Bilgi nedir ve nasıl oluşur?
|
Bilim, yalnızca bir bilgi edinme etkinliği değildir. Onun bir eylem yönünün olduğu da unutulmamalıdır. “Bilimsel araştırma”, “bilimsel davranış” gibi deyişler, bilimin bu yönünü göstermektedir. Bunlar ileriye bırakılıp, yanıta,“Bilgi nedir?” sorusuna yanıt aranan, “bilgibilim” (epistemoloji) noktasından başlanabilir.
İnsan da doğanın bir parçasıdır. Öteki canlılar gibi nesneler dünyasında yaşar. Ancak, onlardan ayrı olarak, cansız doğa, canlı varlıklar ve kendisi hakkında bilgiler edinir. Bilgi edinmekle kalmaz, bilgilerine göre davranır. Bu bakımdan insanın, “nesneler dünyası” yanı sıra bir “simgeler dünyası” içinde yaşadığı söylenebilir.
Hayvan belli bir anda bir şeyi yapar. Otlanır, avlanır veya çiftleşir. İnsan, hayvanlardan farklı olarak, genellikle iki işi birden yapar. Yaptığı hemen her şeyi simgeleriyle kafasında da yapar ve belleğine atar. Bu gerçeğe dayanılarak, şimdilik, bilginin nesneler dünyasının insanın kafasındaki (beynindeki, zihnindeki) simgesel yansıması olduğu söylenebilir.
Ancak, düşünceler nesneler evreninin bir simgesel yansıması olarak başlasa da, düşünme eylemi onunla bitmez. İnsan nesneler kadar nesnelerin simgeleri üzerinde de düşünür. Bununla kalmaz, nesneler evreninde karşılığı bulunmayan simgeler yaratıp onlar hakkında da bilgi biriktirebilir. Daha önemlisi, simgeler, simgelerden kurulu düşünceler, her zaman kafatasının sınırları içinde kalmaz. İnsanın eylemini, davranışını, dolayısıyla dönüp, nesneler evrenini etkileyebilir.
Bu noktada, bilginin ne olduğunu daha eksiksiz kavrama yolunda bir adım daha atma olanağı buluyoruz. İnsanın doğayı ve doğanın bir parçası olarak kendisini, toplumunu öğrenip etkilemesi “emek etkinliği” yoluyla gerçekleşir. Gene hayvanlarla bir karşılaştırma yapılabilir. Hayvanlar gereksinimlerini karşılama, yaşamda kalabilme yolunda “çabalama” denebilecek davranışlar gösterirler. İnsan bunun yanı sıra “emek” döker. Emek etkinliği ise, bedensel çalışma ile birlikte kafayı çalıştırmanın ve bunların ürünleri olarak “maddesel araçlar” ile “simgesel araçlar” olmak üzere dördünün birlikte kullanılmasıyla gerçekleştirilir.
Kimi bilginlerin, insan için, “araç yapan canlı” anlamına gelen, Latince bilim kavramıyla Homo faber deyişini kullanmaları, boşuna değildir. Kavramı ilk olarak (paratonerin de bulucusu olan Amerikalı bilgin ve politikacı) Benjamin Franklin (1706-1790) kullanmıştı. Marx (1818-1883) Kapital adlı başyapıtında, emek etkinliğinin önemini vurgularken bir dipnotunda (1), insanların arı, karınca gibi hayvanlardan ayrı olarak, araçlarını değiştirip geliştirdiklerini yazmıştı. İngiliz bilimcisi Kenneth P. Oakley yapıtına “Araç Yapan İnsan” (2) adını vermişti. Burada söz konusu ettiğimiz yalnızca “maddesel araçlar” değil, aynı zamanda “simgesel araçlar”dır. Simgesel araçların önemine Alman bilgin Ernst Cassirer (1874-1945) dikkat çekmiştir. Öteki hayvanların da bazı nesneleri araç olarak kullanabilip, tek tük araçlar yapabilirken, bir araç türünün yalnızca insanlarca yaratılıp kullanıldığını yazmıştır: simgesel araçlar. Bu olgudan giderek insanı Homo symbolicum (3) olarak tanımlamıştır.
Yukarıdaki bilgilerin ışığında, genel olarak bilginin insanın “simgesel araçlar” takımını oluşturduğu söylenebilir. Onu daha iyi kavramak için, nasıl edinildiğine, nasıl kullanıldığına bakmak gerek. Ondan sonra “bilimsel bilgi” türünün incelenmesine geçilebilir.
Bilgi edinmenin önkoşulu “bilen özne” ile “bilinen nesne” ayrımının varlığıdır. Bunun anlamı, canlılığın evriminde simge işleyebilecek niceliğe (iriliğe) ve niteliğe (bozmaddeye, neo-kortekse) sahip bir beyne ulaşılmış olmasıdır. Yetmez, bu olgunun, yani simge işleme (düşünme) yetisinin bilincine erilmiş olması gerekir. Bilinen evrende bu anlamda bilince sahip olan (bildiğini bilen) tek varlığın insan olduğu da kabul edilmelidir.
Bunun “sözünü etmeye bile gerek olmayan apaçık bir gerçek” olduğunu söyleyebileceklere bir yanıtımız var: Onlara, ancak “imge” işleyebilip “simge” bile işleyemeyecek düzeyde bir beyne sahip hayvanların düşündüğünü söyleyenleri gösterebiliriz. Dahası bitkilerin, hatta cansız doğa güçlerinin bile düşündüğünü düşünenlerin dün olduğu gibi bugün de bulunabileceğini anımsatırız.
Öte yandan doğru düşünme ve gerçeği bilme yetisini, tek “bilen özne” olan insandan “esirgeyenler” vardır. Gerçekten, “her şeyi bilme” gücünü, beyni şöyle dursun hiçbir maddesel varlığının bulunmadığı söylenen, “aşkınözne” denebilecek sanal varlıklara “bağışlayan” inançlara sahip kimselerin varlığına ne demeli? Bu kimselerin, insanlığın kültürel evriminde, “bilim çağı” denebilecek düzeye ulaşılan bir yüzyılda, bilimsel eğitim kurumlarını bile ele geçirebildikleri akıldan çıkarılmamalı.
Adı “Bilim Araştırma Vakfı” olan bir kuruluşun başyazarının, Hayalin Diğer Adı: Madde (4) başlığını taşıyan yapıtına bakın: Kapak resminde ve kitabın içinde, bir parkta görülen ağaçların, insanların kafasındaki imgesinin ve bilgisinin gerçeği (gerçekliği) yansıtmadığı ileri sürülmekte. Kanıtı: bunların beynimizdeki elektrik sinyallerinden başka bir şey olmadığı. Dolayısıyla bu tür görüntülerden oluşturulmuş bu dünya bilgilerimizin aslında yanılsamalar olduğu. Buradan giderek “düşünür ve yazar” parkın, ağaçların ve insanların (bu dünyanın) aslında var olmadığı yargısına varmaktadır. Bu kanıtlarını “Madde yoksa Allah vardır ve bütün o görüntüleri yaratan Allah’tır” (5) sonucuna bağlamaktadır. Kendisine hak verenler bu görüşlerini destekleyecek düşünceleri felsefede (örneğin Platon’un ve Plotinus’un düşüncelerinde) ve dinde (6) arayıp bulmakta güçlük çekmeyeceklerdir.
Parkın, ağacın, insanın kafamızdaki yansısı (bilgisi), kuşkusuz, nesnel dünyadan gelip duyu organlarıyla, elektrik akımlarına kodlanarak sinirler üzerinden gönderilen sinyallerden beyinde oluşturulmuş görüntülerdir. Gözümüze ağacın budağı girip, beynimizde mikroskobik boyutlara indirilmiş insanlar dolaşacak değil ya! İnsanın bütün bilgileri (yazarın bu dünyayı yadsıyan görüşleri içinde) simgelerden kurulan düşüncelerden oluşur. Nereden gelir bu düşünceler? İnsan doğarken beyninde tek bir bilgi ile (örneğin bilginin taşıyıcısı anadilden edinilmiş tek bir sözcükle) gelmediğine göre, kaynağı başka yerde aranmalı. İlk kaynakları doğa nesneleri ve doğa olaylarıdır. Son kaynağı, doğanın, duyu organlarımız kanalıyla ışık, ses gibi uyarıcı özelliklerine dayanılarak beyinde yaratılan imgelerle ve simgelerle kurulan görüntüleridir. Giderek, ya onların (“guguk kuşu” gibi) doğadan alınan, ya da (“doğa yasası”, “orman yasası” gibi) kafada yaratılan simgelerine dayanılarak verilmiş adlar, kavramlardır.
Ancak, kafamızdaki görüntüler, adlar, kavramlar konusunda özen gösterilmesi gereken bir gerçek var: Kafamızda olsun, televizyon ekranında olsun, iki tür görüntü bulunmaktadır: Doğada nesnel karşılığı bulunanlar ve bulunmayanlar. Parkta gördüğümüz (göstericileri coplayan) polisin kafamızdaki görüntüsüyle televizyondaki bir aksiyon filminde gördüğümüz (çatıdan çatıya uçan) polisinki, “ikisi de görüntü” diye, aynı çuvala konup varlıkları yoklukları hakkında ikisini de kapsayacak yargılara varılmamalı. Aynı çuvala koymak, çarpık bir gerçek, çarpık bir bilgi, çarpık bir “bilim”, çarpık bir “araştırma” anlayışı olur.
“Bilgi nedir?” sorusunun yanıtına, somuttan alınan bir örnek ve ona dayanacak soyut bir yargı ile şöyle nokta konabilir: Uyurken telefonunuz çalıyor. Açıyorsunuz, sevgilinizin sesi. Doğum gününüzü kutluyor. Düş mü, gerçek mi? Bir haftadır dargınsınız. Duyduğunuz kuşkusuz onun (kendi) sesi değildir. Sesinin, yarattığı titreşimlerle, elektrik sinyalleriyle birçok aracıda, birçok aşamada dönüştürülüp kodlanmış karşılığıdır. Onun gerçek duygularını yansıtıp yansıtmadığını belki bilemezsiniz. Ama gerçek konuşmasını yansıtıp yansıtmadığını, düşünüzde konuşup konuşmadığını anlamak güç değil. Ertesi gün gidip sorarsınız: “Sen mi telefon açmıştın dün gece yarısı; uykuluydum; ne demiştin, tam anlayamadım?” Yüz yüze gelmenize bile gerek yok. Sabahleyin uyanınca telefon açıp onaylatmanız yeter.
Yukarıdaki örneğin de gösterdiği gibi, imgeler (özürlü algılama ürünleri de olabilirler), simgeler (içlerinde gerçekliği yeterince doğru yansıtmayanlar da bulunabilir), kavramlar (gerçekliği yeterince karşılayıcı olmayabilirler), bilgiler (duygularla çarpıtılmış olabilir ya da yeterli gözlemlere dayandırılmış bulunmayabilirler) gerçekliğin, simgelerden kurulu olup, onu çeşitli oranlarda kapsayıp yansıtan “modelleridir”.
Gerçekliği (kasıtlı - kasıtsız) yanlış yansıtan, çarpıtan, tepetakla gösteren modeller de üretilmiş olabilir. Onların gerçekliği doğru yansıtıp yansıtmadıkları, ne ölçüde yansıttıkları araştırılabilir. Böyle bir araştırma bir yandan (mantıksal tutarlılığına bakmakta olduğu gibi) simgesel araçlarla kafada, konuşmalarda ve tartışma yazılarında yürütülebilir. Öte yandan, geçekliğin (olguların) simgesel modelleri, yaşam pratiğiyle, deneyimle, emek etkinliği (üretim etkinliği) sırasında sınavdan geçirilebilir. Gerçekliği yansıtma dereceleri, konu ona uygunsa laboratuvar deneyleriyle bilimsel doğrulama - yanlışlama yöntemleriyle ortaya konabilir.
Örneğin “ısıtılan metallerin genleştiği” sanısı doğmuşsa ya da ortada böyle bir kanı varsa, o “bilimsel varsayım” değerindedir. Gerçekliği yansıtıp yansıtmadığı araştırılabilir: Bir at arabası tekerleği çemberi, soğukken dar gelip takılmazken, ısıtılınca tekere kolaylıkla geçirilmiş, soğuyunca onu sımsıkı sarmışsa, o konudaki bilgimiz gerçekliği doğru yansıtmaktadır. Bu örnek de gösteriyor ki, bilen özne olarak insan gerçekliğin doğru bilgisini hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak kesinlikle edinebilir.
Kaynak: Alâeddin Şenel - Bilim ve Bilimsel Yöntem
Dip Notlar:
1) Karl Marx, Kapital, Çev. Alaattin Bilgi, Sol Yayınları, Ankara, 2011.
2) İng. Man The Tool Maker, K. P. Oakley, 6. Basım, Chicago, 1976.
3) Ernst Cassirer, Philosophy of Symbolic Forms, Yale Universty Press, Three Volume. Türkçede, Sembolik Formlar Felsefesi, Çev. Milay Köktürk, Hece Yayınları, 3 Cilt, Ankara, 2005.
4) Harun Yahya, Hayalin Diğer Adı: Madde, Kültür Yayıncılık, İstanbul, 2001.
5) Age, s.194.
6) Dünya yaşamının bir oyun olduğu hakkında bkz. Kuran, En’am, 32; Ankebut, 64; Allah’ın her an (görüntüler?) yaratması hakkında bkz. Rahman, 29.
İnsan da doğanın bir parçasıdır. Öteki canlılar gibi nesneler dünyasında yaşar. Ancak, onlardan ayrı olarak, cansız doğa, canlı varlıklar ve kendisi hakkında bilgiler edinir. Bilgi edinmekle kalmaz, bilgilerine göre davranır. Bu bakımdan insanın, “nesneler dünyası” yanı sıra bir “simgeler dünyası” içinde yaşadığı söylenebilir.
Hayvan belli bir anda bir şeyi yapar. Otlanır, avlanır veya çiftleşir. İnsan, hayvanlardan farklı olarak, genellikle iki işi birden yapar. Yaptığı hemen her şeyi simgeleriyle kafasında da yapar ve belleğine atar. Bu gerçeğe dayanılarak, şimdilik, bilginin nesneler dünyasının insanın kafasındaki (beynindeki, zihnindeki) simgesel yansıması olduğu söylenebilir.
Ancak, düşünceler nesneler evreninin bir simgesel yansıması olarak başlasa da, düşünme eylemi onunla bitmez. İnsan nesneler kadar nesnelerin simgeleri üzerinde de düşünür. Bununla kalmaz, nesneler evreninde karşılığı bulunmayan simgeler yaratıp onlar hakkında da bilgi biriktirebilir. Daha önemlisi, simgeler, simgelerden kurulu düşünceler, her zaman kafatasının sınırları içinde kalmaz. İnsanın eylemini, davranışını, dolayısıyla dönüp, nesneler evrenini etkileyebilir.
Bu noktada, bilginin ne olduğunu daha eksiksiz kavrama yolunda bir adım daha atma olanağı buluyoruz. İnsanın doğayı ve doğanın bir parçası olarak kendisini, toplumunu öğrenip etkilemesi “emek etkinliği” yoluyla gerçekleşir. Gene hayvanlarla bir karşılaştırma yapılabilir. Hayvanlar gereksinimlerini karşılama, yaşamda kalabilme yolunda “çabalama” denebilecek davranışlar gösterirler. İnsan bunun yanı sıra “emek” döker. Emek etkinliği ise, bedensel çalışma ile birlikte kafayı çalıştırmanın ve bunların ürünleri olarak “maddesel araçlar” ile “simgesel araçlar” olmak üzere dördünün birlikte kullanılmasıyla gerçekleştirilir.
Kimi bilginlerin, insan için, “araç yapan canlı” anlamına gelen, Latince bilim kavramıyla Homo faber deyişini kullanmaları, boşuna değildir. Kavramı ilk olarak (paratonerin de bulucusu olan Amerikalı bilgin ve politikacı) Benjamin Franklin (1706-1790) kullanmıştı. Marx (1818-1883) Kapital adlı başyapıtında, emek etkinliğinin önemini vurgularken bir dipnotunda (1), insanların arı, karınca gibi hayvanlardan ayrı olarak, araçlarını değiştirip geliştirdiklerini yazmıştı. İngiliz bilimcisi Kenneth P. Oakley yapıtına “Araç Yapan İnsan” (2) adını vermişti. Burada söz konusu ettiğimiz yalnızca “maddesel araçlar” değil, aynı zamanda “simgesel araçlar”dır. Simgesel araçların önemine Alman bilgin Ernst Cassirer (1874-1945) dikkat çekmiştir. Öteki hayvanların da bazı nesneleri araç olarak kullanabilip, tek tük araçlar yapabilirken, bir araç türünün yalnızca insanlarca yaratılıp kullanıldığını yazmıştır: simgesel araçlar. Bu olgudan giderek insanı Homo symbolicum (3) olarak tanımlamıştır.
Yukarıdaki bilgilerin ışığında, genel olarak bilginin insanın “simgesel araçlar” takımını oluşturduğu söylenebilir. Onu daha iyi kavramak için, nasıl edinildiğine, nasıl kullanıldığına bakmak gerek. Ondan sonra “bilimsel bilgi” türünün incelenmesine geçilebilir.
Bilgi edinmenin önkoşulu “bilen özne” ile “bilinen nesne” ayrımının varlığıdır. Bunun anlamı, canlılığın evriminde simge işleyebilecek niceliğe (iriliğe) ve niteliğe (bozmaddeye, neo-kortekse) sahip bir beyne ulaşılmış olmasıdır. Yetmez, bu olgunun, yani simge işleme (düşünme) yetisinin bilincine erilmiş olması gerekir. Bilinen evrende bu anlamda bilince sahip olan (bildiğini bilen) tek varlığın insan olduğu da kabul edilmelidir.
Bunun “sözünü etmeye bile gerek olmayan apaçık bir gerçek” olduğunu söyleyebileceklere bir yanıtımız var: Onlara, ancak “imge” işleyebilip “simge” bile işleyemeyecek düzeyde bir beyne sahip hayvanların düşündüğünü söyleyenleri gösterebiliriz. Dahası bitkilerin, hatta cansız doğa güçlerinin bile düşündüğünü düşünenlerin dün olduğu gibi bugün de bulunabileceğini anımsatırız.
Öte yandan doğru düşünme ve gerçeği bilme yetisini, tek “bilen özne” olan insandan “esirgeyenler” vardır. Gerçekten, “her şeyi bilme” gücünü, beyni şöyle dursun hiçbir maddesel varlığının bulunmadığı söylenen, “aşkınözne” denebilecek sanal varlıklara “bağışlayan” inançlara sahip kimselerin varlığına ne demeli? Bu kimselerin, insanlığın kültürel evriminde, “bilim çağı” denebilecek düzeye ulaşılan bir yüzyılda, bilimsel eğitim kurumlarını bile ele geçirebildikleri akıldan çıkarılmamalı.
Adı “Bilim Araştırma Vakfı” olan bir kuruluşun başyazarının, Hayalin Diğer Adı: Madde (4) başlığını taşıyan yapıtına bakın: Kapak resminde ve kitabın içinde, bir parkta görülen ağaçların, insanların kafasındaki imgesinin ve bilgisinin gerçeği (gerçekliği) yansıtmadığı ileri sürülmekte. Kanıtı: bunların beynimizdeki elektrik sinyallerinden başka bir şey olmadığı. Dolayısıyla bu tür görüntülerden oluşturulmuş bu dünya bilgilerimizin aslında yanılsamalar olduğu. Buradan giderek “düşünür ve yazar” parkın, ağaçların ve insanların (bu dünyanın) aslında var olmadığı yargısına varmaktadır. Bu kanıtlarını “Madde yoksa Allah vardır ve bütün o görüntüleri yaratan Allah’tır” (5) sonucuna bağlamaktadır. Kendisine hak verenler bu görüşlerini destekleyecek düşünceleri felsefede (örneğin Platon’un ve Plotinus’un düşüncelerinde) ve dinde (6) arayıp bulmakta güçlük çekmeyeceklerdir.
Parkın, ağacın, insanın kafamızdaki yansısı (bilgisi), kuşkusuz, nesnel dünyadan gelip duyu organlarıyla, elektrik akımlarına kodlanarak sinirler üzerinden gönderilen sinyallerden beyinde oluşturulmuş görüntülerdir. Gözümüze ağacın budağı girip, beynimizde mikroskobik boyutlara indirilmiş insanlar dolaşacak değil ya! İnsanın bütün bilgileri (yazarın bu dünyayı yadsıyan görüşleri içinde) simgelerden kurulan düşüncelerden oluşur. Nereden gelir bu düşünceler? İnsan doğarken beyninde tek bir bilgi ile (örneğin bilginin taşıyıcısı anadilden edinilmiş tek bir sözcükle) gelmediğine göre, kaynağı başka yerde aranmalı. İlk kaynakları doğa nesneleri ve doğa olaylarıdır. Son kaynağı, doğanın, duyu organlarımız kanalıyla ışık, ses gibi uyarıcı özelliklerine dayanılarak beyinde yaratılan imgelerle ve simgelerle kurulan görüntüleridir. Giderek, ya onların (“guguk kuşu” gibi) doğadan alınan, ya da (“doğa yasası”, “orman yasası” gibi) kafada yaratılan simgelerine dayanılarak verilmiş adlar, kavramlardır.
Ancak, kafamızdaki görüntüler, adlar, kavramlar konusunda özen gösterilmesi gereken bir gerçek var: Kafamızda olsun, televizyon ekranında olsun, iki tür görüntü bulunmaktadır: Doğada nesnel karşılığı bulunanlar ve bulunmayanlar. Parkta gördüğümüz (göstericileri coplayan) polisin kafamızdaki görüntüsüyle televizyondaki bir aksiyon filminde gördüğümüz (çatıdan çatıya uçan) polisinki, “ikisi de görüntü” diye, aynı çuvala konup varlıkları yoklukları hakkında ikisini de kapsayacak yargılara varılmamalı. Aynı çuvala koymak, çarpık bir gerçek, çarpık bir bilgi, çarpık bir “bilim”, çarpık bir “araştırma” anlayışı olur.
“Bilgi nedir?” sorusunun yanıtına, somuttan alınan bir örnek ve ona dayanacak soyut bir yargı ile şöyle nokta konabilir: Uyurken telefonunuz çalıyor. Açıyorsunuz, sevgilinizin sesi. Doğum gününüzü kutluyor. Düş mü, gerçek mi? Bir haftadır dargınsınız. Duyduğunuz kuşkusuz onun (kendi) sesi değildir. Sesinin, yarattığı titreşimlerle, elektrik sinyalleriyle birçok aracıda, birçok aşamada dönüştürülüp kodlanmış karşılığıdır. Onun gerçek duygularını yansıtıp yansıtmadığını belki bilemezsiniz. Ama gerçek konuşmasını yansıtıp yansıtmadığını, düşünüzde konuşup konuşmadığını anlamak güç değil. Ertesi gün gidip sorarsınız: “Sen mi telefon açmıştın dün gece yarısı; uykuluydum; ne demiştin, tam anlayamadım?” Yüz yüze gelmenize bile gerek yok. Sabahleyin uyanınca telefon açıp onaylatmanız yeter.
Yukarıdaki örneğin de gösterdiği gibi, imgeler (özürlü algılama ürünleri de olabilirler), simgeler (içlerinde gerçekliği yeterince doğru yansıtmayanlar da bulunabilir), kavramlar (gerçekliği yeterince karşılayıcı olmayabilirler), bilgiler (duygularla çarpıtılmış olabilir ya da yeterli gözlemlere dayandırılmış bulunmayabilirler) gerçekliğin, simgelerden kurulu olup, onu çeşitli oranlarda kapsayıp yansıtan “modelleridir”.
Gerçekliği (kasıtlı - kasıtsız) yanlış yansıtan, çarpıtan, tepetakla gösteren modeller de üretilmiş olabilir. Onların gerçekliği doğru yansıtıp yansıtmadıkları, ne ölçüde yansıttıkları araştırılabilir. Böyle bir araştırma bir yandan (mantıksal tutarlılığına bakmakta olduğu gibi) simgesel araçlarla kafada, konuşmalarda ve tartışma yazılarında yürütülebilir. Öte yandan, geçekliğin (olguların) simgesel modelleri, yaşam pratiğiyle, deneyimle, emek etkinliği (üretim etkinliği) sırasında sınavdan geçirilebilir. Gerçekliği yansıtma dereceleri, konu ona uygunsa laboratuvar deneyleriyle bilimsel doğrulama - yanlışlama yöntemleriyle ortaya konabilir.
Örneğin “ısıtılan metallerin genleştiği” sanısı doğmuşsa ya da ortada böyle bir kanı varsa, o “bilimsel varsayım” değerindedir. Gerçekliği yansıtıp yansıtmadığı araştırılabilir: Bir at arabası tekerleği çemberi, soğukken dar gelip takılmazken, ısıtılınca tekere kolaylıkla geçirilmiş, soğuyunca onu sımsıkı sarmışsa, o konudaki bilgimiz gerçekliği doğru yansıtmaktadır. Bu örnek de gösteriyor ki, bilen özne olarak insan gerçekliğin doğru bilgisini hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak kesinlikle edinebilir.
Kaynak: Alâeddin Şenel - Bilim ve Bilimsel Yöntem
Dip Notlar:
1) Karl Marx, Kapital, Çev. Alaattin Bilgi, Sol Yayınları, Ankara, 2011.
2) İng. Man The Tool Maker, K. P. Oakley, 6. Basım, Chicago, 1976.
3) Ernst Cassirer, Philosophy of Symbolic Forms, Yale Universty Press, Three Volume. Türkçede, Sembolik Formlar Felsefesi, Çev. Milay Köktürk, Hece Yayınları, 3 Cilt, Ankara, 2005.
4) Harun Yahya, Hayalin Diğer Adı: Madde, Kültür Yayıncılık, İstanbul, 2001.
5) Age, s.194.
6) Dünya yaşamının bir oyun olduğu hakkında bkz. Kuran, En’am, 32; Ankebut, 64; Allah’ın her an (görüntüler?) yaratması hakkında bkz. Rahman, 29.