine geldiği bu anın dışında kavramak isteyen her kuram ilk ağızda hakikati örtbas ediyor demektir. Çünkü Cartesien ilke Cogito'dan başka her şey ancak olasıdır; gerçekliğe bağlı olmayan bu olasılar öğretisi ise havada kalmaya, hiç olmaya mahkumdur. Olasıyı belirtmek için elde bir gerçek bulunmalıdır. Başka bir deyişle, yaklaşık bir harikate ulaşmak için salt bir hakikat gereklidir. Bu hakikati kazanmak kolaydır, çünkü her elin erişeceği yerdedir; o herkesin kendini araçsız ve aracısız olarak kavramasından başka bir şey değildir.
Ayrıca imleyelim ki, bu teori insana değer ve onur veren onu nesne yerine koymayan biricik teoridir.
Hem materyalizm bütün insanları -kendisi de içinde olarak-nesne gibi alır, önceden belirli tepkilerin tümü olarak; bu da bir masa veya sandalyeyi ya da bir taşı oluşturan niteliklerden, özelliklerden ayrı değildir. Biz Ekzistansiyalistler ise insan acununu madde evrenindeki değerlerden çok ayrı değerlerde kurmak istiyoruz. Ne var ki, bizim gerçek olarak bulduğumuz benlik büsbütün bireysel bir benlik değildir, çünkü Cogito'da insanın yalnız kendini değil, özgelerini de bulduğunu ispat etmiş bulunuyoruz. "Düşünüyorum" ile kendimize geliyor, ve bunu Descartes ile Kant'ın felsefesine aykırı olarak, başka insanlarla yüzyüze yapıyoruz; yani bizim için başkasının varlığı da kendimizinki kadar kesindir. Böylece cogito ile kendini aracısız olarak kavrayan insan yanında başkalarını da bulmuş, onların varlığının koşulu olarak almış olur. Kabul eder ki onu zeki, kötücül, kıskanç gibi niteliklerle tanıyan başkaları olmasa o da hiçbir şey olamaz;. Kendi üstüme herhangi bir hakikati öğrenmem için başka insanların içinden (ruhundan) geçmeliyim. Özge insanlar benim varlığım için ne denli gerekli ise, kendi üstüme edindiğim bilgi için de o denli gereklidir. Bu koşullar içinde kendi benliğimi bulup tanımam, aynı zamanda başkasını kendime karşı (benim için ya da bana karşı) dikilmiş bir hürriyet olarak tanımam demektir. Böylece keşfettiğimiz âleme "Ara benlik" (İnter - Subjektivitaj) adını vermek istiyoruz. İnsan işte bu âlemde kendisinin ve başkasının ne olduğunu anlar.
Gerçi insanda insan doğası sayılacak genel bir töz yoktur, ama yine de genel bir insanca varoluş vardır. Bunun içindir ki, çağdaş düşünürler insan doğasından değil, (insan halinden) söz etmektedirler. Varoluştan (varlık halinden) kastları ise -az veya çok bir durulukla- evren içinde insanın temel durumunu önsel olarak belirleyen sınırların tümüdür.
Tarihsel durumlar değişir: İnsan pagan bir toplumda köle olarak doğabileceği gibi, bir derebeyi, bir proleter olarak da dünyada gözükebilir. Değişmeyen yalnız dünyada bulunmak zorunluluğudur; orada çalışmak, başkaları ile birlikte bulunmak ve ölümlü olmaktır. Sınırlar ne özneldir, ne nesnel, daha doğrusu onların bir öznel bir de nesnel yanlan vardır. Nesnel oluşları her şeyde rastlanıp tanıtabilir olmalarından, özel oluşları ise yaşanır olmalarından, yani insan onları yaşamadıkça hiçbir şey olmamalarından ötürüdür. Bir başka deyişle, insan kendini özgürce, o sınırlarla ilgili olarak öz varlığı içinde belirlememişse hiçbir şey olmadığındandır. İnsan taslakları nice çeşitli olursa olsun, hiçbiri bana büsbütün yabancı olamaz; çünkü onlardan her biri bu sınırları bir aşma bir geri itme, bir yoksama ya da onlara uyma denemesinden daha öteye gidemez. Bu bakımdan her taslak, ne kerte bireysel olursa olsun, genel bir değer taşır. Bu taslak bir Çinlinin, bir Kızılderilinin, bir Zencinin de olsa bir Avrupalı ile anlaşabilir. Onun anlamı 1945 Avrupalısının, kavradığı bir durumdan kalkarak kendi sınırları üstüne atılabileceği, bir Çinlinin, bir Kızılderilinin ve Afrikalının taslağını yeniden kurup canlandırabileceğidir. Her taslağın bir genelliği oluşu, başka bir insanca anlaşılır olmasındandır. Ama asla demek değildir ki, bu taslak insanı her zaman için tanımlar. Hayır, o her seferinde yeniden bulunmak ve açımlanmak (şerhedilmek) ister.
Bir aptalı, bir çocuğu, bir ilkel adamı, bir yabancıyı anlamanın elbet bir yolu vardır, elverir ki gereken ön-bilgiler elde bulunsun! İşte bu anlamda insanın bir genelliği olduğunu söyleyebiliyoruz. Ne var ki bu genellik doğuştan verilmiş olmayıp daima yeniden yapılarak kurulur. Kendimi seçerek geneli kurarım, hangi çağdan olursa olsun, özge insanların taslağını anlayarak onu yeniden kurarım. Şu var ki, seçişteki bu saltık her çağın kendine göreliğini, bağıllığım ortadan kaldırmaz.
Ekzistansiyalizmin asıl önem verdiği, özgürce bağlanışın saltık karakteri ile, -ki her insan belirli bir insan tipini onunla, yani herhangi bir zamanın herhangi bir zamanın herhangi bir insanınca anlaşılır olan bu bağlanış ile gerçekleştirir-, böyle bir seçişten doğabilecek kültürel bütünün kendine göreliği arasındaki bağı göstermektedir. Ayrıca Cartesianizmin kendine göreliği ile cartesien bağlanışın saltık karakteri de belirtilmelidir. Bu anlamda denilebilir ki, her birimiz soluk alarak, uyuyarak, yemek yiyerek ya da herhangi bir iş görerek saltıklığı (mutlağı) yapmış olur. Özgürce varoluşla -taslak halinde varoluş ile, özünü seçen varoluş ile- salt varlık arasında ayrılık yoktur. Zamanca yerelleşmiş (lokalize olmuş) saltık ile, yani tarih içinde kendini yerelleştirmiş varlık ile, kamuca anlaşılır olan varlık arasında bir fark yoktur. Ancak bu, öznelcilik (subjektivizm itirazını büsbütün ortadan kaldırmaz. Bu itiraz pratikte türlü biçimlere bürünür. Ne kadar çeşitli ifade edilse de birincisi şöyle özetlenebilir: Ne isterseniz yapabilirsiniz! Demek burada bizi anarşist yerine koymaktadırlar. Sonra diyorlar ki: Siz başkaları üstüne yargı yürütemezsiniz, çünkü sizce bir taslağı ötekine üstün tutmak için sebep yoktur. En nihayet diyorlar ki: Seçtiğiniz hiçbir şeyde hikmet yoktur, çünkü bir elle topladığınızı öteki ile dağıtıyorsunuz. Bu itirazlar pek ciddiye alınamaz. İlkin (her şeyi seçebilirsiniz) itirazı eksiktir. Seçmek belli bir anlamda mümkündür, mümkün olmayan seçmemektir. Ben her zaman seçebilirim, ama bilmeliyim ki seçmesem yine seçmiş olurum. Gerçi bu pek formel gözükür, ama fantazi ve kaprisi sınırlamak için pek büyük bir önemi vardır. Eğer doğruysa ki, önüme çıkan bir durum karşısında, -diyelim ki bu, benden bir cinsel varlık çıkarıp öteki cinsle bir ilişki kurabilen ve çocuklar peydahlayabilecek olan bir durum olsun-, ben bir davranış yolu seçmek zorundayım ve herhalde kendimi bağlayacak bir seçmenin sorumunu taşımaktayım: Bununla bütün insanlığı da bağlıyorum demektir. Önsel bir değer bulunmasa da durum değişmez. Bunun kaprisle ne ilişiği olabilir?
Ekzistansiyalist bütün bu bahane ve avuntulara bıyık altından güler ve şöyle der: Gerçekleşenden başka aşk yok, bu gerçeklikte belirenden başka aşk olanağı yoktur. Bunun gibi, sanat yapıtlarında deyimlenip dile gelenden başka zeyreklik (deha) da yoktur. Proust'un dehası eserlerinin tümünden oluşmuştur. Racine'in dehası da Tragedyalarının içinde olup dışında hiçbir şey yoktur. Racine'e yazmadığı bir tragedya için yazma olanağı tanımakta ne hikmet olabilir? İnsan kendini yaşadığı gerçek hayatla bağlar, yüzünün çizgilerini bile ona borçludur. Onun yüzü işte budur ve bunun dışında hiçbir şey yoktur. Hayatta başarılı olmayan insanlar için bu öğretinin pek sert olduğunu açıkça kabul ediyorum. Buna karşılık Ekzistansiyalizm insanları yalnız gerçekliğin (Realitenin) önemli olduğunu düşünmeye alıştırır. Öğretir ki düşler, bekleyişler, umutlar insanı ancak çıkmayan düş, boşa çıkan bekleyiş, suya düşen umut olarak olumsuz bir şekilde tanımlamaya yarar. Ne var ki sanatçıya, "Sen yaşadığın hayattan başka bir şey değilsin." dendiğinde, bu onun yalnızca sanat yapıtlarına göre yargılanacağı demek değildir, onu tanımlamaya yarayacak başka etmenler de vardır. Bizim dediğimiz, bir insanın bir sıra girişimlerden başka bir şey olmadığını, bu girişimleri meydana getiren ilişkilerin tümü, toplamı, örgütü bulunduğudur.
Buna bakarak denilebilir ki, bizim asıl beğenilmeyen, yadırganıp kötülenen yanımız kötümserliğimiz değil, iyimser sertliğimizdir. Romanlarımızda insanları zayıf, gevşek, korkak, hatta düpedüz kötü göstermemiz başımıza kakılıyorsa, gerçekte bu, yalnız o kişilerin gevşek, korkak, zayıf ya da kötü olmasından ileri gelmiyor; çünkü biz de Zola gibi onların böyle oluşlarına kalıtsal (irsi) nedenler göstersek, çevrelerinin, toplumun etkisini ya da organik veya psikolojik alınyazısını bundan sorumlu saysak çatışma ortadan kalkar, kimse bize içerlemezdi. O zaman şöyle derlerdi: İşte böyleee! öyle yaratılmışız bir yol, elden ne gelir? Ama Ekzistansiyalist böyle yapmıyor, tasvir ettiği bir korkağın bu korkaklıktan sorumlu olduğunu söylüyor, onun bu halinin korkak bir yürek ve ciğer, bir beyin taşımasından ya da şöyle veya böyle fizyolojik bir yapıda olmasından ileri gelmediğini, bu korkaklığın düpedüz kendi eylemleri ve davranışları ile yaratılmış olduğunu söylüyor.
Korkak yaradılış, korkak mizaç yoktur. Sinirli mizaç vardır, kansız ya da bol kanlı mizaçlar ve doğalar vardır. Ama insan kansız diye korkak olmaz. Korkaklığı yapan kişinin bir eylemden vazgeçişi, uysal ve gevşek davranışıdır. Mizaç ve doğa bir eylem değildir; korkağı yapan ve bu sıfatla belirleyen etmen ise yaptığı iş,
gösterdiği ve bu sıfatla belirleyen etmen ise yaptığı iş, gösterdiği davranıştır. Bizim korkağı korkaklığından sorumlu tutmamız, -işte insanların bulanıkça sezip ürktükleri şey budur! İnsanların hoşuna giden, dünyaya korkak ya da yiğit olarak gelinmesidir. "Lesche-mins de la Liberte" romanına yapılan başlıca eleştirilerden biri şöyle özetlenebilir. İyi ama burada gösterilen kişiler hep gevşek, pısırık, bunları sonradan nasıl kahramanlaştıracaksınız?
Bu itiraz bizi yalnızca güldürüyor, çünkü arkasında insanların dünyaya yiğit olarak geldiği inancı saklı olduğunu biliyoruz. Onlar gerçekte şöyle düşünmek istiyorlar. Eğer korkak doğmuşsanız üzülmeyin, doğaya karşı elden ne gelir? Hayatınız boyunca ne yapsanız ne etseniz korkak görünmek zorundasınız. Eğer yiğit doğmuşsanız yine kaygılanmayın, ya da böbürlenmeyin. Artık bütün hayatınız boyunca yiğit olacak, yiğit davranacaksınız; yiğit gibi yiyip içeceksiniz.
Ekzistansiyalist ise şöyle diyor: Korkak kendini korkak yapan, yiğit de kendini yiğit yapan adamdır! Korkağa artık korkak olmamak, yiğite de yiğitlikten çıkmak olanağı açıktır. Önemli olan tam bir bağlanıştır. İnsanı tam bağlandıran ise tek tek şu ya da bu hal, bu davranış değildir.
Buraya dek Ekzistansiyalizme yöneltilen bir sıra yermelere, kınamalara cevap vermiş olduk sanırım. Görüyorsunuz ki o bir sek-incilik (kiyetizm) felsefesi değildir. Çünkü o insanları edim ve eylemlerine, tutum ve davranışlarına bakarak yargılamaktadır. O insanları kötümser bir görüşle de tasvir etmiyor, çünkü insanın
kaderini yine eline vermekten daha iyimser felsefe olamaz! İnsanın hareket cesaretini, iş görme hevesini kırdığı hele hiç doğru değildir; çünkü o umudu yalnız eylemde, yalnız davranışta aramak gerektiğini, yalnız bunların yaşamayı sağladığını söylüyor. Demek ki sözünü ettiğimiz felsefe insanlara bir eylem ve bir bağlanış ahlakı öğütlüyor.
Öyle iken, bu birkaç veriye dayanarak bizi, insanı bireysel bir benlik içine tıkmış olmakla suçluyorlar. Tüm yersiz ve yanlış bir suçlama! Gerçi bizim bireysel benzerlikten kalktığımız doğrudur, ama bu sıkı filozofik nedenlerden ileri gelmektedir, yoksa burjuva olduğumuzdan değil, hakikate dayanan bir öğreti isteğimizden. Bol umut dağıtan, ama gerçek nedenlere dayanmayan güzel kuramlara boş verdiğinden. Böyle olunca kalkış noktamız ancak "Düşünüyorum, demek ki yarım" olabilir. İnsanı, kendine geldiği bu anın dışında kavramak isteyen her kuram ilk ağızda hakikati örtbas ediyor demektir. Çünkü Cartesien ilke Cogito'dan başka her şey ancak olasıdır; gerçekliğe bağlı olmayan bu olasılar öğretisi ise havada kalmaya, hiç olmaya mahkumdur. Olasıyı belirtmek için elde bir gerçek bulunmalıdır. Başka bir deyişle, yaklaşık bir harikate ulaşmak için salt bir hakikat gereklidir. Bu hakikati kazanmak kolaydır, çünkü her elin erişeceği yerdedir; o herkesin kendini araçsız ve aracısız olarak kavramasından başka bir şey değildir.
Ayrıca imleyelim ki, bu teori insana değer ve onur veren onu nesne yerine koymayan biricik teoridir.
Hem materyalizm bütün insanları -kendisi de içinde olarak-nesne gibi alır, önceden belirli tepkilerin tümü olarak; bu da bir masa veya sandalyeyi ya da bir taşı oluşturan niteliklerden, özelliklerden ayrı değildir. Biz Ekzistansiyalistler ise insan acununu madde evrenindeki değerlerden çok ayrı değerlerde kurmak istiyoruz. Ne var ki, bizim gerçek olarak bulduğumuz benlik büsbütün bireysel bir benlik değildir, çünkü Cogito'da insanın yalnız kendini değil, özgelerini de bulduğunu ispat etmiş bulunuyoruz. "Düşünüyorum" ile kendimize geliyor, ve bunu Descartes ile Kant'ın felsefesine aykırı olarak, başka insanlarla yüzyüze yapıyoruz; yani bizim için başkasının varlığı da kendimizinki kadar kesindir. Böylece cogito ile kendini aracısız olarak kavrayan insan yanında başkalarını da bulmuş, onların varlığının koşulu olarak almış olur. Kabul eder ki onu zeki, kötücül, kıskanç gibi niteliklerle tanıyan başkaları olmasa o da hiçbir şey olamaz;. Kendi üstüme herhangi bir hakikati öğrenmem için başka insanların içinden (ruhundan) geçmeliyim. Özge insanlar benim varlığım için ne denli gerekli ise, kendi üstüme edindiğim bilgi için de o denli gereklidir. Bu koşullar içinde kendi benliğimi bulup tanımam, aynı zamanda başkasını kendime karşı (benim için ya da bana karşı) dikilmiş bir hürriyet olarak tanımam demektir. Böylece keşfettiğimiz âleme "Ara benlik" (İnter - Subjektivitaj) adını vermek istiyoruz. İnsan işte bu âlemde kendisinin ve başkasının ne olduğunu anlar.
Gerçi insanda insan doğası sayılacak genel bir töz yoktur, ama yine de genel bir insanca varoluş vardır. Bunun içindir ki, çağdaş düşünürler insan doğasından değil, (insan halinden) söz etmektedirler. Varoluştan (varlık halinden) kastları ise -az veya çok bir durulukla- evren içinde insanın temel durumunu önsel olarak belirleyen sınırların tümüdür.
Tarihsel durumlar değişir: İnsan pagan bir toplumda köle olarak doğabileceği gibi, bir derebeyi, bir proleter olarak da dünyada gözükebilir. Değişmeyen yalnız dünyada bulunmak zorunluluğudur; orada çalışmak, başkaları ile birlikte bulunmak ve ölümlü olmaktır. Sınırlar ne özneldir, ne nesnel, daha doğrusu onların bir öznel bir de nesnel yanlan vardır. Nesnel oluşları her şeyde rastlanıp tanıtabilir olmalarından, özel oluşları ise yaşanır olmalarından, yani insan onları yaşamadıkça hiçbir şey olmamalarından ötürüdür. Bir başka deyişle, insan kendini özgürce, o sınırlarla ilgili olarak öz varlığı içinde belirlememişse hiçbir şey olmadığındandır. İnsan taslakları nice çeşitli olursa olsun, hiçbiri bana büsbütün yabancı olamaz; çünkü onlardan her biri bu sınırları bir aşma bir geri itme, bir yoksama ya da onlara uyma denemesinden daha öteye gidemez. Bu bakımdan her taslak, ne kerte bireysel olursa olsun, genel bir değer taşır. Bu taslak bir Çinlinin, bir Kızılderilinin, bir Zencinin de olsa bir Avrupalı ile anlaşabilir. Onun anlamı 1945 Avrupalısının, kavradığı bir durumdan kalkarak kendi sınırları üstüne atılabileceği, bir Çinlinin, bir Kızılderilinin ve Afrikalının taslağını yeniden kurup canlandırabileceğidir. Her taslağın bir genelliği oluşu, başka bir insanca anlaşılır olmasındandır. Ama asla demek değildir ki, bu taslak insanı her zaman için tanımlar. Hayır, o her seferinde yeniden bulunmak ve açımlanmak (şerhedilmek) ister.
Bir aptalı, bir çocuğu, bir ilkel adamı, bir yabancıyı anlamanın elbet bir yolu vardır, elverir ki gereken ön-bilgiler elde bulunsun! İşte bu anlamda insanın bir genelliği olduğunu söyleyebiliyoruz. Ne var ki bu genellik doğuştan verilmiş olmayıp daima yeniden yapılarak kurulur. Kendimi seçerek geneli kurarım, hangi çağdan olursa olsun, özge insanların taslağını anlayarak onu yeniden kurarım. Şu var ki, seçişteki bu saltık her çağın kendine göreliğini, bağıllığım ortadan kaldırmaz.
Ekzistansiyalizmin asıl önem verdiği, özgürce bağlanışın saltık karakteri ile, -ki her insan belirli bir insan tipini onunla, yani herhangi bir zamanın herhangi bir zamanın herhangi bir insanınca anlaşılır olan bu bağlanış ile gerçekleştirir-, böyle bir seçişten doğabilecek kültürel bütünün kendine göreliği arasındaki bağı göstermektedir. Ayrıca Cartesianizmin kendine göreliği ile cartesien bağlanışın saltık karakteri de belirtilmelidir. Bu anlamda denilebilir ki, her birimiz soluk alarak, uyuyarak, yemek yiyerek ya da herhangi bir iş görerek saltıklığı (mutlağı) yapmış olur. Özgürce varoluşla -taslak halinde varoluş ile, özünü seçen varoluş ile- salt varlık arasında ayrılık yoktur. Zamanca yerelleşmiş (lokalize olmuş) saltık ile, yani tarih içinde kendini yerelleştirmiş varlık ile, kamuca anlaşılır olan varlık arasında bir fark yoktur. Ancak bu, öznelcilik (subjektivizm itirazını büsbütün ortadan kaldırmaz. Bu itiraz pratikte türlü biçimlere bürünür. Ne kadar çeşitli ifade edilse de birincisi şöyle özetlenebilir: Ne isterseniz yapabilirsiniz! Demek burada bizi anarşist yerine koymaktadırlar. Sonra diyorlar ki: Siz başkaları üstüne yargı yürütemezsiniz, çünkü sizce bir taslağı ötekine üstün tutmak için sebep yoktur. En nihayet diyorlar ki: Seçtiğiniz hiçbir şeyde hikmet yoktur, çünkü bir elle topladığınızı öteki ile dağıtıyorsunuz. Bu itirazlar pek ciddiye alınamaz. İlkin (her şeyi seçebilirsiniz) itirazı eksiktir. Seçmek belli bir anlamda mümkündür, mümkün olmayan seçmemektir. Ben her zaman seçebilirim, ama bilmeliyim ki seçmesem yine seçmiş olurum. Gerçi bu pek formel gözükür, ama fantazi ve kaprisi sınırlamak için pek büyük bir önemi vardır. Eğer doğruysa ki, önüme çıkan bir durum karşısında, -diyelim ki bu, benden bir cinsel varlık çıkarıp öteki cinsle bir ilişki kurabilen ve çocuklar peydahlayabilecek olan bir durum olsun-, ben bir davranış yolu seçmek zorundayım ve herhalde kendimi bağlayacak bir seçmenin sorumunu taşımaktayım: Bununla bütün insanlığı da bağlıyorum demektir. Önsel bir değer bulunmasa da durum değişmez. Bunun kaprisle ne ilişiği olabilir?