II. Araştırma kuramı olarak pragmatizm
|
A) “Araştırma”
Pragmatizm aynı zamanda bir araştırma kuramıdır. Aslında, pragmatistlerin bilimsel kavramları tanımlama ve bu kavramlara karşı nasıl tepkide bulunulması gerektiğini belirleme çabası, onların araştırma konusundaki ilgilerinden kaynaklanmaktadır.
Çünkü pragmatistlere göre, kişiler ancak düşünce ve kanaatlerine çevreden gelen tehditler sonucunda kavramların anlamlarını sorgulamaya başlar ve belirli bir hareket tarzı benimsemeye karar verirler. Bu nedenle, araştırma Peirce tarafından şüphe durumundan kanaat (inan) (belief) durumuna geçme çabası olarak tanımlanmıştır. Peirce şöyle yazar: “şüphenin başlaması kanaat durumunun (a state of belief) ulaşılması çabasına yol açar. Bu çabayı araştırma olarak adlandıracağım.
Şüphe ile çaba başlar, ve şüphenin yok olmasıyla bu çaba sona erer. Bu nedenle, araştırmanın yegane amacı, düşüncenin bir sonuca vardırılmasıdır (settlement of opinion)” (Peirce, 1958b:99-100). Peirce bu tezini başka bir makalede tekrar ederek şöyle der: “düşünce sadece kanaatin oluşturulmasına yönlendirilebilir.
Hareket halindeki düşüncenin tek olası güdüsü, durağan düşüncedir (thought at rest)” (Peirce, 1958a:121).
Pragmatizmin bir anlam kuramı olması durumunda olduğu gibi, burada da James ve Dewey’in Peirce’den farklı olarak vurguladığı nokta, şüphenin sadece teori ve felsefedeki yeri değil, kişinin bu şüphe durumu nedeniyle atması gereken adımlar ve bu şüphe durumunu belirli bir kanaat durumuna dönüştürme çabasıdır.
Diğer bir deyişle, James ve Dewey’in çalışmaları daha çok popüler felsefe çizgisinde olmuş ve ortaya attıkları fikirler birey ile bireyin içinde yaşadığı çevre arasındaki ilişkilerle doğrudan ilgili olmuştur. Örneğin James, dini inançlar ve zamanının bilimsel buluşlarıyla hızla değişim göstermiş çevre arasında kendi kanınca varolan çatışmayı çözebilmek için genelde dini konular üzerinde düşünmüştür.
Araştırmaları kendisini şu sonuca götürmüştür: dini fikirlerin bilimsel bilgi ile doğruluğunun kanıtlanması mümkün olmamasına rağmen (veya mümkün olmadığından) birey “inanma isteğinden” (the will to believe) mahrum edilemez. Bu araştırma belki de James’in bilim adamının bu tür soruları alt edip kendi yaşamını yaşaması yolunun bulunması gibi kendi özel durumdan kaynaklanmış olabilir.
Murphy’nin savunduğu gibi “James’in vurgulamak istediği nokta şuydu: kanaat eylem için vardır” (Murphy, 1990:42). Dewey’in pragmatizminde de, araştırma temel olarak çevredeki sorunlara çözüm bulunması çabasıdır. Dewey araştırmayı şöyle tanımlar: “belirsiz bir durumun kendi özellikleri ve ilişkileri açısından öyle belirgin bir duruma kontrollü olarak çevrilmesidir ki, ilk (belirsiz) durumdaki öğeler birleşik bir bütüne dönüştürülmüş olur” (Thayer, 1968:172). Dewey’in bu araştırma anlayışı ile Peirce’in anlayışı arasındaki fark bir bilim adamı tarafından şöyle özetlenmiştir: “Peirce kanaati belirlemeyi, Dewey ise içinde bulunulan durumu onarmayı hedeflemiştir” (Smith, 1978:98).
Yukarıdaki tartışmadan anlaşıldığı gibi, pragmatizmin başlangıç noktası, veya bireyin durumu hakkındaki ilk varsayımı, şüphe değil yerleşmiş kanaatler veya inançtır. Bu ve diğer birçok noktalar açısından pragmatizm, Descartes felsefesine karşı bir felsefe (anti-Cartesian) olmuştur. Descartes şüpheyi halihazırda var olan bir şey, bir veri olarak kabul eder ve bireyin kendi varlığının bilincine mantık yoluyla ulaştığını öne sürer. “Düşünüyorum, öyleyse varım” deyişinde özetlenen bu çıkış noktasıyla Descartes, “akıl ve beden” gibi ikili ayrımlara dayanan bir felsefe geliştirmiştir. Fakat pragmatizme göre, kendimizi diğer insanlar aracılığıyla tanırız, fikirler diğer fikirler aracılığıyla belirginleşir, kavramlar diğer kavramlar aracılığıyla açıklığa kavuşturulur, ve belirli kanaatler diğer kanaatlerimizle ilişkilidir.
Özellikle, bireyin sosyal bir varlık olduğu ve, daha spesifik olarak, bireyin kimliğinin toplumda dil aracılığıyla nasıl şekillendirildiği üzerinde duran George Herbert Mead’in çalışmaları ilgi çekicidir. (Scheffler, 1974; Thayer, 1968). Ayrıca pragmatizm, olayları ikili ayrımlarla açıklama yaklaşımına karşı çıkmış ve etkileşimci (interactionist) bir anlayışı benimsemiştir. Bu yaklaşıma göre, araç-amaç, bilen-bilinen gibi ayrımlar araştırma sürecini engellemektedir; araçlar amaçları etkilediği gibi, amaçlar da kullanılacak araçları belirler, bilen sadece bilgi tüketicisi değil, aynı zamanda bilginin yorumlayıcısı ve özümseyicisidir.
B) Araştırma Yöntemleri
Araştırmanın ne olduğunu açıkladıktan sonra, pragmatizmdeki bir diğer önemli konuya, araştırma yöntemlerine geçelim. Peirce, kanaatlerin belirlenmesinde tarihsel olarak etkili olan üç yöntemden bahseder ve bunların yerine yeni bir yöntemin, bilimsel yöntemin kullanılmasını önerir.
Yaygın olarak kullanılan yöntemlerden ilki , insanların çevresindeki gelişmelere gözünü kapatması olmuştur. Peirce bunu inat yöntemi (tenacity) olarak adlandırmıştır. Peirce şöyle yazar: “Kararsız bir ruh halinin içgüdüsel iticiliği insanların görüşlerine sımsıkı sarılmalarına neden olur. Birey, eğer tereddüt etmeden kanaatlerimi sürdürebilirsem bu benim için tamamıyla tatminkar bir sonuç doğurur diye düşünür” (Peirce, 1958b:102). Peirce’e göre bu yöntemin, bazen işe yarasa da, sürekli değişen ve diğer insanlarla etkileşimde olunan bir çevrede korunamayacağı açıktır. “Toplumsal devinim buna karşıdır” diye düşünür Peirce, “bu yöntemi kabul eden birey, diğerlerinin kendisinden farklı düşündüğünü anlayacak, makul bir anda diğerlerinin düşüncelerinin kendi düşüncesi kadar iyi olduğunu muhtemelen aklına getirecek ve bu durum kanaatine olan güvenini sarsacaktır” (Peirce, 1958b:103).
Peirce’e göre, yaygın olarak kullanılan ikinci yöntem, otorite yöntemi (authority) olmuştur. Burada bireyin neye inanacağı bir kurum tarafından belirlenir. Aslında bu, otoriter yönetim altındaki ülkelerde görülen yöntemdir ve “inat” metodu ile aynı nedenden dolayı başarısızlığa uğrar. “Hiçbir kurum düşüncenin her konuda kontrol edilmesini başaramaz” diye düşünür Peirce, “[o otorite altında yaşayan bazı insanlar] kendi görüşlerinin diğer uluslarınkinden daha üstün olarak görmenin hiçbir mantığı olmadığını düşünmekten kendilerini alamaz; ve bu akıllarında şüpheye yol açar” (Peirce, 1958b:105).
Geleneksel olarak kullanılan üçüncü yöntem a priori yöntem olmuştur. Otorite yönteminden birçok konuda hiç de farklı olmayan bu yönteme göre, birey genel kabul görmüş ilkelere (established principles) göre hareket eder. “Bütün insanlar iyidir” veya “insan doğası kötüdür” gibi ilkeler insanların nasıl davranacağını ve neye inanacağını belirler. Peirce’e göre Descartes’in felsefede gerçekleştirdiği devrim, aslında otorite yönteminin yerine a priori yöntemini getirmesinden başka bir şey değildir. Peirce şöyle yazar: “Descartes felsefenin yeniden yapılanması işine giriştiğinde, ilk adımı kuramsal olarak şüpheciliği benimsemek ve otoriteyi gerçeğin nihai kaynağı olarak gören okul çocuğu davranışını bir kenara bırakmak olmuştur. Daha sonra, değişmez ilkelerin doğal kaynağını araştırmış ve bunun insan aklında bulunduğunu iddia etmiştir. Öz-bilincimiz bize kendi temel doğrularımızı gösterecek ve neyin mantıklı olduğuna karar verecektir” (Peirce, 1958a:115).
Descartes’in bu rasyonalizmi (mantıksalcılığı), deneyimin de önemli bir, ve hatta birincil, bilgi edinme kaynağı olduğu gerekçesiyle Peirce ve diğer pragmatistler tarafından reddedilir. Ne kadar mantığa uygun görünse de, gerçekler tarafından desteklenmeyen kanaatler pragmatistler tarafından doğru olarak kabul edilmez.
Böylece, bireylerin kanaatlerini zamanın denemesine tabi tuttuklarında ve kanaatlerinin doğruluğunu gerçeklerle karşılaştırarak kontrol ettiklerinde, a priori yöntem otorite yönteminden daha iyi bir sonuç veremez. Peirce şöyle der: “[Bireyler] herhangi bir kanaatlerinin gerçeklerle ilgisi olmayan bir olay (ya da durum) tarafından şekillendirildiğini anladığında, kanaatlerinin şüpheli olduğunu o andan itibaren sadece lafta kabul etmekle kalmaz, aynı zamanda o kanaat hakkında ciddi bir şüpheye düşerler, böylece o kanaat kanaat olma vasfını en azından belirli bir oranda yitirir” (Peirce, 1958b:107).
Bu nedenle Peirce’e göre, düşüncelerimiz arasında hüküm vermede ve kanaatlerimizin oluşturulmasında uygulanacak, yukarıda anlatılan üç başarısız geleneksel yöntemden farklı, yeni bir yöntem gereklidir. Bu yöntem, bilimsel yöntemdir (the method of science). Yalnızca bu yöntemde “kanaatlerimizin beşeri herhangi bir şey tarafından değil, ve fakat düşüncemizin üzerinde hiçbir etkisi olmayan dışsal bir süreklilik tarafından oluşturulduğunu” bulabiliriz (Peirce, 1958b: 107).
Bu, Peirce’in öne sürdüğü gibi ve bir sonraki kısımda “gerçek” kavramını tartıştığımızda önemi görüleceği üzere, pragmatizmin bir tür felsefi gerçekçilik (philosophical realism) olduğunu ima eder. Yani, yaşamda gerçek şeyler vardır, bunların gerçek olduğunu bilebilir ve kanaatlerimizin doğru olup olmadığını bu gerçeklerle karşılaştırarak anlayabiliriz.
Bilimsel yöntem Peirce’e göre üç safhayı içerir. Birinci safhada, herhangi bir sorun bireyi bu sorunu aşmak için, diğer bir deyişle düşünceleri arasında karar vermek ve kanaatini belirlemek için, elindeki verinin ne anlama geldiğini anlamaya iter. Bu, hipotez oluşturma (abduction) safhasıdır. Daha sonra birey, bu hipotezden bazı sonuçlar çıkarsar. Bu safhaya tümdengelim (deduction) denir. Son safhada ise birey, bu sonuçlara göre hareket ederek, veya deney uygulayarak, çıkarsadığı sonuçların gerçekleşip gerçekleşmediğini belirler. Bu safhaya da tümevarım (induction) adı verilir. Bu bilimsel yöntem, pragmatistlere ve özellikle James gibi “inanmak eyleme geçmektir” şeklinde düşünenlere hiç de yabancı gelmeyecektir.
Yalnızca kanaatlerimize göre hareket ederek, eyleme geçerek, bu kanaatlerin gerçek yaşamda geçerli olup olmadığını ve zamanın deneyimine karşı durup duramadığını anlayabiliriz.
C) Kanaatin İşlevi
Pragmatizmin bir araştırma kuramı olması üzerindeki tartışmamızı bitirmeden önce, kanaatin işlevine ve bunun konumuz açısından önemine kısaca değinelim.
Pragmatistlere göre, kanaatlerin işlevi kişinin yaşamında alışkanlıklar veya davranış kuralları yaratmasıdır. Peirce şöyle düşünür: “Kanaatlerimiz isteklerimize yön verir ve davranışlarımızı şekillendirir. İnanma duygusu, doğamızda davranışlarımızı belirleyecek bir alışkanlığın olduğunun aşağı yukarı kesin bir göstergesidir” (Peirce, 1958b: 98-99). Böylece, çeşitli alışkanlıklar ne tür davranışlara yol açtığına bakılarak birbirinden ayırt edilebilir (Peirce, 1958a: 121).
Bu düşüncenin iki önemli sonucu vardır. İlk olarak, pragmatistlere göre, kanaat ve düşünceler gözlemlenebilir olgulardır; bireylerin nasıl davrandığına bakarak ne tür kanaatleri olduğunu anlayabiliriz. İkinci olarak, bu alışkanlık anlayışı, pragmatistlerin dünyanın toplumsal bir yapılanması olduğu (socially constructed) düşüncesine sahip olduğunu göstermektedir. Moore’un öne sürdüğü gibi, pragmatistler inanmaktadır ki “çevre ile ilişkiye girmede alışkanlık haline getirilmiş bütün yolların toplamı kişiliği, bireyi oluşturur” (Moore, 1961:199).
Pragmatizm aynı zamanda bir araştırma kuramıdır. Aslında, pragmatistlerin bilimsel kavramları tanımlama ve bu kavramlara karşı nasıl tepkide bulunulması gerektiğini belirleme çabası, onların araştırma konusundaki ilgilerinden kaynaklanmaktadır.
Çünkü pragmatistlere göre, kişiler ancak düşünce ve kanaatlerine çevreden gelen tehditler sonucunda kavramların anlamlarını sorgulamaya başlar ve belirli bir hareket tarzı benimsemeye karar verirler. Bu nedenle, araştırma Peirce tarafından şüphe durumundan kanaat (inan) (belief) durumuna geçme çabası olarak tanımlanmıştır. Peirce şöyle yazar: “şüphenin başlaması kanaat durumunun (a state of belief) ulaşılması çabasına yol açar. Bu çabayı araştırma olarak adlandıracağım.
Şüphe ile çaba başlar, ve şüphenin yok olmasıyla bu çaba sona erer. Bu nedenle, araştırmanın yegane amacı, düşüncenin bir sonuca vardırılmasıdır (settlement of opinion)” (Peirce, 1958b:99-100). Peirce bu tezini başka bir makalede tekrar ederek şöyle der: “düşünce sadece kanaatin oluşturulmasına yönlendirilebilir.
Hareket halindeki düşüncenin tek olası güdüsü, durağan düşüncedir (thought at rest)” (Peirce, 1958a:121).
Pragmatizmin bir anlam kuramı olması durumunda olduğu gibi, burada da James ve Dewey’in Peirce’den farklı olarak vurguladığı nokta, şüphenin sadece teori ve felsefedeki yeri değil, kişinin bu şüphe durumu nedeniyle atması gereken adımlar ve bu şüphe durumunu belirli bir kanaat durumuna dönüştürme çabasıdır.
Diğer bir deyişle, James ve Dewey’in çalışmaları daha çok popüler felsefe çizgisinde olmuş ve ortaya attıkları fikirler birey ile bireyin içinde yaşadığı çevre arasındaki ilişkilerle doğrudan ilgili olmuştur. Örneğin James, dini inançlar ve zamanının bilimsel buluşlarıyla hızla değişim göstermiş çevre arasında kendi kanınca varolan çatışmayı çözebilmek için genelde dini konular üzerinde düşünmüştür.
Araştırmaları kendisini şu sonuca götürmüştür: dini fikirlerin bilimsel bilgi ile doğruluğunun kanıtlanması mümkün olmamasına rağmen (veya mümkün olmadığından) birey “inanma isteğinden” (the will to believe) mahrum edilemez. Bu araştırma belki de James’in bilim adamının bu tür soruları alt edip kendi yaşamını yaşaması yolunun bulunması gibi kendi özel durumdan kaynaklanmış olabilir.
Murphy’nin savunduğu gibi “James’in vurgulamak istediği nokta şuydu: kanaat eylem için vardır” (Murphy, 1990:42). Dewey’in pragmatizminde de, araştırma temel olarak çevredeki sorunlara çözüm bulunması çabasıdır. Dewey araştırmayı şöyle tanımlar: “belirsiz bir durumun kendi özellikleri ve ilişkileri açısından öyle belirgin bir duruma kontrollü olarak çevrilmesidir ki, ilk (belirsiz) durumdaki öğeler birleşik bir bütüne dönüştürülmüş olur” (Thayer, 1968:172). Dewey’in bu araştırma anlayışı ile Peirce’in anlayışı arasındaki fark bir bilim adamı tarafından şöyle özetlenmiştir: “Peirce kanaati belirlemeyi, Dewey ise içinde bulunulan durumu onarmayı hedeflemiştir” (Smith, 1978:98).
Yukarıdaki tartışmadan anlaşıldığı gibi, pragmatizmin başlangıç noktası, veya bireyin durumu hakkındaki ilk varsayımı, şüphe değil yerleşmiş kanaatler veya inançtır. Bu ve diğer birçok noktalar açısından pragmatizm, Descartes felsefesine karşı bir felsefe (anti-Cartesian) olmuştur. Descartes şüpheyi halihazırda var olan bir şey, bir veri olarak kabul eder ve bireyin kendi varlığının bilincine mantık yoluyla ulaştığını öne sürer. “Düşünüyorum, öyleyse varım” deyişinde özetlenen bu çıkış noktasıyla Descartes, “akıl ve beden” gibi ikili ayrımlara dayanan bir felsefe geliştirmiştir. Fakat pragmatizme göre, kendimizi diğer insanlar aracılığıyla tanırız, fikirler diğer fikirler aracılığıyla belirginleşir, kavramlar diğer kavramlar aracılığıyla açıklığa kavuşturulur, ve belirli kanaatler diğer kanaatlerimizle ilişkilidir.
Özellikle, bireyin sosyal bir varlık olduğu ve, daha spesifik olarak, bireyin kimliğinin toplumda dil aracılığıyla nasıl şekillendirildiği üzerinde duran George Herbert Mead’in çalışmaları ilgi çekicidir. (Scheffler, 1974; Thayer, 1968). Ayrıca pragmatizm, olayları ikili ayrımlarla açıklama yaklaşımına karşı çıkmış ve etkileşimci (interactionist) bir anlayışı benimsemiştir. Bu yaklaşıma göre, araç-amaç, bilen-bilinen gibi ayrımlar araştırma sürecini engellemektedir; araçlar amaçları etkilediği gibi, amaçlar da kullanılacak araçları belirler, bilen sadece bilgi tüketicisi değil, aynı zamanda bilginin yorumlayıcısı ve özümseyicisidir.
B) Araştırma Yöntemleri
Araştırmanın ne olduğunu açıkladıktan sonra, pragmatizmdeki bir diğer önemli konuya, araştırma yöntemlerine geçelim. Peirce, kanaatlerin belirlenmesinde tarihsel olarak etkili olan üç yöntemden bahseder ve bunların yerine yeni bir yöntemin, bilimsel yöntemin kullanılmasını önerir.
Yaygın olarak kullanılan yöntemlerden ilki , insanların çevresindeki gelişmelere gözünü kapatması olmuştur. Peirce bunu inat yöntemi (tenacity) olarak adlandırmıştır. Peirce şöyle yazar: “Kararsız bir ruh halinin içgüdüsel iticiliği insanların görüşlerine sımsıkı sarılmalarına neden olur. Birey, eğer tereddüt etmeden kanaatlerimi sürdürebilirsem bu benim için tamamıyla tatminkar bir sonuç doğurur diye düşünür” (Peirce, 1958b:102). Peirce’e göre bu yöntemin, bazen işe yarasa da, sürekli değişen ve diğer insanlarla etkileşimde olunan bir çevrede korunamayacağı açıktır. “Toplumsal devinim buna karşıdır” diye düşünür Peirce, “bu yöntemi kabul eden birey, diğerlerinin kendisinden farklı düşündüğünü anlayacak, makul bir anda diğerlerinin düşüncelerinin kendi düşüncesi kadar iyi olduğunu muhtemelen aklına getirecek ve bu durum kanaatine olan güvenini sarsacaktır” (Peirce, 1958b:103).
Peirce’e göre, yaygın olarak kullanılan ikinci yöntem, otorite yöntemi (authority) olmuştur. Burada bireyin neye inanacağı bir kurum tarafından belirlenir. Aslında bu, otoriter yönetim altındaki ülkelerde görülen yöntemdir ve “inat” metodu ile aynı nedenden dolayı başarısızlığa uğrar. “Hiçbir kurum düşüncenin her konuda kontrol edilmesini başaramaz” diye düşünür Peirce, “[o otorite altında yaşayan bazı insanlar] kendi görüşlerinin diğer uluslarınkinden daha üstün olarak görmenin hiçbir mantığı olmadığını düşünmekten kendilerini alamaz; ve bu akıllarında şüpheye yol açar” (Peirce, 1958b:105).
Geleneksel olarak kullanılan üçüncü yöntem a priori yöntem olmuştur. Otorite yönteminden birçok konuda hiç de farklı olmayan bu yönteme göre, birey genel kabul görmüş ilkelere (established principles) göre hareket eder. “Bütün insanlar iyidir” veya “insan doğası kötüdür” gibi ilkeler insanların nasıl davranacağını ve neye inanacağını belirler. Peirce’e göre Descartes’in felsefede gerçekleştirdiği devrim, aslında otorite yönteminin yerine a priori yöntemini getirmesinden başka bir şey değildir. Peirce şöyle yazar: “Descartes felsefenin yeniden yapılanması işine giriştiğinde, ilk adımı kuramsal olarak şüpheciliği benimsemek ve otoriteyi gerçeğin nihai kaynağı olarak gören okul çocuğu davranışını bir kenara bırakmak olmuştur. Daha sonra, değişmez ilkelerin doğal kaynağını araştırmış ve bunun insan aklında bulunduğunu iddia etmiştir. Öz-bilincimiz bize kendi temel doğrularımızı gösterecek ve neyin mantıklı olduğuna karar verecektir” (Peirce, 1958a:115).
Descartes’in bu rasyonalizmi (mantıksalcılığı), deneyimin de önemli bir, ve hatta birincil, bilgi edinme kaynağı olduğu gerekçesiyle Peirce ve diğer pragmatistler tarafından reddedilir. Ne kadar mantığa uygun görünse de, gerçekler tarafından desteklenmeyen kanaatler pragmatistler tarafından doğru olarak kabul edilmez.
Böylece, bireylerin kanaatlerini zamanın denemesine tabi tuttuklarında ve kanaatlerinin doğruluğunu gerçeklerle karşılaştırarak kontrol ettiklerinde, a priori yöntem otorite yönteminden daha iyi bir sonuç veremez. Peirce şöyle der: “[Bireyler] herhangi bir kanaatlerinin gerçeklerle ilgisi olmayan bir olay (ya da durum) tarafından şekillendirildiğini anladığında, kanaatlerinin şüpheli olduğunu o andan itibaren sadece lafta kabul etmekle kalmaz, aynı zamanda o kanaat hakkında ciddi bir şüpheye düşerler, böylece o kanaat kanaat olma vasfını en azından belirli bir oranda yitirir” (Peirce, 1958b:107).
Bu nedenle Peirce’e göre, düşüncelerimiz arasında hüküm vermede ve kanaatlerimizin oluşturulmasında uygulanacak, yukarıda anlatılan üç başarısız geleneksel yöntemden farklı, yeni bir yöntem gereklidir. Bu yöntem, bilimsel yöntemdir (the method of science). Yalnızca bu yöntemde “kanaatlerimizin beşeri herhangi bir şey tarafından değil, ve fakat düşüncemizin üzerinde hiçbir etkisi olmayan dışsal bir süreklilik tarafından oluşturulduğunu” bulabiliriz (Peirce, 1958b: 107).
Bu, Peirce’in öne sürdüğü gibi ve bir sonraki kısımda “gerçek” kavramını tartıştığımızda önemi görüleceği üzere, pragmatizmin bir tür felsefi gerçekçilik (philosophical realism) olduğunu ima eder. Yani, yaşamda gerçek şeyler vardır, bunların gerçek olduğunu bilebilir ve kanaatlerimizin doğru olup olmadığını bu gerçeklerle karşılaştırarak anlayabiliriz.
Bilimsel yöntem Peirce’e göre üç safhayı içerir. Birinci safhada, herhangi bir sorun bireyi bu sorunu aşmak için, diğer bir deyişle düşünceleri arasında karar vermek ve kanaatini belirlemek için, elindeki verinin ne anlama geldiğini anlamaya iter. Bu, hipotez oluşturma (abduction) safhasıdır. Daha sonra birey, bu hipotezden bazı sonuçlar çıkarsar. Bu safhaya tümdengelim (deduction) denir. Son safhada ise birey, bu sonuçlara göre hareket ederek, veya deney uygulayarak, çıkarsadığı sonuçların gerçekleşip gerçekleşmediğini belirler. Bu safhaya da tümevarım (induction) adı verilir. Bu bilimsel yöntem, pragmatistlere ve özellikle James gibi “inanmak eyleme geçmektir” şeklinde düşünenlere hiç de yabancı gelmeyecektir.
Yalnızca kanaatlerimize göre hareket ederek, eyleme geçerek, bu kanaatlerin gerçek yaşamda geçerli olup olmadığını ve zamanın deneyimine karşı durup duramadığını anlayabiliriz.
C) Kanaatin İşlevi
Pragmatizmin bir araştırma kuramı olması üzerindeki tartışmamızı bitirmeden önce, kanaatin işlevine ve bunun konumuz açısından önemine kısaca değinelim.
Pragmatistlere göre, kanaatlerin işlevi kişinin yaşamında alışkanlıklar veya davranış kuralları yaratmasıdır. Peirce şöyle düşünür: “Kanaatlerimiz isteklerimize yön verir ve davranışlarımızı şekillendirir. İnanma duygusu, doğamızda davranışlarımızı belirleyecek bir alışkanlığın olduğunun aşağı yukarı kesin bir göstergesidir” (Peirce, 1958b: 98-99). Böylece, çeşitli alışkanlıklar ne tür davranışlara yol açtığına bakılarak birbirinden ayırt edilebilir (Peirce, 1958a: 121).
Bu düşüncenin iki önemli sonucu vardır. İlk olarak, pragmatistlere göre, kanaat ve düşünceler gözlemlenebilir olgulardır; bireylerin nasıl davrandığına bakarak ne tür kanaatleri olduğunu anlayabiliriz. İkinci olarak, bu alışkanlık anlayışı, pragmatistlerin dünyanın toplumsal bir yapılanması olduğu (socially constructed) düşüncesine sahip olduğunu göstermektedir. Moore’un öne sürdüğü gibi, pragmatistler inanmaktadır ki “çevre ile ilişkiye girmede alışkanlık haline getirilmiş bütün yolların toplamı kişiliği, bireyi oluşturur” (Moore, 1961:199).