Hegel’e Dönüş Akademik Revizyonizmin Gizli Nedeni - 2
|
Ancak bu felsefi liberalizm, 18. yüzyılda sahip olduğu pozitif anlama artık sahip değildi. 18. yüzyıl liberal felsefesi ütopyacıydı. Burjuvazinin ekonomik taleplerini ahlaki ve idealist bir felsefeye (Rousseau ve Kant’ta olduğu kadar, Ansiklopedistlerde de görülebileceği gibi) dönüştürüyordu, çünkü burjuva üretici güçleri henüz, bu taleplerin arkasındaki gerçek itici güç oldukları görünecek kadar gelişmemişlerdi. Ayrıca, 18. yüzyılda, liberal felsefe daha çok doğmakta olan kapitalizmin gerçek (liberal) yasalarının ideal terimlere tercümesi niteliğindeydi. Liberal burjuva ekonomistleri, sadece, 18. yüzyıl filozoflarının ütopik taleplerini ekonominin somut dili içinde ifade ediyorlardı. 19. yüzyılın ikinci yarısında ise tam tersine liberalizm ekonominin somut alanını terk etti ve felsefede sığınak aramaya koyuldu. Bu felsefeye geri dönüş dönemi, burjuvanın dünyasında gerici bir nitelik arz etmiştir. 18. yüzyılda felsefi liberalizm, gelecekten haber verenlerin felsefesiydi; 19. yüzyılda körün felsefesi haline geldi. Şayet 19. yüzyılda burjuvazi liberalizmi ahlaki terimlerle ya da “tinin etkinliği” (yeni-Kantçılığa uygun olarak) terimleriyle düşünmüşse, bunun nedeni artık ekonomi konusunda bilinçli cehaleti değildi, sadece ekonomi artık liberal olmaktan çıkmış olduğu için bu böyle olmuştur.
Bu bağlamda yeni-Kantçılık iki yönlü bir rol oynamıştır: burjuvazinin ideolojik meşrulaştırılması için bir geri çekilme alanı oluşturuyordu, aynı zamanda, küçük burjuva körleşmesinin doğal felsefesiydi. Buradan da, bu geri çekilmenin sadece taktiksel nitelikte olmadığı, aynı zamanda kesin bir sosyal anlama da sahip olduğu sonucu çıkmaktadır. Liberalizmi gerçek dünyada kuramamış olan burjuvazi, onu küçük burjuvanın hayalci beklentilerinde bulmaktan çok mutlu oldu. Mevcut durumunun ifadesi olan terimlerle kendini meşrulaştıramadığı ölçüde, bu işi ona yalakalık etmeye hazır olanlara bıraktı ve daha iyi ötebilecekleri düşüncesiyle bunları üniversitelerine yerleştirdi. Profesörlerin liberalizmi, artık hâkim burjuvazinin ekonomik ve politik etkinliğinden türeyen somut taleplerini değil, burjuvazinin ekonomik gelişimi tarafından yok edilen ve proletarya seviyesine düşürülen bir küçük burjuvazinin arzularını yansıtıyordu –ve bu sınıf, olayların gösterdiği gerçek gelişim çizgisine rağmen burjuvazinin tabakalarına geri dönmeyi arzu ediyordu. Bu liberalizmin tarihi, açıkça, burjuvazinin kendi kurbanlarını övücüleri haline getirmesini sağlayan operasyonunun tarihidir.
Bununla birlikte, tekelci ekonominin gelişimi, proletarya örgütlenmesinin genişlemesi, emperyalist savaşlar, emekçi sınıfın SSCB zaferi, emperyalizmin derinleşen krizi, burjuvazinin politik diktatörlüğü ve faşizme geri dönüş, vb. nedenlerle burjuvazi giderek o ana kadar ne pahasına olursa olsun öz-meşrulaştırma aracı olarak kullandığı liberal ideolojiyi terk etmeye başladı. Bu adım birdenbire atılmadı, ne de burjuva “filozofları” eski sevgilerinden birdenbire vazgeçtiler.* Ancak yavaş yavaş, yeni mitler ve yeni efendiler ortaya çıktı ve itibar kazanmaya başladılar: bunlar krize batmış bir dünyanın ihtiyaçlarına karşılık verdiler. Grosso modo [kabaca] denilebilir ki, burjuva filozofları dünyaları değişirken efendilerini değiştirdiler ve kapitalizm liberalizmden emperyalizme kendi geçişini gerçekleştirirken, Kant’tan Hegel’e çark ettiler. Bu noktadan itibaren burjuvazi, geri kalanları korumak için bazı ayrıcalıklarından vazgeçme taktiğini dahi kullanamazdı. 19. yüzyıldan itibaren emekçi sınıfın tehditkâr yükselişi karşısında ve dünya savaşlarının şiddeti içinde hayatta kalabilmek için küçük burjuvazinin acıklı umutlarına değil, itaatkar askerlere, polislere, sivil uşaklara ve yargıçlara, bunların yanı sıra mutlaka yumuşak başlı bir emekçi sınıfına ihtiyacı olduğunu gördü; klasik liberalizme saplanıp kalmış aydınlara değil, burjuvazinin kurbanlarının tüketimine sunulacak kriz durumuna uygun mitler üretebilecek –kendi kurbanlarının, aldığı her yeni pozisyonu savunmalarını sağlayacak biçimde onları dolandıran bir uşaklık ideolojisi üretebilecek– körlük filozoflarına muhtaç olduğunu gördü. Felsefi liberalizm her şeye rağmen bilimde ve tarihte, şimdi giderek kaybolmaya yüz tutmuş bir iyimserliği koruyabilmişti: bunun yerine “deneyim” felsefeleri, “eylem”, “sezgi”, “varoluş”, “yaşam”, “kahramanlık” felsefeleri ve çok geçmeden nihayet “kan” felsefeleri boy verdi. Dünyada akıl namına ne varsa boşaltılıp yerine bu mitler dolduruldu. Bu çerçeve göz önünde bulundurulmadan, Hegel’e dönüşün izlediği yön ve Hegel’in nasıl yorumlanmış olduğu anlaşılamaz.
İlk olarak, bu dönüşün 19. yüzyılın sonlarından başlayıp, henüz tamamlanmakta olan yarım yüzyıllık dönemi kapsadığını belirtmemiz gerekiyor. Premier Congrés Hegel’de [Birinci Hegel Konferansı][12] (1930) başlayıp, Almanya, Hollanda, Büyük Britanya, İtalya ve Fransa’daki Hegel çalışmalarıyla özetlenen tartışmalar, bu hareketin çok yaygın bir uyum içinde geliştiğini gösteriyor. Sadece Fransa, 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyılın başındaki emperyalist çatışmaların sonucunda ortaya çıkan muazzam felsefi şovenizme bağlı nedenlerle, geriden gelmiştir: büyük Fransız spiritüalizm geleneğinin kötü Alman felsefesine karşıt olarak yüceltilmesi, Kantçı ve Descartesçı tipte liberal felsefelerin hayatta kalmış olmaları, 1918 zaferinin verdiği aşırı zindelik duygusu, yoğunlaşma sürecinin nispeten gecikmiş olması, kolonyal emniyet sübabı vs. İtalya ve Almanya’da Hegel’e genellikle [önceden de] çok daha sık başvuruluyor olması bizim tezlerimizle tezat oluşturmaz. Hegel incelemelerinin bu ülkelerdeki “ilerlemiş” evresi, devletin “ilerlemiş” evresinden bağımsız değildir.
İkinci olarak, bu genel tablo içinde, Hegel’in yorumlanması ile Hegel’e “dönüş”ün derinden bağlantılı olduğunu vurgulayalım. Burjuvazi, Hegel’e, onun düşüncesinin gerçek tarihsel değerini anlamak için, ya da rasyonel bir diyalektik kapsamındaki devrimci bir yöntemin vaatleri doğrultusunda dönmez. Bilimsel sosyalizmin kurucularının tersine, sistemin bir eleştirisi yoluyla rasyonel devrimci özünü ayırt etme perspektifiyle de hareket etmiyordu. Tüm dikkatini Hegel’in felsefesinin gerici yönleri üzerinde yoğunlaştırmıştı ve büyük hocayı daha fazla ikiye bölemeyeceğine göre, Hegel’de devrimci olanın, maskelenmiş bir gericilikten başka bir şey olmadığını göstermeye koyuldu. Sonuç çok itinalı bir tefsir çalışması oldu: Dilthey, Haering, Kroner ve Glockner Almanya’da bu işin öncüleriydi; Jean Wahl ve Hyppolite ise Fransa’da onların görüşlerini belleten asistanları rolünü oynadılar. Tüm operasyonun amacı, Dilthey’in oldukça açık terimlerle dile getirdiği gibi, diyalektiğin bilimsel olmadığını, daha çok belli bir yöntem içinde inşa edilmiş irrasyonalizm olduğunu kanıtlamaktı. Ve bu nedenledir ki, rasyonel diyalektiğin gerçek özünü “primitif bir irrasyonalizmde” aramak gerekir, benzer bir şekilde Hegel’in “pan-lojizm”inin gerçekliğini de aslında temel bir “pan-trajisizm”de aramak gerekir.[13] Bu kökensel irrasyonalizm ve pan-trajisizm de bir yerlerde keşfedilmeliydi ve mümkünse rasyonalizmden ve lojizmden önce geldiği bir yerlerde. Genç Hegel el üstünde tutuluyorsa tam da söz konusu elçabukluğuna uygun olduğu içindir. Bu nedenle Hegel’in altın çağı erken dönem eserleridir. Bu eserleri, yayınlanıyor (Nohl 1907, Lason 1923, Hoffmeister 1931 ve 1936, Bern, Frankfurt ve Jena dönemi eserleri) ve kılı kırk yararak inceleniyordu. Bunlar karanlık eserlerdi –dolayısıyla irrasyonel oldukları varsayıldı–; bu eserler dinden bahsediyorlardı –dolayısıyla dini olduklarına karar verildi–*; çatışmayı betimliyorlardı –buradan hareketle parçalanmanın doğrudan temsili oldukları kabul edildi. “Hegel’in gençlik sezgileri”[14] ile ilgili eski nakaratı tekrar etmek (herkes bilir ki, insan, tıpkı bütün hayatı boyunca ilk ergenlik aşkını aramakla zamanını geçirmesi gibi, bu ilk sezilerinden, günlerini bunları derinleştirmek, açıklamak ve tercüme etmekle geçirse de kurtulamaz), ve Hegel’in güçlü diyalektiğinin bir bütün olarak bu dinsel, irrasyonel ve trajik temel sezgilerinin biraz değişmiş bir halinden ibaret olduğunu söylemek yetiyordu; böylece oyun oynanmış olmaktaydı! Bize söylenen, açıkça, eğer Fenomenoloji’yi ve l’Encylopédie’yi anlamak istiyorsak, İbrahim’e, İshak’a ve çöllere geri dönmemiz gerektiğidir. Bugün bu tip bir yorumun, büyük ölçüde bir elçabukluğu olduğu çok açık görünüyor.
Bu bağlamda yeni-Kantçılık iki yönlü bir rol oynamıştır: burjuvazinin ideolojik meşrulaştırılması için bir geri çekilme alanı oluşturuyordu, aynı zamanda, küçük burjuva körleşmesinin doğal felsefesiydi. Buradan da, bu geri çekilmenin sadece taktiksel nitelikte olmadığı, aynı zamanda kesin bir sosyal anlama da sahip olduğu sonucu çıkmaktadır. Liberalizmi gerçek dünyada kuramamış olan burjuvazi, onu küçük burjuvanın hayalci beklentilerinde bulmaktan çok mutlu oldu. Mevcut durumunun ifadesi olan terimlerle kendini meşrulaştıramadığı ölçüde, bu işi ona yalakalık etmeye hazır olanlara bıraktı ve daha iyi ötebilecekleri düşüncesiyle bunları üniversitelerine yerleştirdi. Profesörlerin liberalizmi, artık hâkim burjuvazinin ekonomik ve politik etkinliğinden türeyen somut taleplerini değil, burjuvazinin ekonomik gelişimi tarafından yok edilen ve proletarya seviyesine düşürülen bir küçük burjuvazinin arzularını yansıtıyordu –ve bu sınıf, olayların gösterdiği gerçek gelişim çizgisine rağmen burjuvazinin tabakalarına geri dönmeyi arzu ediyordu. Bu liberalizmin tarihi, açıkça, burjuvazinin kendi kurbanlarını övücüleri haline getirmesini sağlayan operasyonunun tarihidir.
Bununla birlikte, tekelci ekonominin gelişimi, proletarya örgütlenmesinin genişlemesi, emperyalist savaşlar, emekçi sınıfın SSCB zaferi, emperyalizmin derinleşen krizi, burjuvazinin politik diktatörlüğü ve faşizme geri dönüş, vb. nedenlerle burjuvazi giderek o ana kadar ne pahasına olursa olsun öz-meşrulaştırma aracı olarak kullandığı liberal ideolojiyi terk etmeye başladı. Bu adım birdenbire atılmadı, ne de burjuva “filozofları” eski sevgilerinden birdenbire vazgeçtiler.* Ancak yavaş yavaş, yeni mitler ve yeni efendiler ortaya çıktı ve itibar kazanmaya başladılar: bunlar krize batmış bir dünyanın ihtiyaçlarına karşılık verdiler. Grosso modo [kabaca] denilebilir ki, burjuva filozofları dünyaları değişirken efendilerini değiştirdiler ve kapitalizm liberalizmden emperyalizme kendi geçişini gerçekleştirirken, Kant’tan Hegel’e çark ettiler. Bu noktadan itibaren burjuvazi, geri kalanları korumak için bazı ayrıcalıklarından vazgeçme taktiğini dahi kullanamazdı. 19. yüzyıldan itibaren emekçi sınıfın tehditkâr yükselişi karşısında ve dünya savaşlarının şiddeti içinde hayatta kalabilmek için küçük burjuvazinin acıklı umutlarına değil, itaatkar askerlere, polislere, sivil uşaklara ve yargıçlara, bunların yanı sıra mutlaka yumuşak başlı bir emekçi sınıfına ihtiyacı olduğunu gördü; klasik liberalizme saplanıp kalmış aydınlara değil, burjuvazinin kurbanlarının tüketimine sunulacak kriz durumuna uygun mitler üretebilecek –kendi kurbanlarının, aldığı her yeni pozisyonu savunmalarını sağlayacak biçimde onları dolandıran bir uşaklık ideolojisi üretebilecek– körlük filozoflarına muhtaç olduğunu gördü. Felsefi liberalizm her şeye rağmen bilimde ve tarihte, şimdi giderek kaybolmaya yüz tutmuş bir iyimserliği koruyabilmişti: bunun yerine “deneyim” felsefeleri, “eylem”, “sezgi”, “varoluş”, “yaşam”, “kahramanlık” felsefeleri ve çok geçmeden nihayet “kan” felsefeleri boy verdi. Dünyada akıl namına ne varsa boşaltılıp yerine bu mitler dolduruldu. Bu çerçeve göz önünde bulundurulmadan, Hegel’e dönüşün izlediği yön ve Hegel’in nasıl yorumlanmış olduğu anlaşılamaz.
İlk olarak, bu dönüşün 19. yüzyılın sonlarından başlayıp, henüz tamamlanmakta olan yarım yüzyıllık dönemi kapsadığını belirtmemiz gerekiyor. Premier Congrés Hegel’de [Birinci Hegel Konferansı][12] (1930) başlayıp, Almanya, Hollanda, Büyük Britanya, İtalya ve Fransa’daki Hegel çalışmalarıyla özetlenen tartışmalar, bu hareketin çok yaygın bir uyum içinde geliştiğini gösteriyor. Sadece Fransa, 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyılın başındaki emperyalist çatışmaların sonucunda ortaya çıkan muazzam felsefi şovenizme bağlı nedenlerle, geriden gelmiştir: büyük Fransız spiritüalizm geleneğinin kötü Alman felsefesine karşıt olarak yüceltilmesi, Kantçı ve Descartesçı tipte liberal felsefelerin hayatta kalmış olmaları, 1918 zaferinin verdiği aşırı zindelik duygusu, yoğunlaşma sürecinin nispeten gecikmiş olması, kolonyal emniyet sübabı vs. İtalya ve Almanya’da Hegel’e genellikle [önceden de] çok daha sık başvuruluyor olması bizim tezlerimizle tezat oluşturmaz. Hegel incelemelerinin bu ülkelerdeki “ilerlemiş” evresi, devletin “ilerlemiş” evresinden bağımsız değildir.
İkinci olarak, bu genel tablo içinde, Hegel’in yorumlanması ile Hegel’e “dönüş”ün derinden bağlantılı olduğunu vurgulayalım. Burjuvazi, Hegel’e, onun düşüncesinin gerçek tarihsel değerini anlamak için, ya da rasyonel bir diyalektik kapsamındaki devrimci bir yöntemin vaatleri doğrultusunda dönmez. Bilimsel sosyalizmin kurucularının tersine, sistemin bir eleştirisi yoluyla rasyonel devrimci özünü ayırt etme perspektifiyle de hareket etmiyordu. Tüm dikkatini Hegel’in felsefesinin gerici yönleri üzerinde yoğunlaştırmıştı ve büyük hocayı daha fazla ikiye bölemeyeceğine göre, Hegel’de devrimci olanın, maskelenmiş bir gericilikten başka bir şey olmadığını göstermeye koyuldu. Sonuç çok itinalı bir tefsir çalışması oldu: Dilthey, Haering, Kroner ve Glockner Almanya’da bu işin öncüleriydi; Jean Wahl ve Hyppolite ise Fransa’da onların görüşlerini belleten asistanları rolünü oynadılar. Tüm operasyonun amacı, Dilthey’in oldukça açık terimlerle dile getirdiği gibi, diyalektiğin bilimsel olmadığını, daha çok belli bir yöntem içinde inşa edilmiş irrasyonalizm olduğunu kanıtlamaktı. Ve bu nedenledir ki, rasyonel diyalektiğin gerçek özünü “primitif bir irrasyonalizmde” aramak gerekir, benzer bir şekilde Hegel’in “pan-lojizm”inin gerçekliğini de aslında temel bir “pan-trajisizm”de aramak gerekir.[13] Bu kökensel irrasyonalizm ve pan-trajisizm de bir yerlerde keşfedilmeliydi ve mümkünse rasyonalizmden ve lojizmden önce geldiği bir yerlerde. Genç Hegel el üstünde tutuluyorsa tam da söz konusu elçabukluğuna uygun olduğu içindir. Bu nedenle Hegel’in altın çağı erken dönem eserleridir. Bu eserleri, yayınlanıyor (Nohl 1907, Lason 1923, Hoffmeister 1931 ve 1936, Bern, Frankfurt ve Jena dönemi eserleri) ve kılı kırk yararak inceleniyordu. Bunlar karanlık eserlerdi –dolayısıyla irrasyonel oldukları varsayıldı–; bu eserler dinden bahsediyorlardı –dolayısıyla dini olduklarına karar verildi–*; çatışmayı betimliyorlardı –buradan hareketle parçalanmanın doğrudan temsili oldukları kabul edildi. “Hegel’in gençlik sezgileri”[14] ile ilgili eski nakaratı tekrar etmek (herkes bilir ki, insan, tıpkı bütün hayatı boyunca ilk ergenlik aşkını aramakla zamanını geçirmesi gibi, bu ilk sezilerinden, günlerini bunları derinleştirmek, açıklamak ve tercüme etmekle geçirse de kurtulamaz), ve Hegel’in güçlü diyalektiğinin bir bütün olarak bu dinsel, irrasyonel ve trajik temel sezgilerinin biraz değişmiş bir halinden ibaret olduğunu söylemek yetiyordu; böylece oyun oynanmış olmaktaydı! Bize söylenen, açıkça, eğer Fenomenoloji’yi ve l’Encylopédie’yi anlamak istiyorsak, İbrahim’e, İshak’a ve çöllere geri dönmemiz gerektiğidir. Bugün bu tip bir yorumun, büyük ölçüde bir elçabukluğu olduğu çok açık görünüyor.