Siyaset felsefesi baglamında devlet, hükümet ve bürokrasi - 1
|
Prof.dr Veli Urhan
Devlet, sınırları belirlenmiş bir toprak parçası üzerinde yaşayan insanlardan oluşan bir toplumu düzen içerisinde yönetmek amacıyla, kurallar ve yasalar koyma erkine sahip kurumlar aracılığıyla otorite kullanan siyasal bir örgüttür . Bu tanıma bakıldığında, devlet denilen kurumsal yapının var olabilmesi için ülke, insan topluluğu ve iktidar olmak üzere üç temel unsurun bir araya gelmesi gerekiyor . Ünlü Alman sosyolog Max Weber de devleti “belli bir arazi içinde, fiziksel şiddetin meşru kullanımını tekelinde (başarıyla) bulunduran insan topluluğu” şeklinde tanımlamaktadır. Aslında, ortada duran somut bir gerçeklik değil de, düşünce ürünü kavramsal bir varlık olan devlet, ister bir sembol, ister hukuksal bir yapı, isterse bir mit olarak kabul edilsin, bu kavramsal varlığın temelinde, yukarıda işaret edildiği gibi, ülke, toplum ve iktidar olarak üç somut gerçeklik bulunmaktadır. Bu bakımdan siyasetin, genellikle, devlet ve onun kurumsal örgütlenmesinin analizi, toplum üzerindeki etkisinin değerlendirilmesi vb. ile ilgili bir çalışma olarak anlaşılması pek de şaşırtıcı değildir.
Siyaset ve devlet insanın olduğu yerde vardır; dolayısıyla, siyasetin ve devletin kavramsal yapılarının iyi anlaşılabilmesi için, insanın hem tinsel, hem toplumsal, hem de düşünsel bakımdan iyi analiz edilmesi ve iyi anlaşılması gerekir. Karl Jaspers’e göre, ne Hobbes’un dediği gibi, “devlet olmadıkça, herkes herkese karşı daima savaş halinde” dir, ne de anarşistlerin öne sürdükleri gibi, insan “tamamen iyi” bir varlıktır. Kendisinde hem sevgi hemde nefretin bulunduğu bir doğa ve toplum varlığı olan insan, her zaman şu ya da bu ölçüde söz konusu karşıt duyguların çatışması içerisinde bulunmakla birlikte; aynı zamanda, bu karşıt duyguların her birisinden daha fazlasını yapabilecek yeterlilikte olan bir varlıktır. İnsanın, kendisinin dışındaki bütün varlıklardan daha güçlü olması, onun aynı zamanda iyi olduğu anlamına gelmeyeceği gibi, kötü olduğu anlamına da gelebileceğinden; tarihsel süreç içerisinde, kendisinin üstünde bulunan egemen bir güç tarafından, insanın özgürlük alanının sürekli olarak denetlenmesi ve sınırlandırılması gerektiğinin farkına varılmıştır. Belirli bir coğrafya üzerinde, yalnız başına değil de bir toplumun üyesi olarak yaşamak zorunda bulunan her bir insanı, toplumun öteki üyeleri ile değişik bağlamlarda bir sürü ilişki içerisine sokan ve bu ilişkileri düzenleyen, biri din öteki devlet olmak üzere, iki otoritenin bulunduğu, yine tarihin bize gösterdiği gerçekliklerden biridir
Jaspers’e göre, devlet “meşru güç kullanma tekeline sahip, yasa ve kurallara göre barışçı bir tarzda icraat yapan, toplumun düzenini sağlayan” bir otoritedir. İbn Haldun’un da, benzer bir biçimde, “hükümdarların uyruklarına karşı şiddetli muamelelerde bulunmaları, çoğunlukla devletin nizam ve düzenini bozar; devletin faydası kendilerini koruması ve uyruğun her sınıfına şefkatle muamele etmesiyledir” demek suretiyle, Jaspers’e yakın bir devlet anlayışını paylaştığı söylenebilir. “Devlet fikri insanın cevherinde vardır” diyen Jaspers’e göre, devlet iradesi insanın kendi kaderinin iradesi olduğundan, devlet fikri insana adeta doğuştan verilmiştir; öyle ki, klasik şekliyle, “devlet Tanrı tarafından yetki verilen bir iradenin otoritesi olarak geçerli olup, böylece insanlar boyun eğip ve buna kader olarak katlandıkları” zaman nasıl ise, modern şekliyle “kitle düzeninin bir garantisi” olarak kabul edildiği zaman da öyledir. İktidarını yönettiği insanların yararına kullandığı sürece, saygınlığını kaybetmeyecek olan devletin temel işlevi, yönetenler (hükümet) aracılığıyla yönetilenlere güven verecek ve buna bağlı olarak da kendisine karşı saygı uyandıracak hizmetlerde bulunmasıdır .
İnsanlık tarihi içerisinde, devletin “ne zaman, niçin ve nasıl?” doğduğuna ilişkin soru da siyaset felsefesinde ele alınması gereken önemli sorular arasında yer alır. Bu konuda, dinsel ve mitolojik nitelikli teoriler bir yana bırakılacak olursa, geride kalan teoriler iki kategorik çerçeve içerisinde ele alınabilir :
a) Tamamıyla bir varsayıma dayanan ve devletin gerçekte nasıl meydana geldiğinden ziyade niçin olması gerektiği üzerinde duran teoriler;
b) Siyasal toplulukların gelişmesinin ve devlete dönüşmesinin tarihsel ve sosyolojik süreç içerisinde nasıl gerçekleştiğini inceleyen teoriler.
Bu iki bakış açısına bağlı olarak da, genelde, siyaset felsefesinin klasik ve modern olmak üzere iki döneme ayrıldığı bilinir. Bu dönemlerin her birisi kendilerini temsil eden siyaset filozoflarıyla birlikte, ikinci ve üçüncü bölümlerde, ayrıntılı olarak ele alınıp incelenecektir.
Yukarıda sözü edilen teorilerle ilgili iki kategorik çerçeve de dikkate alınarak, genel anlamda, bir kurumlar bütünü olduğu söylenebilecek olan devlete ilişkin üç farklı bakış açısından söz edilebilir:
1) İdealist bakış açısı: İdealist devlet anlayışının Antik çağ siyaset filozofu Platon’dan sonra, modern çağdaki en önemli temsilcisi olan Hegel toplumsal var oluşun üç temel evresini aile, sivil toplum ve devlet olarak tespit eder. Devleti, temelinde “evrensel diğergamlık”ın bulunduğu, etik bir topluluk olarak kabul eden Hegel’e göre, ailede insanlar çocukların ve yaşlı akrabaların
iyiliği için kendi çıkarlarını bir yana bırakırken; sivil toplumda bireysel çıkarlar her zaman toplumun genel çıkarlarının önünde tutulmuştur.
2) Fonksiyonalist bakış açısı: Fonksiyonalist devlet anlayışında, devlet kurumlarının rolü ve amacı her zaman ön planda tutulur. Buna göre, devletin temel işlevi toplumsal düzenin devam edebilmesi için, düzeni destekleyen ve toplumsal istikrarı sağlayan kurumların sağlam bir biçimde ayakta durmasını sağlamaktır. Genelde, bu bakış açısının Marksistler tarafından benimsendiği söylenebilir.
Devlet, sınırları belirlenmiş bir toprak parçası üzerinde yaşayan insanlardan oluşan bir toplumu düzen içerisinde yönetmek amacıyla, kurallar ve yasalar koyma erkine sahip kurumlar aracılığıyla otorite kullanan siyasal bir örgüttür . Bu tanıma bakıldığında, devlet denilen kurumsal yapının var olabilmesi için ülke, insan topluluğu ve iktidar olmak üzere üç temel unsurun bir araya gelmesi gerekiyor . Ünlü Alman sosyolog Max Weber de devleti “belli bir arazi içinde, fiziksel şiddetin meşru kullanımını tekelinde (başarıyla) bulunduran insan topluluğu” şeklinde tanımlamaktadır. Aslında, ortada duran somut bir gerçeklik değil de, düşünce ürünü kavramsal bir varlık olan devlet, ister bir sembol, ister hukuksal bir yapı, isterse bir mit olarak kabul edilsin, bu kavramsal varlığın temelinde, yukarıda işaret edildiği gibi, ülke, toplum ve iktidar olarak üç somut gerçeklik bulunmaktadır. Bu bakımdan siyasetin, genellikle, devlet ve onun kurumsal örgütlenmesinin analizi, toplum üzerindeki etkisinin değerlendirilmesi vb. ile ilgili bir çalışma olarak anlaşılması pek de şaşırtıcı değildir.
Siyaset ve devlet insanın olduğu yerde vardır; dolayısıyla, siyasetin ve devletin kavramsal yapılarının iyi anlaşılabilmesi için, insanın hem tinsel, hem toplumsal, hem de düşünsel bakımdan iyi analiz edilmesi ve iyi anlaşılması gerekir. Karl Jaspers’e göre, ne Hobbes’un dediği gibi, “devlet olmadıkça, herkes herkese karşı daima savaş halinde” dir, ne de anarşistlerin öne sürdükleri gibi, insan “tamamen iyi” bir varlıktır. Kendisinde hem sevgi hemde nefretin bulunduğu bir doğa ve toplum varlığı olan insan, her zaman şu ya da bu ölçüde söz konusu karşıt duyguların çatışması içerisinde bulunmakla birlikte; aynı zamanda, bu karşıt duyguların her birisinden daha fazlasını yapabilecek yeterlilikte olan bir varlıktır. İnsanın, kendisinin dışındaki bütün varlıklardan daha güçlü olması, onun aynı zamanda iyi olduğu anlamına gelmeyeceği gibi, kötü olduğu anlamına da gelebileceğinden; tarihsel süreç içerisinde, kendisinin üstünde bulunan egemen bir güç tarafından, insanın özgürlük alanının sürekli olarak denetlenmesi ve sınırlandırılması gerektiğinin farkına varılmıştır. Belirli bir coğrafya üzerinde, yalnız başına değil de bir toplumun üyesi olarak yaşamak zorunda bulunan her bir insanı, toplumun öteki üyeleri ile değişik bağlamlarda bir sürü ilişki içerisine sokan ve bu ilişkileri düzenleyen, biri din öteki devlet olmak üzere, iki otoritenin bulunduğu, yine tarihin bize gösterdiği gerçekliklerden biridir
Jaspers’e göre, devlet “meşru güç kullanma tekeline sahip, yasa ve kurallara göre barışçı bir tarzda icraat yapan, toplumun düzenini sağlayan” bir otoritedir. İbn Haldun’un da, benzer bir biçimde, “hükümdarların uyruklarına karşı şiddetli muamelelerde bulunmaları, çoğunlukla devletin nizam ve düzenini bozar; devletin faydası kendilerini koruması ve uyruğun her sınıfına şefkatle muamele etmesiyledir” demek suretiyle, Jaspers’e yakın bir devlet anlayışını paylaştığı söylenebilir. “Devlet fikri insanın cevherinde vardır” diyen Jaspers’e göre, devlet iradesi insanın kendi kaderinin iradesi olduğundan, devlet fikri insana adeta doğuştan verilmiştir; öyle ki, klasik şekliyle, “devlet Tanrı tarafından yetki verilen bir iradenin otoritesi olarak geçerli olup, böylece insanlar boyun eğip ve buna kader olarak katlandıkları” zaman nasıl ise, modern şekliyle “kitle düzeninin bir garantisi” olarak kabul edildiği zaman da öyledir. İktidarını yönettiği insanların yararına kullandığı sürece, saygınlığını kaybetmeyecek olan devletin temel işlevi, yönetenler (hükümet) aracılığıyla yönetilenlere güven verecek ve buna bağlı olarak da kendisine karşı saygı uyandıracak hizmetlerde bulunmasıdır .
İnsanlık tarihi içerisinde, devletin “ne zaman, niçin ve nasıl?” doğduğuna ilişkin soru da siyaset felsefesinde ele alınması gereken önemli sorular arasında yer alır. Bu konuda, dinsel ve mitolojik nitelikli teoriler bir yana bırakılacak olursa, geride kalan teoriler iki kategorik çerçeve içerisinde ele alınabilir :
a) Tamamıyla bir varsayıma dayanan ve devletin gerçekte nasıl meydana geldiğinden ziyade niçin olması gerektiği üzerinde duran teoriler;
b) Siyasal toplulukların gelişmesinin ve devlete dönüşmesinin tarihsel ve sosyolojik süreç içerisinde nasıl gerçekleştiğini inceleyen teoriler.
Bu iki bakış açısına bağlı olarak da, genelde, siyaset felsefesinin klasik ve modern olmak üzere iki döneme ayrıldığı bilinir. Bu dönemlerin her birisi kendilerini temsil eden siyaset filozoflarıyla birlikte, ikinci ve üçüncü bölümlerde, ayrıntılı olarak ele alınıp incelenecektir.
Yukarıda sözü edilen teorilerle ilgili iki kategorik çerçeve de dikkate alınarak, genel anlamda, bir kurumlar bütünü olduğu söylenebilecek olan devlete ilişkin üç farklı bakış açısından söz edilebilir:
1) İdealist bakış açısı: İdealist devlet anlayışının Antik çağ siyaset filozofu Platon’dan sonra, modern çağdaki en önemli temsilcisi olan Hegel toplumsal var oluşun üç temel evresini aile, sivil toplum ve devlet olarak tespit eder. Devleti, temelinde “evrensel diğergamlık”ın bulunduğu, etik bir topluluk olarak kabul eden Hegel’e göre, ailede insanlar çocukların ve yaşlı akrabaların
iyiliği için kendi çıkarlarını bir yana bırakırken; sivil toplumda bireysel çıkarlar her zaman toplumun genel çıkarlarının önünde tutulmuştur.
2) Fonksiyonalist bakış açısı: Fonksiyonalist devlet anlayışında, devlet kurumlarının rolü ve amacı her zaman ön planda tutulur. Buna göre, devletin temel işlevi toplumsal düzenin devam edebilmesi için, düzeni destekleyen ve toplumsal istikrarı sağlayan kurumların sağlam bir biçimde ayakta durmasını sağlamaktır. Genelde, bu bakış açısının Marksistler tarafından benimsendiği söylenebilir.