Ekzistansiyalizm Nedir? - 2
|
1880'e doğru Fransız profesörleri bir laik ahlak kurmaya çalışırken aşağı yukarı şöyle diyorlardı: Tanrı gereksiz ve pahalı bir varsayımdır, onu ortadan kaldıralım. Ama bir doğruluk, bir topluluk, burjuva düzenli bir dünya olabilmesi için bazı değerlerin ciddiye alınması ve önsel olarak kabul edilmesi gerekir. Doğru ve sözünde durur olmak, yalan söylememek, karısını dövmemek, çocuk dünyaya getirmek vb. vb. önselce kabul edilen ödevlerden olmalıdır. Şu halde küçük bir zahmeti göze alıp bu değerlerin her şeye karşın yerinde kaldığını, Tanrısız da olsa soyutça tasarlanan bir gökte yazılı bulunduğunu gösterelim. Başka bir deyişle ki bu, sandığıma göre Fransa'da kökencilik (Radikalizm) denen şeyin düşünce yönüdür-, Tanrı'nın olmaması hiçbir şey değiştirmez; biz doğruluk, insancılık, ilerleme... gibi kavramların normlarını yine bulacak, Tanrıdan kendi kendine ölüp gidecek, zamanaşımına uğramış bir varsayım yapmış olacağız.
Ekzistansiyalist ise şöyle düşünür: Tanrının olmaması tedirgin edici, bunaltıcı bir ruh hali yaratır, çünkü Tanrının ortadan kalkması ile gökte değerler arama olanağı da yok olmuş olur. Artık önsel iyi kavramı olamaz, çünkü onu bizim yerimize düşünecek sonsuz ve yetkin bir bilinç kalmamıştır. İyi, artık hiçbir yerde yazılı değildir - Doğru, dürüst olmak, yalan söylememek buyrukları da öyle. İnsanların yapayalnız bulunduğu yeryüzünde kendi başımıza kalmışızdır.
Dostoyevski: "Tanrı olmazsa yapılması yasak hiçbir şey de kalmaz" demişti. Ekzistansiyalizm işte bu noktadan kalkmaktadır. Doğru, Tanrı olmazsa her şeyi yapmak caizdir, çünkü bırakılmışlığı içinde artık insanın ne kendinde, ne de dışarıda sarılıp tutunacağı bir dal kalmamıştır. Hiçbir özrü, mazereti de yoktur. Varoluş özden önce geliyorsa, önceden belirli sağlam bir insan doğasına dayanarak hiçbir açıklama yapılamaz. Başka bir deyişle yargı, kader yoktur, insan hürdür, insan hürlük demektir.
Öte yandan, Tanrı olmayınca davranışımı dışarıdan doğrulayacak değerler ve buyruklar da yok demektir. Böylece ne önümüzde, ne ardımızda -Değerlerin ışıklı ülküsünde- hiçbir haklı çıkma ve mazur görme olanağı kalmamıştır. Hiç mazeretsiz olarak ve yapayalnız bulunmaktayız. Aşağıdaki sözlerle belirtmek istediğim işte bu düşüncedir:
İnsan hürdür, hür olmaya mahkumdur, çünkü o kendini kendisi yaratmış değildir. Öte yandan yine hürdür, çünkü bir kez yeryüzüne atılmış olarak, yaptığı her şeyden sorumludur.
Ekzistansiyalist, tutkunun amansız gücüne inanmaz, kabul edemez ki, güzel bir tutku insanı sakınılmaz bir şekilde belirli eylemlere sürükleyen coşkun bir ırmaktır, bundan ötürü de insanın tutumu için mazeret sayılır! O düşünür ki, insan tutkusundan sorumludur. Ekzistansiyalist, insanın şu dünyada hareketine yön verip yol gösterecek bir im, bir işmar bulunabileceğine de inanamaz, çünkü insanın her im ve işmarı yine kendi keyfine yorumlayacağını bilir, bilmekle de, insanın hiçbir yandan yardım ve destek bulmaksızın, her an insanı bulup çıkarmaya mahkum olduğuna inanır. Ponge güzel bir yazısında şöyle diyor: "İnsan insanın geleceğidir." Bu pek doğrudur, ama hemen yanlış olur, eğer bu gelecek Tanrının görüp gözettiği bir göksel gelecek olarak düşünülürse; çünkü o zaman bu bir gelecek bile olmaz! Ama bu söz, meydana gelen insanoğlu nasıl olursa olsun, biçim vereceği bir gelecek, el sürülmemiş bir gelecek bulacağı anlamına kullanılıyorsa, işte o zaman doğrudur. Doğrudur ama, o zaman da insan tamamıyla kendi başına bırakılmış demek olur.
Bu bırakılmışlığı daha iyi kavramamız için size öğrencilerinden birinin başına geleni örnek göstereceğim: Bu gencin annesi (Hem de ayrıca işbirlikçi olan) babasıyla bozuşmuş, ayrı yaşamakta idi. Oysa, ağabeyi de Almanların 1940 saldırısında şehit düşmüştü. Küçük kardeş şimdi büyüğün öcünü almak ateşiyle yanıyordu. Biricik oğlu ile yaşayan anne, kocasından ve şehit oğlundan gelen bütün acısını onda avutuyordu.
İşte bu delikanlı ikircikli bir durum karşısında bocalıyor, vicdanına daha elverişli gelecek kararı bir türlü bulamıyordu. İngiltere'ye geçerek hür Fransa savaşlarına mı katılsın, yani annesini kendi haline bıraksın, yoksa onun yanında kalarak annenin rahat yaşaması uğruna savaş görevini mi savsaklasın? İyice biliyor ki, annesi yalnız ona dayanarak yaşamaktadır, ondan uzaklaşır ve hele savaşta ölürse o da kahrından ölür. Ayrıca düşünmektedir ki, annesinin yanında kalırsa, onun yaşamasını sağlamak gibi elle tutulur, somut bir amaç gütmüş olacağı halde, savaşmak kararı verip yola çıkarsa ne olacağı bilinmez bir hedefe doğru gitmiş olacaktır: İyi niyeti belki bir işe yaramayacak, dövüşme hevesi kursağında kalacaktır. İngiltere'ye ulaşmak üzere İspanya'dan geçerken yakalanıp bir toplama kampına tıkılabilir. Yahut İngiltere veya Cezayir'e ulaşır da orada bir büro yazıcılığı ile görevlendirilerek yine savaş dışı bırakılabilir. İşte delikanlı böylesine çelişik iki ödev duygusu karşısında bocalamaktaydı: Biri somut, elle tutulur bir amaç güdüyordu, ama nihayet tek bir kişinin yaşaması ile ilgili idi. Öteki bütün bir toplumun, bir ulusun alınyazısı ile ilgili idi; ama sonu şüpheli, belki de suya düşecek bir davranış olacaktı. İki ahlak çeşidi arasında ister istemez bocalıyordu: Bir yandan ana sevgisi ile, bireysel bir özveri ile ilgili bir ahlak emri; öte yanda, sonucu ve etkisi belirsiz de olsa, daha geniş, daha büyük bir ahlak emri! Bu din gerçi merhametli olun, yakınınızı sevin, el için kendinizi feda edin, yolun zorunu seçin vb. diyordu. Ama bu halde yolun zoru hangisi idi? Kimi en yakını gibi sevmeli idi: Anayı mı yoksa yurtseveri mi? Hangisi daha yararlıdır. Bir topluluk içinde adsız bir er olarak çarpışmak mı, yoksa bilerek belli bir insanın, bir annenin yaşamasını sağlamak mı? Peşin bir yargı ile bir durumdan sıyrılacak bir yiğit varsa çıksın meydana! Bunun için yazılı hiçbir ahlak kuralı yoktur. Kant ahlakı şöyle der: Başkasına araç gibi değil amaç gibi bakınız! Güzel. Anamın yanında kalırsam ona araç gibi değil, amaç gibi bakmış olurum şüphesiz; ama korkarım ki, o zaman çevremde, biraz da benim için kelle koltukta savaşanları araç yerine koymuş olurum. Savaşçılara katılırsam onları amaç yerine koymuş olurum, ama bu kez de annemi araç saymak tehlikesi baş gösterir.
Elimizdeki somut örnekte olduğu gibi, değerler bulanık ve karışık ya da geniş çevreli olursa içgüdümüzden gayrı ortada güvenilecek bir şey kalmamış demektir. Delikanlımız da öyle davranmak istedi. Diyordu ki: Asıl önemi olan içten gelen duygudur, beni belli bir yöne doğru daha çok iten duygu hangisi ise ona uymalıyım. Seversem ki annemi çok seviyorum ve onun uğruna başka her şeyi, -Öç alma, büyük iş görme, serüven düşkünlüğü vb.- bir yana bırakabilirim, o zaman onun yanında kalırım. Yok, bu ana-sevgisinin pek öyle güçlü olmadığını hissedersem, o zaman da çeker giderim. Peki ama bir duygunun derecesi nasıl bilinir? Delikanlının ana-sevgisini belli ederek ölçü oğulun yanında kalmasından başka ne olabilir? Ben filan dostumu, uğruna şu kadar para harcamayı göze alacak derecede sevdiğimi söyleyebilirim. Ama bunu tanıtlayıp değerlendirmem ancak o fedakarlığı gerçekten yapmamla olur. Bunun gibi, annemi yetesiye seviyorum, dediğimde bunu ancak onun yanında kalmak suretiyle göstermiş, gerçekleştirmiş olurum. Bu sevginin ölçüsünü ve değerini yalnız onu belirleyen, pekiten görevi yerine getirmek suretiyle anlamış, bilmiş olurum.
Kaldı ki, A. Gide'in söylediği gibi gerçekten yaşanılan duygularla yaşamsanan duygular vardır. Nitekim annemi sahiden çok sevdiğim için yanında kalmam da, çok sevdiğimi ileri sürerek kalmam da olağandır; ki böylece iki ayrı şey tek bir şey sayılmış olur. Başka biçimde söylemek istersek: Duygu yaptığımız işler ve yerine getirdiğimiz görevler üstüne oturur, onun için de kararlarımı duygularımın hakemliğiyle, dürtüsel alamam. Şu halde ne kendi içimde davranışımı yönetecek bir güç bulabiliyorum, ne de dışarıda başvuracak ahlak kuralları! Belki de delikanlının bana, bir profesöre, akıl danışmayı düşündüğünü söyleyeceksiniz. Doğru. Ama siz, sözgelimi, bir rahibe akıl danışacak olsanız o rahibi kendiniz seçersiniz, öyle değil mi? Bu seçmede alacağınız öğüdün ya da fetvanın ne olacağını az çok bilmenizin etkisi vardır. Başka deyişle, bir akıl hocası seçmek kendini önceden bağlamak demektir. İsterseniz kendinizden örnek alın: Siz bir Hıristiyan iseniz, "Git bir papaza danış!" dersiniz. Dersiniz ama çeşit papaz vardır: İşbirlikçi papazlar, direnmeci papazlar ve yantutmaz (Attentist) papazlar. Hangisi seçilecek? Delikanlı direnmeci bir papaz seçerse onu beklediği cevaba göre seçmiş, işbirlikçi bir papaz seçmişse yine umduğu cevaba göre seçmiş olur. Kaldı ki delikanlı bana geldiği zaman da ne cevap alacağını biliyordu. Kendisine ben ancak şöyle diyebilirdim: Hürsünüz, özgürsünüz. Seçiniz, yani tutacağınız yolu kendiniz bulunuz. Ne yapmanız gerektiğini size bildirecek genel bir ahlak kuralı yoktur, bir im, bir belirti de yoktur.
Katolikler "niçin belirtiler olmasın, vardır" diyecekler. Tutalım ki vardır, ama bu belirtilerin anlamını seçecek olan yine ben değil miyim? Tutsaklığım sırasında ilgimi çeken bir cizvit ile tanışmıştım. Bu adam cizvit yolacına (Tarikatına) türlü başarısızlıklardan sonra girmişti. Daha çocukken babası ölmüş, oğlunu yoksulluk içinde yalnız bırakmıştı. Bir din enstitüsünde kendisine burs sağlamıştır, ama öksüzlüğüne acıyarak aldıklarını durmadan hissettirmişlerdi. Çocukları sevindirip kıvandıran birçok ödüllerden, alkışlardan da yoksun bırakılmıştı. On sekizine doğru başından küçük bir aşk serüveni geçmiş ve başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Nihayet yirmi ikisinde askerlik sınavını da kazanamayınca bu, dolu bardağı taşıran damla olmuştu. Genç adamın düşüncesine göre böyle her giriştiği işte başarısız kalması kaderin bir imi, bir belirtisi idi. Ama neye im, neyin belirtisi? O acı bir hayal kırıklığına ya da umutsuzluğa kapılabilirdi. Ama o, kendisi için isabetli bir yorumla, bu dünyanın nimetleri için yaratılmamış olduğuna, dinde, inanda ve azizlik yolunda kendini denemesi gerektiğine hükmetti. Bunda Tanrının parmağını görerek tarikat hayatına girdi. Bu adamın Tanrı parmağının gösterdiği yeri tek başına görüp seçtiğini kim inkâr edebilir? Bütün o başarısızlıklardan şüphesiz başka sonuçlar da çıkarabilirdi. Sözgelimi marangoz olmaya ya da devrimci olmaya karar verebilirdi. Belirtiyi yorumlamada tüm sorumluluk genç cizvitin kendi omuzlarındadır, bu belli. Bırakılmışlık halimizde varlığımızı kendimiz seçeriz. "Bırakılmışlık Hali" tedirginlik ve bunaltı ile kol kola yürür.
Umutsuzluk kavramına gelince, pek yalınç bir anlamı vardır. O da yalnız kendi istemimize bağlı şeylere güvenmek ya da eylemlerimizi mümkün kılan bütün olasılıklarla (ihtimaliyetlerle) yetinmek durumunda bulunmamızdır. Bir şey istenince daima birtakım olası elemanlarla karşılaşır. Diyelim ki, ben bir dostun gelmesini bekliyorum. Dostum ya tren ya da tramvayla gelecekler. Bu gelişin gerçekleşmesi trenin zamanında ulaşmasına ya da tramvayın yoldan çıkmadan seferini yapmasına bağlıdır. Demek bir olanaklar alanında bulunuyorum. Bütün bu olanakları ne zaman tam olarak hesaba katabilirim? Eğer eylemim, davranışım bütün olanakları içine alıyorsa. Göz önünde tuttuğum olanakları davranışlarımla hesaba kattığımdan itibaren bu olanaklar hiçbir anlam taşımaz, çünkü dünya ile olanaklarını benim istemime uyduracak ne bir Tanrı vardır, ne de alınyazısı! Descartes, "Dünyadan önce kendimizi yenelim" dediği zaman aynı şeyi söylemek istiyordu: Umuda kapılmadan işe girişmek!
Görüştüğüm Marksistler bana şöyle diyorlar: "Yaşadığınız sürece başkalarının desteğine güvenebilirsiniz elbet! Ama bu aynı zamanda başkalarının başka yerlerde -Sözgelimi Çin'de, Rusya'da-size yardım için yaptıklarına güvenmek demektir; hatta sonraları, yani siz öldükten sonra, yapacaklarına da güvenmek! Bu ise ancak sizin başlattığınız işi -ki bu devrim olacaktır- onların sonuna ileteceklerine inanmakla olur. Buna inanıp güvenmezseniz ahlaklı bir adam sayılmazsınız." Onlara dedim ki, savaş arkadaşlarıma hep güvenirim, elverir ki bu arkadaşlar benimle birlikte genel ve somut bir kavgada yer almış olsunlar! Benim az çok kontrolüm altında bulunan bir parti birliği, bir topluluk içinde, ki ben de o örgütlere bir savaşçı olarak katılmış olayım ve her an yaptıklarını, gidişlerini göreyim. İşte o zaman partinin birliğine ve iradesine güvenmekle tramvayın zamanında geleceğine güvenmek arasında fark kalmaz. Yoksa tanımadığım insanlara güvenemem, insanın iyiliği ya da toplumsal genlik ve esenliğe bağlılığı gibi soyut yargılara dayanarak tevekkül göstermem, biliyorum ki, insan davranışında serbesttir ve bel bağlanacak bir insan doğası yoktur. Rus devriminin daha sonra nasıl gelişeceğini bilemem. Onu pek beğenebilir, örnek diye gösterebilirim, hele proletaryanın bugün Rusya'da oynadığı rolü hiçbir ülkede oynamadığını görür ve bilirsem... Ne var ki, bugünkü gidişin emekçi halkın tam bir zaferi ile sonuçlanacağına da kesin olarak inanamam. Ben yalnız gördüğümle yetinirim. Savaş arkadaşlarımın ölümünden sonra da benim işimi sürdüreceklerine, onu en yüksek ereğine ulaştıracaklarına emin olamam, çünkü varsayım insanların hür olduğudur, belki yarın insanın varlığı üzerinde başka bir karar verirler. Olur ya, benden sonra belki Faşizmi kurmak isterler ve geri kalanlar da öylesine ödlek ve kararsız olabilirler ki, Faşizmin kurulmasını önleyemezler. İnsanlar ne olmak isterlerse hep onu olacaklardır!
Ekzistansiyalist ise şöyle düşünür: Tanrının olmaması tedirgin edici, bunaltıcı bir ruh hali yaratır, çünkü Tanrının ortadan kalkması ile gökte değerler arama olanağı da yok olmuş olur. Artık önsel iyi kavramı olamaz, çünkü onu bizim yerimize düşünecek sonsuz ve yetkin bir bilinç kalmamıştır. İyi, artık hiçbir yerde yazılı değildir - Doğru, dürüst olmak, yalan söylememek buyrukları da öyle. İnsanların yapayalnız bulunduğu yeryüzünde kendi başımıza kalmışızdır.
Dostoyevski: "Tanrı olmazsa yapılması yasak hiçbir şey de kalmaz" demişti. Ekzistansiyalizm işte bu noktadan kalkmaktadır. Doğru, Tanrı olmazsa her şeyi yapmak caizdir, çünkü bırakılmışlığı içinde artık insanın ne kendinde, ne de dışarıda sarılıp tutunacağı bir dal kalmamıştır. Hiçbir özrü, mazereti de yoktur. Varoluş özden önce geliyorsa, önceden belirli sağlam bir insan doğasına dayanarak hiçbir açıklama yapılamaz. Başka bir deyişle yargı, kader yoktur, insan hürdür, insan hürlük demektir.
Öte yandan, Tanrı olmayınca davranışımı dışarıdan doğrulayacak değerler ve buyruklar da yok demektir. Böylece ne önümüzde, ne ardımızda -Değerlerin ışıklı ülküsünde- hiçbir haklı çıkma ve mazur görme olanağı kalmamıştır. Hiç mazeretsiz olarak ve yapayalnız bulunmaktayız. Aşağıdaki sözlerle belirtmek istediğim işte bu düşüncedir:
İnsan hürdür, hür olmaya mahkumdur, çünkü o kendini kendisi yaratmış değildir. Öte yandan yine hürdür, çünkü bir kez yeryüzüne atılmış olarak, yaptığı her şeyden sorumludur.
Ekzistansiyalist, tutkunun amansız gücüne inanmaz, kabul edemez ki, güzel bir tutku insanı sakınılmaz bir şekilde belirli eylemlere sürükleyen coşkun bir ırmaktır, bundan ötürü de insanın tutumu için mazeret sayılır! O düşünür ki, insan tutkusundan sorumludur. Ekzistansiyalist, insanın şu dünyada hareketine yön verip yol gösterecek bir im, bir işmar bulunabileceğine de inanamaz, çünkü insanın her im ve işmarı yine kendi keyfine yorumlayacağını bilir, bilmekle de, insanın hiçbir yandan yardım ve destek bulmaksızın, her an insanı bulup çıkarmaya mahkum olduğuna inanır. Ponge güzel bir yazısında şöyle diyor: "İnsan insanın geleceğidir." Bu pek doğrudur, ama hemen yanlış olur, eğer bu gelecek Tanrının görüp gözettiği bir göksel gelecek olarak düşünülürse; çünkü o zaman bu bir gelecek bile olmaz! Ama bu söz, meydana gelen insanoğlu nasıl olursa olsun, biçim vereceği bir gelecek, el sürülmemiş bir gelecek bulacağı anlamına kullanılıyorsa, işte o zaman doğrudur. Doğrudur ama, o zaman da insan tamamıyla kendi başına bırakılmış demek olur.
Bu bırakılmışlığı daha iyi kavramamız için size öğrencilerinden birinin başına geleni örnek göstereceğim: Bu gencin annesi (Hem de ayrıca işbirlikçi olan) babasıyla bozuşmuş, ayrı yaşamakta idi. Oysa, ağabeyi de Almanların 1940 saldırısında şehit düşmüştü. Küçük kardeş şimdi büyüğün öcünü almak ateşiyle yanıyordu. Biricik oğlu ile yaşayan anne, kocasından ve şehit oğlundan gelen bütün acısını onda avutuyordu.
İşte bu delikanlı ikircikli bir durum karşısında bocalıyor, vicdanına daha elverişli gelecek kararı bir türlü bulamıyordu. İngiltere'ye geçerek hür Fransa savaşlarına mı katılsın, yani annesini kendi haline bıraksın, yoksa onun yanında kalarak annenin rahat yaşaması uğruna savaş görevini mi savsaklasın? İyice biliyor ki, annesi yalnız ona dayanarak yaşamaktadır, ondan uzaklaşır ve hele savaşta ölürse o da kahrından ölür. Ayrıca düşünmektedir ki, annesinin yanında kalırsa, onun yaşamasını sağlamak gibi elle tutulur, somut bir amaç gütmüş olacağı halde, savaşmak kararı verip yola çıkarsa ne olacağı bilinmez bir hedefe doğru gitmiş olacaktır: İyi niyeti belki bir işe yaramayacak, dövüşme hevesi kursağında kalacaktır. İngiltere'ye ulaşmak üzere İspanya'dan geçerken yakalanıp bir toplama kampına tıkılabilir. Yahut İngiltere veya Cezayir'e ulaşır da orada bir büro yazıcılığı ile görevlendirilerek yine savaş dışı bırakılabilir. İşte delikanlı böylesine çelişik iki ödev duygusu karşısında bocalamaktaydı: Biri somut, elle tutulur bir amaç güdüyordu, ama nihayet tek bir kişinin yaşaması ile ilgili idi. Öteki bütün bir toplumun, bir ulusun alınyazısı ile ilgili idi; ama sonu şüpheli, belki de suya düşecek bir davranış olacaktı. İki ahlak çeşidi arasında ister istemez bocalıyordu: Bir yandan ana sevgisi ile, bireysel bir özveri ile ilgili bir ahlak emri; öte yanda, sonucu ve etkisi belirsiz de olsa, daha geniş, daha büyük bir ahlak emri! Bu din gerçi merhametli olun, yakınınızı sevin, el için kendinizi feda edin, yolun zorunu seçin vb. diyordu. Ama bu halde yolun zoru hangisi idi? Kimi en yakını gibi sevmeli idi: Anayı mı yoksa yurtseveri mi? Hangisi daha yararlıdır. Bir topluluk içinde adsız bir er olarak çarpışmak mı, yoksa bilerek belli bir insanın, bir annenin yaşamasını sağlamak mı? Peşin bir yargı ile bir durumdan sıyrılacak bir yiğit varsa çıksın meydana! Bunun için yazılı hiçbir ahlak kuralı yoktur. Kant ahlakı şöyle der: Başkasına araç gibi değil amaç gibi bakınız! Güzel. Anamın yanında kalırsam ona araç gibi değil, amaç gibi bakmış olurum şüphesiz; ama korkarım ki, o zaman çevremde, biraz da benim için kelle koltukta savaşanları araç yerine koymuş olurum. Savaşçılara katılırsam onları amaç yerine koymuş olurum, ama bu kez de annemi araç saymak tehlikesi baş gösterir.
Elimizdeki somut örnekte olduğu gibi, değerler bulanık ve karışık ya da geniş çevreli olursa içgüdümüzden gayrı ortada güvenilecek bir şey kalmamış demektir. Delikanlımız da öyle davranmak istedi. Diyordu ki: Asıl önemi olan içten gelen duygudur, beni belli bir yöne doğru daha çok iten duygu hangisi ise ona uymalıyım. Seversem ki annemi çok seviyorum ve onun uğruna başka her şeyi, -Öç alma, büyük iş görme, serüven düşkünlüğü vb.- bir yana bırakabilirim, o zaman onun yanında kalırım. Yok, bu ana-sevgisinin pek öyle güçlü olmadığını hissedersem, o zaman da çeker giderim. Peki ama bir duygunun derecesi nasıl bilinir? Delikanlının ana-sevgisini belli ederek ölçü oğulun yanında kalmasından başka ne olabilir? Ben filan dostumu, uğruna şu kadar para harcamayı göze alacak derecede sevdiğimi söyleyebilirim. Ama bunu tanıtlayıp değerlendirmem ancak o fedakarlığı gerçekten yapmamla olur. Bunun gibi, annemi yetesiye seviyorum, dediğimde bunu ancak onun yanında kalmak suretiyle göstermiş, gerçekleştirmiş olurum. Bu sevginin ölçüsünü ve değerini yalnız onu belirleyen, pekiten görevi yerine getirmek suretiyle anlamış, bilmiş olurum.
Kaldı ki, A. Gide'in söylediği gibi gerçekten yaşanılan duygularla yaşamsanan duygular vardır. Nitekim annemi sahiden çok sevdiğim için yanında kalmam da, çok sevdiğimi ileri sürerek kalmam da olağandır; ki böylece iki ayrı şey tek bir şey sayılmış olur. Başka biçimde söylemek istersek: Duygu yaptığımız işler ve yerine getirdiğimiz görevler üstüne oturur, onun için de kararlarımı duygularımın hakemliğiyle, dürtüsel alamam. Şu halde ne kendi içimde davranışımı yönetecek bir güç bulabiliyorum, ne de dışarıda başvuracak ahlak kuralları! Belki de delikanlının bana, bir profesöre, akıl danışmayı düşündüğünü söyleyeceksiniz. Doğru. Ama siz, sözgelimi, bir rahibe akıl danışacak olsanız o rahibi kendiniz seçersiniz, öyle değil mi? Bu seçmede alacağınız öğüdün ya da fetvanın ne olacağını az çok bilmenizin etkisi vardır. Başka deyişle, bir akıl hocası seçmek kendini önceden bağlamak demektir. İsterseniz kendinizden örnek alın: Siz bir Hıristiyan iseniz, "Git bir papaza danış!" dersiniz. Dersiniz ama çeşit papaz vardır: İşbirlikçi papazlar, direnmeci papazlar ve yantutmaz (Attentist) papazlar. Hangisi seçilecek? Delikanlı direnmeci bir papaz seçerse onu beklediği cevaba göre seçmiş, işbirlikçi bir papaz seçmişse yine umduğu cevaba göre seçmiş olur. Kaldı ki delikanlı bana geldiği zaman da ne cevap alacağını biliyordu. Kendisine ben ancak şöyle diyebilirdim: Hürsünüz, özgürsünüz. Seçiniz, yani tutacağınız yolu kendiniz bulunuz. Ne yapmanız gerektiğini size bildirecek genel bir ahlak kuralı yoktur, bir im, bir belirti de yoktur.
Katolikler "niçin belirtiler olmasın, vardır" diyecekler. Tutalım ki vardır, ama bu belirtilerin anlamını seçecek olan yine ben değil miyim? Tutsaklığım sırasında ilgimi çeken bir cizvit ile tanışmıştım. Bu adam cizvit yolacına (Tarikatına) türlü başarısızlıklardan sonra girmişti. Daha çocukken babası ölmüş, oğlunu yoksulluk içinde yalnız bırakmıştı. Bir din enstitüsünde kendisine burs sağlamıştır, ama öksüzlüğüne acıyarak aldıklarını durmadan hissettirmişlerdi. Çocukları sevindirip kıvandıran birçok ödüllerden, alkışlardan da yoksun bırakılmıştı. On sekizine doğru başından küçük bir aşk serüveni geçmiş ve başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Nihayet yirmi ikisinde askerlik sınavını da kazanamayınca bu, dolu bardağı taşıran damla olmuştu. Genç adamın düşüncesine göre böyle her giriştiği işte başarısız kalması kaderin bir imi, bir belirtisi idi. Ama neye im, neyin belirtisi? O acı bir hayal kırıklığına ya da umutsuzluğa kapılabilirdi. Ama o, kendisi için isabetli bir yorumla, bu dünyanın nimetleri için yaratılmamış olduğuna, dinde, inanda ve azizlik yolunda kendini denemesi gerektiğine hükmetti. Bunda Tanrının parmağını görerek tarikat hayatına girdi. Bu adamın Tanrı parmağının gösterdiği yeri tek başına görüp seçtiğini kim inkâr edebilir? Bütün o başarısızlıklardan şüphesiz başka sonuçlar da çıkarabilirdi. Sözgelimi marangoz olmaya ya da devrimci olmaya karar verebilirdi. Belirtiyi yorumlamada tüm sorumluluk genç cizvitin kendi omuzlarındadır, bu belli. Bırakılmışlık halimizde varlığımızı kendimiz seçeriz. "Bırakılmışlık Hali" tedirginlik ve bunaltı ile kol kola yürür.
Umutsuzluk kavramına gelince, pek yalınç bir anlamı vardır. O da yalnız kendi istemimize bağlı şeylere güvenmek ya da eylemlerimizi mümkün kılan bütün olasılıklarla (ihtimaliyetlerle) yetinmek durumunda bulunmamızdır. Bir şey istenince daima birtakım olası elemanlarla karşılaşır. Diyelim ki, ben bir dostun gelmesini bekliyorum. Dostum ya tren ya da tramvayla gelecekler. Bu gelişin gerçekleşmesi trenin zamanında ulaşmasına ya da tramvayın yoldan çıkmadan seferini yapmasına bağlıdır. Demek bir olanaklar alanında bulunuyorum. Bütün bu olanakları ne zaman tam olarak hesaba katabilirim? Eğer eylemim, davranışım bütün olanakları içine alıyorsa. Göz önünde tuttuğum olanakları davranışlarımla hesaba kattığımdan itibaren bu olanaklar hiçbir anlam taşımaz, çünkü dünya ile olanaklarını benim istemime uyduracak ne bir Tanrı vardır, ne de alınyazısı! Descartes, "Dünyadan önce kendimizi yenelim" dediği zaman aynı şeyi söylemek istiyordu: Umuda kapılmadan işe girişmek!
Görüştüğüm Marksistler bana şöyle diyorlar: "Yaşadığınız sürece başkalarının desteğine güvenebilirsiniz elbet! Ama bu aynı zamanda başkalarının başka yerlerde -Sözgelimi Çin'de, Rusya'da-size yardım için yaptıklarına güvenmek demektir; hatta sonraları, yani siz öldükten sonra, yapacaklarına da güvenmek! Bu ise ancak sizin başlattığınız işi -ki bu devrim olacaktır- onların sonuna ileteceklerine inanmakla olur. Buna inanıp güvenmezseniz ahlaklı bir adam sayılmazsınız." Onlara dedim ki, savaş arkadaşlarıma hep güvenirim, elverir ki bu arkadaşlar benimle birlikte genel ve somut bir kavgada yer almış olsunlar! Benim az çok kontrolüm altında bulunan bir parti birliği, bir topluluk içinde, ki ben de o örgütlere bir savaşçı olarak katılmış olayım ve her an yaptıklarını, gidişlerini göreyim. İşte o zaman partinin birliğine ve iradesine güvenmekle tramvayın zamanında geleceğine güvenmek arasında fark kalmaz. Yoksa tanımadığım insanlara güvenemem, insanın iyiliği ya da toplumsal genlik ve esenliğe bağlılığı gibi soyut yargılara dayanarak tevekkül göstermem, biliyorum ki, insan davranışında serbesttir ve bel bağlanacak bir insan doğası yoktur. Rus devriminin daha sonra nasıl gelişeceğini bilemem. Onu pek beğenebilir, örnek diye gösterebilirim, hele proletaryanın bugün Rusya'da oynadığı rolü hiçbir ülkede oynamadığını görür ve bilirsem... Ne var ki, bugünkü gidişin emekçi halkın tam bir zaferi ile sonuçlanacağına da kesin olarak inanamam. Ben yalnız gördüğümle yetinirim. Savaş arkadaşlarımın ölümünden sonra da benim işimi sürdüreceklerine, onu en yüksek ereğine ulaştıracaklarına emin olamam, çünkü varsayım insanların hür olduğudur, belki yarın insanın varlığı üzerinde başka bir karar verirler. Olur ya, benden sonra belki Faşizmi kurmak isterler ve geri kalanlar da öylesine ödlek ve kararsız olabilirler ki, Faşizmin kurulmasını önleyemezler. İnsanlar ne olmak isterlerse hep onu olacaklardır!