Siyaset felsefesi baglamında devlet, hükümet ve bürokrasi - 3
|
Toplumu oluşturan insanlar arasında, hem bedensel hem de düşünsel bakımdan, bir güç farkının ortaya çıkmasına bağlı olarak, kendiliğinden bir yöneten ve yönetilen ayrımının ortaya çıkması siyasetin, dolayısıyla da devletin temelini teşkil eder. Devlet tarafından konulmuş olan kuralların ve yasaların belirlediği düzene uygun ya da uygunsuz biçimde yaşamanın ortaya çıkardığı olayları siyasal olaylar olarak tanımlamak mümkündür. Devletin, siyasal bir örgütlenme şeklinde, ortaya çıkmasını sağlayan en temel özellikler olarak şunlar öne sürülebilir: Egemenlik, kamusallık, meşruiyet, coğrafya, hükmetme. Egemen bir güç olan devlet, toplumsal yapının bünyesinde yer alan ve kendisini oluşturan tüm alt grupların üzerinde mutlak ve sınırlanmamış bir iktidarı temsil ederken; aynı zamanda, bireylerin özel alanlarından bağımsız kalarak, toplumu oluşturan tüm bireyleri ilgilendiren kolektif kararları hayata geçirir. Egemenliğini yalnızca kamusal alanda kullanmakla yükümlü bulunan devlet, bu yükümlülüğünü yerine getirirken, toplumun ortak çıkarını ve ortak iyisini gözetmek anlamında mutlak bir meşruiyet içerisinde bulunmak zorundadır. Devletin söz konusu egemenliği, kamusallığı ve meşruiyeti sınırları belirlenmiş bir coğrafya üzerinde yaşayan herkesi kapsar; dolayısıyla, bu coğrafya üzerinde, koyduğu kurallara ve yasalara itaat edilmesini istemek ve yasaların ihlal edilmesi halinde cezai müeyyide uygulamak anlamında, devlet hükmetme gücünün de sahibidir. Belirli bir coğrafya üzerinde insanlar bir arada birlikte yaşamak durumuyla karşı karşıya kaldıklarında, kaçınılmaz olarak iki soru kendiliğinden gündeme gelir:
1) Toplu halde yaşayan insanların birbirleri karşısındaki haklarının belirlenmesini öngören “kimin neye hakkı olacak?”
2) Siyasal erki kullanma yetkisini elinde bulundurmak anlamında “herkes adına kim konuşacak?”
Bu iki sorudan özellikle ikincisi doğrudan doğruya kurumsal bir otorite olan devletle ilgilidir. “Herkes adına kim konuşacak?” ya da “kim yönetecek?” sorusu siyaset felsefesinin en temel sorularından biridir. Bu bakımdan, ikinci sorunun cevaplanması, öncelikle toplumsal hayatın bir düzen içerisinde devam edebilmesi için gerekli olan siyasal erki kullanma yetkisini elinde bulunduran ve devlet denilen toplumsal ve siyasal bir örgütün kurumsallaşmasına bağlıdır. Söz konusu siyasal örgütün en üst kademesinde, ilk planda akla geldiği şekliyle, yönetici olarak monarşilerde tek kişi, aristokrasilerde küçük bir azınlık, demokrasilerde ise halkın bizzat kendisi bulunabilir. Klasik siyaset filozoflarının “kim yönetecek?” sorusuna verdikleri, epeyce ideal düzeyde olduğu söylenebilecek olan, yanıtlara bakıldığında her üç yönetim biçiminin ortak paydası olarak düşünülebilecek bir noktada buluştukları öne sürülebilir. Bu ortak paydanın “erdemli olmak” olduğunda kuşku yoktur. “Devlet ve aileler üstünde buyruk sahibi olanların, dosdoğru yüreklerine bakmaktan başka çıkar yolları yoktur ; eğer bu yoldan saparlarsa utanç getirirler tüm ülkeye ” diyen Konfüçyüs, temelde “her şeyin yerli yerinde bulunması” anlamında, bir hukuk kavramı değil de bir etik erdem olan “adaleti devletin hazinesi” olarak görür.
Devleti kimin yöneteceği konusunda, Antikçağ Grek felsefesinin ilk önemli ismi sayılabilecek olan Platon’un Devlet, Devlet Adamı ve Yasalar adlı eserlerine bakıldığında, yönetici birincisinde filozof, ikincisinde krallık yönetimi bilimine vakıf olan kişi iken, üçüncüsünde yöneticilerin de üstünde ve filozof tarafından yapılmış olan yasaları egemen kıldığı görülür. Burada çok açıkça görülüyor ki, Platon’un devlet anlayışı mutlak monarşiden hukuk devletine doğru bir gidiş içerisindedir. Aristoteles de, Politika’da “egemen yetke yalnız yasanın kendisine ayrılmalıdır” demekle birlikte, bu yasaların da insanlar tarafından yapılacağı ve uygulanacağı için, bu insanların erdemli ya da liyakat sahibi olmalarının altını çizer. Monarşi ve aristokrasilerde yönetici ya da yöneticilerin erdemli olması, Platon’un istediği düzeyde olmamakla birlikte, epeyce olanaklı göründüğü söylenebilir, ama demokrasi için bunun neredeyse olanaksız denecek ölçüde zor olduğu ortadadır. Çünkü bir devletin yurttaşları konumunda bulunan tüm insanların, bütün davranışlarını aklın ölçüleri içerisinde gerçekleştirmek anlamında, erdemli olacakları hiçbir zaman söylenemez. Bu bakımdan, hem klasik hem de modern dönem siyaset filozoflarının pek çoğu, demokrasinin ancak küçük devletlerde iyi denilebilecek uygulamasının mümkün olduğu kanısındadır. Ancak, çağdaş dünyanın büyük devletlerinin pek çoğunda görüldüğü gibi, temsili demokrasilerde, halkın kendisini yönetmek üzere kendi özgür iradesiyle seçtiği kişilerin, toplumsal düzenin kurulması ve istikrarlı biçimde devam ettirilmesi, devletin gerçek anlamda bir hukuk devleti olabilmesi için, yüksek düzeyde erdemli kişiler olması son derece önemli görünüyor. Farabi’nin eserlerinde, bu konuda önemli ipuçlarının bulunduğunun söylenmesinde yarar vardır. Farabi’yle ilgili bölüme geçildiğinde bu ipuçlarına işaret edilecektir.
İnsanlar, bu dünya içerisindeki yaşamlarında, kaçınılmaz olarak düzenli işleyen bir toplumsal ilişkiler ağının içerisinde yaşamak zorundalar ise, bu düzenin kurulması ve istikrarlı biçimde devam ettirilebilmesi için devletin varlığı kaçınılmaz görünüyor. Burada siyaset felsefesinin en temel soruları olarak şunların sorulması gerekiyor: Devlet gerçekten gerekli olan bir üst otorite midir? Gerekli ise eğer devletin en ideal formu ne olmalıdır? Eğer gereksiz ise devletin işlevlerini üstlenebilecek bir başka kurumdan söz edilebilir mi? Siyaset felsefesiyle ilgili tartışmalar söz konusu olduğunda, devlet probleminin son derece önemli bir konumda bulunduğu çok açık olmakla birlikte, “nasıl bir devlet?” sorusunun yanıtı olmak üzere, devletin nasıl bir forma sahip olması gerektiğine ilişkin tartışmalardan önce, “niçin devlet?” sorusunun yanıtlanabilmesi için, devletin gerekli olup olmadığının tartışılması gerekiyor. Siyaset felsefesi tarihine bakıldığında, devletin gerekli olup olmadığı konusunda üç farklı yaklaşımın ortaya çıktığı görülür. İlkin, ideal bir yaşam biçimi için mutlak egemen güç olarak devlet gereklidir diyen idealizm ya da faşizm; ikinci olarak, devletin devletsiz olan duruma tercih edilmesi anlamında, sınırlı ve minimal bir devlet anlayışını savunan liberalizm; üçüncü olarak da, tam anlamıyla devletsiz bir toplumsal yapının savunucusu olan anarşizmden söz edilebilir.
Devletin nasıl bir forma sahip olması gerektiğine ilişkin ikinci soru gündeme getirildiğinde, birincisi “devlet amaç, birey araçtır”, ikincisi “birey amaç, devlet araçtır” şeklinde olmak üzere, ortaya iki yanıt çıkmaktadır ki; bunlardan birincisi faşizm denilen otoriter ve totaliter bir yönetim biçimi olarak adlandırılırken, ikincisi devletin karşısında bireyin savunulduğu ve olabildiğince özgür bırakıldığı, liberalizmi esas alan, demokratik ve özgürlükçü bir yönetim biçimi olarak adlandırılır. Temel referans noktası olarak, tüm insanlar için vazgeçilmez olan yaşama, özgürlük ve mülkiyet haklarının savunulduğu “doğal haklar öğretisi”ni alan ikincisine göre, insanın söz konusu doğal haklarının korunmasını esas kabul etmeyen bir devlet hukuk devleti olamaz.
1) Toplu halde yaşayan insanların birbirleri karşısındaki haklarının belirlenmesini öngören “kimin neye hakkı olacak?”
2) Siyasal erki kullanma yetkisini elinde bulundurmak anlamında “herkes adına kim konuşacak?”
Bu iki sorudan özellikle ikincisi doğrudan doğruya kurumsal bir otorite olan devletle ilgilidir. “Herkes adına kim konuşacak?” ya da “kim yönetecek?” sorusu siyaset felsefesinin en temel sorularından biridir. Bu bakımdan, ikinci sorunun cevaplanması, öncelikle toplumsal hayatın bir düzen içerisinde devam edebilmesi için gerekli olan siyasal erki kullanma yetkisini elinde bulunduran ve devlet denilen toplumsal ve siyasal bir örgütün kurumsallaşmasına bağlıdır. Söz konusu siyasal örgütün en üst kademesinde, ilk planda akla geldiği şekliyle, yönetici olarak monarşilerde tek kişi, aristokrasilerde küçük bir azınlık, demokrasilerde ise halkın bizzat kendisi bulunabilir. Klasik siyaset filozoflarının “kim yönetecek?” sorusuna verdikleri, epeyce ideal düzeyde olduğu söylenebilecek olan, yanıtlara bakıldığında her üç yönetim biçiminin ortak paydası olarak düşünülebilecek bir noktada buluştukları öne sürülebilir. Bu ortak paydanın “erdemli olmak” olduğunda kuşku yoktur. “Devlet ve aileler üstünde buyruk sahibi olanların, dosdoğru yüreklerine bakmaktan başka çıkar yolları yoktur ; eğer bu yoldan saparlarsa utanç getirirler tüm ülkeye ” diyen Konfüçyüs, temelde “her şeyin yerli yerinde bulunması” anlamında, bir hukuk kavramı değil de bir etik erdem olan “adaleti devletin hazinesi” olarak görür.
Devleti kimin yöneteceği konusunda, Antikçağ Grek felsefesinin ilk önemli ismi sayılabilecek olan Platon’un Devlet, Devlet Adamı ve Yasalar adlı eserlerine bakıldığında, yönetici birincisinde filozof, ikincisinde krallık yönetimi bilimine vakıf olan kişi iken, üçüncüsünde yöneticilerin de üstünde ve filozof tarafından yapılmış olan yasaları egemen kıldığı görülür. Burada çok açıkça görülüyor ki, Platon’un devlet anlayışı mutlak monarşiden hukuk devletine doğru bir gidiş içerisindedir. Aristoteles de, Politika’da “egemen yetke yalnız yasanın kendisine ayrılmalıdır” demekle birlikte, bu yasaların da insanlar tarafından yapılacağı ve uygulanacağı için, bu insanların erdemli ya da liyakat sahibi olmalarının altını çizer. Monarşi ve aristokrasilerde yönetici ya da yöneticilerin erdemli olması, Platon’un istediği düzeyde olmamakla birlikte, epeyce olanaklı göründüğü söylenebilir, ama demokrasi için bunun neredeyse olanaksız denecek ölçüde zor olduğu ortadadır. Çünkü bir devletin yurttaşları konumunda bulunan tüm insanların, bütün davranışlarını aklın ölçüleri içerisinde gerçekleştirmek anlamında, erdemli olacakları hiçbir zaman söylenemez. Bu bakımdan, hem klasik hem de modern dönem siyaset filozoflarının pek çoğu, demokrasinin ancak küçük devletlerde iyi denilebilecek uygulamasının mümkün olduğu kanısındadır. Ancak, çağdaş dünyanın büyük devletlerinin pek çoğunda görüldüğü gibi, temsili demokrasilerde, halkın kendisini yönetmek üzere kendi özgür iradesiyle seçtiği kişilerin, toplumsal düzenin kurulması ve istikrarlı biçimde devam ettirilmesi, devletin gerçek anlamda bir hukuk devleti olabilmesi için, yüksek düzeyde erdemli kişiler olması son derece önemli görünüyor. Farabi’nin eserlerinde, bu konuda önemli ipuçlarının bulunduğunun söylenmesinde yarar vardır. Farabi’yle ilgili bölüme geçildiğinde bu ipuçlarına işaret edilecektir.
İnsanlar, bu dünya içerisindeki yaşamlarında, kaçınılmaz olarak düzenli işleyen bir toplumsal ilişkiler ağının içerisinde yaşamak zorundalar ise, bu düzenin kurulması ve istikrarlı biçimde devam ettirilebilmesi için devletin varlığı kaçınılmaz görünüyor. Burada siyaset felsefesinin en temel soruları olarak şunların sorulması gerekiyor: Devlet gerçekten gerekli olan bir üst otorite midir? Gerekli ise eğer devletin en ideal formu ne olmalıdır? Eğer gereksiz ise devletin işlevlerini üstlenebilecek bir başka kurumdan söz edilebilir mi? Siyaset felsefesiyle ilgili tartışmalar söz konusu olduğunda, devlet probleminin son derece önemli bir konumda bulunduğu çok açık olmakla birlikte, “nasıl bir devlet?” sorusunun yanıtı olmak üzere, devletin nasıl bir forma sahip olması gerektiğine ilişkin tartışmalardan önce, “niçin devlet?” sorusunun yanıtlanabilmesi için, devletin gerekli olup olmadığının tartışılması gerekiyor. Siyaset felsefesi tarihine bakıldığında, devletin gerekli olup olmadığı konusunda üç farklı yaklaşımın ortaya çıktığı görülür. İlkin, ideal bir yaşam biçimi için mutlak egemen güç olarak devlet gereklidir diyen idealizm ya da faşizm; ikinci olarak, devletin devletsiz olan duruma tercih edilmesi anlamında, sınırlı ve minimal bir devlet anlayışını savunan liberalizm; üçüncü olarak da, tam anlamıyla devletsiz bir toplumsal yapının savunucusu olan anarşizmden söz edilebilir.
Devletin nasıl bir forma sahip olması gerektiğine ilişkin ikinci soru gündeme getirildiğinde, birincisi “devlet amaç, birey araçtır”, ikincisi “birey amaç, devlet araçtır” şeklinde olmak üzere, ortaya iki yanıt çıkmaktadır ki; bunlardan birincisi faşizm denilen otoriter ve totaliter bir yönetim biçimi olarak adlandırılırken, ikincisi devletin karşısında bireyin savunulduğu ve olabildiğince özgür bırakıldığı, liberalizmi esas alan, demokratik ve özgürlükçü bir yönetim biçimi olarak adlandırılır. Temel referans noktası olarak, tüm insanlar için vazgeçilmez olan yaşama, özgürlük ve mülkiyet haklarının savunulduğu “doğal haklar öğretisi”ni alan ikincisine göre, insanın söz konusu doğal haklarının korunmasını esas kabul etmeyen bir devlet hukuk devleti olamaz.