Nietzscheci Anarşizm ve Siyasal Kültür İhtimali - 2
|
Nietzsche şöyle yazar, hâlâ “insanlar ve hayvan sürüleri” varken, biz modernler devlet içinde yaşıyoruz. Bu kurum, yalnızca bir parazit gibi işlerken hak iddiasını yaratıcının mevkisine bırakan “bütün soğuk canavarların en soğuğu” olarak tarif edilir. Onun hilekar bildirisi olan “Ben, devlet, halkım,” kitlelerin suç ortaklığını ve kendi kendini onurlandıran “kahramanların ve şerefli adamların” paha biçilmez desteğini garantiye alarak, güçlüyü ve benzer biçimde zayıfı kaydetmek için tasarlandı. Toplumsal değerlerin gaspedilmesi için, kendi imgesinde toplumsalın yeniden düzenlenmesini amaçlayan eylemlerinin otoriter karakterini saklamaya çalışır. Modernitede, bu süreç, laik kimliklerin zorla kabul edilmesi aracılığıyla önceleri kilise tarafından sağlanan tepkisel ve komünal ihtiyaçların sömürülmesi için devlete yolu açan Hıristiyan ahlaki dünya görüşünün çökertilmesi yoluyla kolaylaştırılmıştır.
Yine de, aşağılık ve zorba karakterinin ötesinde, Nietzsche devleti, çok derin boyutlarda örgütsel bir başarısızlık olarak resmeder. Onun etkisinin büyümesi yerel haklara ve geleneklere karşı bir tecavüz gibi algılanır. O nerede egemenliğe ulaşsa, bütünüyle bireysel ve kültürel bağlılığı iddia etmekte başarısız, beceriksiz bir hükümdar olarak kalır. Gönüllü destek olmadan, itaat, temsil sahnesi, aldatıcı işlevler ve zorlayıcı şiddet vaadi yoluyla güven altına alınmak zorundadır. Ancak, onun modernitedeki çok açık üstünlüğüne rağmen, Nietzsche dikkatimizi, böyle düzenlemelerin güvenilmez koşullarına yönlendirir. Şöyle yazar, “Devlet, ulus, ekonomi, ticaret, adalet teorileri –hepsi şimdi hazırlayıcı savunmanın (preparatory apologia) karakterine sahipler...birisi şaşkınlık içinde soruyor, önce suçlayan kim? Onun kendi kötü vicdanından önce.”
Devlet gibi, parti de kendi gerçek ilgilerini reddetme ve gizleme ile resmedilir. Liderleri, gerçek yaratıcı kapasitenin yokluğuna karşın gösteri sanatının heyecanlı üstünlüğü, ürettiği mutluluk hissi ile iktidarı arzular. Böyle etkiler altında, parti, iktidar-açlığının ve dar kafalılığın bir tiyatrosuna indirgenir. Nietzsche, kritik kavrayış ve kişisel girişimin azaltılması yoluyla insanların potansiyelinin farkına varmaya en büyük tehdidi cisimleştiren bu yalancılık ustalarına, “bu küçük insanlara” üstün gelmek için insanlığı çağırır. Taraftarın bakış açısından, parti yapısı başka herhangi bir otoriteden farklı değildir. İtaat mutlaktır, böyle örgütlenmelerde, korku doğrudan muhalefetten çok bir koşullu kabullenmedir. Yine devlet gibi, parti de dostların ve benzer biçimde düşmanların çevresinde gelişmeyi farzeder; bununla birlikte, araştırmacılara müsamaha göstermez.
Bu kurumlar birlikte, modernitenin ahlaksız yönetsel rejimleri içindeki suç ortağı partnerler olarak resmedilir, parti temsilin cilasını sağlayarak, devlet ise kolektif amaçların yanılsaması olarak.
Böylece, eğer devlet yalnızca toplum içinde hoşa gitmeyen bir örgütsel modeli korumak için varsa, o zaman resmi politik katılım sadece yaratıcı-olmayan eğilimleri açığa vurur. Nietzsche, çevrelerine insanlığın ilerlemesinin yolları için bakıp, öz-belirlenimcilik tarafından kışkırtılanların bu eylemlerden çekilmelerine izin verilmesinde ısrar eder. Bu “çalışma atölyesinin” basitçe ayrılıp düşmesi, bizim en yüksek kişisel enerjilerimizi meşgul etmesinden daha iyidir. Yine de, devlet gücün bağımsız kazanımlarına izin veremez. O ya askere almak, ya da en azından boyun eğdirmek zorundadır. Nietzsche’nin devletçilik eleştirisi, o zaman kısmen, politik kişinin donmuş potansiyeli çevresindeki tehlike anlayışından oluşmuştur. Ancak devlet, aynı zamanda diğer tehlikeleri de tedarik eder.
Doğası gereği devletçi bir hareket olarak milliyetçilik, en “kültür karşıtı hastalık” olarak tanımlanır, bu yüzden Nietzsche, bu “azınlığın çoğunluğa üzerindeki zorla dayatılmış kuşatma ve kendini savunma durumunu” yererken anarşistlerle birleşir.
O zaman, düşmanlığa ve ayrılığa temayülü nedeniyle, haset nefret ve korku zihniyeti nedeniyle militarist duruştan uzak durulacaktır. Uluslar arası ilişkileri niteleyen güvensizlik ve rekabet, ulusları, savaş alanlarındaki bir zafer ya da en azından güvenilir bir savunma hazırlığı için kaynaklarını israf etmeye zorlar. Nietzsche yurtsever militarizmin yükselmesini Avrupa’nın geleceğinin uğursuz bir belirtisi olarak bulur. Devletin “evrensel güvenliği” temin etmek yerine aksi durumu doğurduğunu yazar: “sevgili yüzyılımızın ispatlamaya giriştiği bir hakikat: sanki ispatlanması gerekliydi!”
Nietzsche, Avrupa’nın ortak mirasını zikrederek, “büyük siyaset” olarak nitelendirdiği bir devletçilik-sonrası model içinde kültürel kaynakların yakınsamasını talep eder. Bu kavramın Roma imparatorlukları ya da Bonapartist çeşitlemelerine gönderme olarak okunmaları gerekmez, ama Avrupa’nın bireysel devletlerin başarabildiğinden daha yüksek hedeflere doğru birleştirilmesi için harekete geçirici bir ilke olarak işlev görür.
Büyük siyaset, özgül siyasal amaçları tanımlayıcı araçsal bir öğretiden ziyade, bir çatışmalar dizisi olarak, özne-yurttaşın oluşumunun etrafındaki bunalımla gelen ilerici ve gerici bireyler arasındaki “bir ruhlar savaşı” olarak vuku bulur. Bu noktada daha yüksek değerlerin doğması, modern siyasal kimlikler etrafındaki kısıtlamalar yeni siyasal faillik modellerini harekete geçirdikçe, alternatif toplumsal siyasal düzenlemeler için verilen kolektif mücadelelerin içeriğini sağlar.
Nietzsche, özgül devlet modellerine bakarken, demokratik devletin bireysel bağımsızlık doğurmaktaki başarısızlığının, iktidarın düzmece merkezsizleşmesinin maskesini nasıl düşürdüğünü gözlemler. Bireyin erklenmesinin, hüküm süren devletin ölümünden başka bir şey olmayacağını, demokratik devletin misyonunu tamamlamaya yetersiz oluşunun, onu eski yönetim biçimlerine pek fazla benzer halde bıraktığını savunur. Demokrasi, bireysel inisiyatifin bastırılmasıyla birlikte burjuva garnizon devletine varıp ona hizmet edecek yeni bir insan türü ortaya çıkarır: onun terörünün ve ayartmasının zürriyetinden olan lüzumsuz kalabalık, “fazlalık.”
Yine de demokratik devletçilik, Avrupa’nın yıpranmış monarşileri karşısındaki zaferine rağmen, Nietsche’ye göre kırılgan ve nihayetinde savunmasız bir örgütlenme teorisi olarak görünür. Siyasal hayatın sekürleşmesinin kazandırdığı kısa dönemli yararlarının yanında, devletin üstünlüğü dünyevi olanın ötesindeki bir tasdikin zorlayıcı gücünün kayboluşu yüzünden eninde sonunda tehlike altına girer. Bu eğilim, onu, her türlü yönetim biçiminden şüphe duymanın neticede devleti bütünüyle kaldırma isteğine yol açacağını tahmin etmeye sevk etti.
Nietzsche’nin potansiyel sosyalist devletlere dair eleştirisi onun devlet karşıtlığının başka bir eleştirel boyutunu aydınlatır ve bu esnada Bakunin’in polemiğini tekrarlar. Alman yazar bu insaniyetçiliği, devlet iktidarının aşırılığa kaçmasını isteyerek bireyin imha edilişinde daha önceki her türlü siyasal öğretiden daha ileriye giden despotizmin küçük biraderi olarak görür. Nietzsche, geleceğe dikkatle bakarak, devlete şimdiye dek bilinen en büyük boyun eğişi gerektiren sosyalizmin yeni bir mutlakiyetçilik biçimi doğurmak zorunda olduğu öngörüsünde Bakunin’le birleşir. Bu “kusursuz devlet”i önererek her türlü kişisel çıkardan önce bu kurumun üstünlüğünü teslim eden kusursuz yurttaşı tasarlamaya zorlandı. Bu noktada, devlet sosyalizmi demokratik süreci, “en küçüklerin ve en sersemlerin zorbalığı” altındaki türlerin tektipleştirilmesinde tamamlarken “eşit hakların ve çıkarların bodur hayvanı” ile yüzyüze geliriz.
Nietzsche, bu “eşitleyiciler”in, olduklarını iddia ettikleri gibi hayırsever kurtarıcılar olmadıklarını söyler bizlere. Onların evrensel özgürleşme öğretisinin gerisinde, sadece zayıfların galibiyetine şahit olur. Burada, hınç duygusu, kaderin yetenekleri dağıtmasına katlanmaya ya da onun kararına yapıcı şekilde meydan okumaya razı olmamakta insani zenginliklerin yozlaşmasının hızlandırarak kendisini tüm toplumsal değerlerin ardındaki dürtü olarak öne sürer. Ne var ki, bunun ışığında, emekçilerin sömürülmesinin, “biraz aptallık, bedelini geleceğin ödeyeceği bir kaçak inşaat, toplumun tehlikeye atılması” olduğunu belirtirken işçilerin sosyalistlerden ayırt edildiğine dikkat çekmek önemli. Kapitalizmin mirası Batı’yı iç savaşın eşiğine getirmiştir, diye yazar, ve bu tarihi sarmalayıcı hafızadan ötürü barışın maliyeti çok büyük olacaktır. Hatta daha üst bir kastın meşru yükselişinin temsili olarak işçilerin burjuvazi karşısındaki muhtemel zaferi üstüne tahminde bile bulunacak kadar uzağa gitmiştir.
Devlet sosyalizmi, kimi üstün katkılarını tanımaktaki yetersizliğinde, bireysel ve toplumsal eşzamanlı olarak boğar, bu sebeple “devlet iktidarının her türlü birikmesinin” tehliklerinin güçlü bir tasviri haline gelir. Ne var ki Nietzsche bu modelin, kilisenin desteği olmadan, özlü ve yalıtılmış örneklerde ve yalnızca aşırı terörün yardımıyla ortaya çıkacağını önceden tahmin eder. O zaman, bu tür hareketlerin tek değeri gönül rahatlığından koruyan bir diken olarak işlevleridir. Devlet sosyalizminin kendi başına “umutsuz ve tatsız bir hadise” olduğu sonucuna varır.
Nietzscheci Anarşizm
Kimilerine, Nietzscheci bir siyasal kültür önerisi, paradoksal görünse gerek, zira o bu ayrı alanların “derin bir karşıtlık” oluşturduklarından söz eder. Büyük kültürel anların daima siyasal bozulma zamanları olduğunu saptar, oysa siyasal görkem devirlerine kültürün yaratıcı karakterine yönelik düşmanlık eşlik eder. Yine de Warren, bu kapsayıcı yargıların altında, Nietzsche’nin eserinde işleyen iki siyasal kültür modeli tanımlar.
Birincisi daha tanıdık olanı, bir yönetici sınıfın, kendi yaratıcı etkinlik özgürlüğünü sağlama almak için zorlayıcı, hiyerarşik ayrımlar dayattığı tahakküm modelidir. Ancak Warren bu yapının Nietzsche’nin iktidar felsefesi ile nasıl uyumsuz olduğunu kanıtlar. Nietzshe’nin, bireylere modern kurumlar ve piyasalarca dayatılan sentetik sınırlamaları yanlış anlamasını paranteze alarak, Warren başka bir örgütsel potansiyellikler kümesinin örtüsünü kaldırır. Burada Nietzsche’nin dayanışma, özneler arası iletişim ve nitelikli eşitlik vizyonu, içinde iktidar ilişkilerinin öznellik içindeki bireyleşmiş yatırımların karşılıklı işlenmesine yönelik tarihsel-kültürel kolektif yorumlama süreçleriyle birşeşen olumlu bir siyasal mekânı izler.
Nietzsche’nin toplumsal-siyasal düşüncesinin anti-otoriter yönlerini soruşturmam için bağlamı sağlayan, bu diğer siyasal kültür çerçevesidir. Fakat bu siyasal kültür kavrayışı onu devlet karşıtlığına, Nietzscheci bir anarşizmden bahsetmemize izin verecek şekilde nasıl bağlanır?
Birincisi, anarşistlere yönelik göndermelerinin pek çoğu aşağılayıcıdır. Nietzsche bu devlet karşıtlarını sosyalistlerle, onların tüm zayıflıklarını ve başarısızlıklarını paylaşmaları halinde birbirinin yerine geçebilir olarak resmeder. Başka bir yerde, solcu kardeşlerinin daha aşırı bir versiyonu, bu yüzden de onların olumsuz vasıflarının şiddetlenmiş hali olarak betimlenirler. Yıkma ve yok etme dürtüleri, bize denildiği gibi, enerjinin Dionysosçu bir taşması değildir, ama ayrıcalıklılara karşı bir devrimi sürdürerek herkesin düzeyini kendilerininkine doğru indirmeye çalışan bir garez ve haseti ifadelendirirler.
Yine de, aşağılık ve zorba karakterinin ötesinde, Nietzsche devleti, çok derin boyutlarda örgütsel bir başarısızlık olarak resmeder. Onun etkisinin büyümesi yerel haklara ve geleneklere karşı bir tecavüz gibi algılanır. O nerede egemenliğe ulaşsa, bütünüyle bireysel ve kültürel bağlılığı iddia etmekte başarısız, beceriksiz bir hükümdar olarak kalır. Gönüllü destek olmadan, itaat, temsil sahnesi, aldatıcı işlevler ve zorlayıcı şiddet vaadi yoluyla güven altına alınmak zorundadır. Ancak, onun modernitedeki çok açık üstünlüğüne rağmen, Nietzsche dikkatimizi, böyle düzenlemelerin güvenilmez koşullarına yönlendirir. Şöyle yazar, “Devlet, ulus, ekonomi, ticaret, adalet teorileri –hepsi şimdi hazırlayıcı savunmanın (preparatory apologia) karakterine sahipler...birisi şaşkınlık içinde soruyor, önce suçlayan kim? Onun kendi kötü vicdanından önce.”
Devlet gibi, parti de kendi gerçek ilgilerini reddetme ve gizleme ile resmedilir. Liderleri, gerçek yaratıcı kapasitenin yokluğuna karşın gösteri sanatının heyecanlı üstünlüğü, ürettiği mutluluk hissi ile iktidarı arzular. Böyle etkiler altında, parti, iktidar-açlığının ve dar kafalılığın bir tiyatrosuna indirgenir. Nietzsche, kritik kavrayış ve kişisel girişimin azaltılması yoluyla insanların potansiyelinin farkına varmaya en büyük tehdidi cisimleştiren bu yalancılık ustalarına, “bu küçük insanlara” üstün gelmek için insanlığı çağırır. Taraftarın bakış açısından, parti yapısı başka herhangi bir otoriteden farklı değildir. İtaat mutlaktır, böyle örgütlenmelerde, korku doğrudan muhalefetten çok bir koşullu kabullenmedir. Yine devlet gibi, parti de dostların ve benzer biçimde düşmanların çevresinde gelişmeyi farzeder; bununla birlikte, araştırmacılara müsamaha göstermez.
Bu kurumlar birlikte, modernitenin ahlaksız yönetsel rejimleri içindeki suç ortağı partnerler olarak resmedilir, parti temsilin cilasını sağlayarak, devlet ise kolektif amaçların yanılsaması olarak.
Böylece, eğer devlet yalnızca toplum içinde hoşa gitmeyen bir örgütsel modeli korumak için varsa, o zaman resmi politik katılım sadece yaratıcı-olmayan eğilimleri açığa vurur. Nietzsche, çevrelerine insanlığın ilerlemesinin yolları için bakıp, öz-belirlenimcilik tarafından kışkırtılanların bu eylemlerden çekilmelerine izin verilmesinde ısrar eder. Bu “çalışma atölyesinin” basitçe ayrılıp düşmesi, bizim en yüksek kişisel enerjilerimizi meşgul etmesinden daha iyidir. Yine de, devlet gücün bağımsız kazanımlarına izin veremez. O ya askere almak, ya da en azından boyun eğdirmek zorundadır. Nietzsche’nin devletçilik eleştirisi, o zaman kısmen, politik kişinin donmuş potansiyeli çevresindeki tehlike anlayışından oluşmuştur. Ancak devlet, aynı zamanda diğer tehlikeleri de tedarik eder.
Doğası gereği devletçi bir hareket olarak milliyetçilik, en “kültür karşıtı hastalık” olarak tanımlanır, bu yüzden Nietzsche, bu “azınlığın çoğunluğa üzerindeki zorla dayatılmış kuşatma ve kendini savunma durumunu” yererken anarşistlerle birleşir.
O zaman, düşmanlığa ve ayrılığa temayülü nedeniyle, haset nefret ve korku zihniyeti nedeniyle militarist duruştan uzak durulacaktır. Uluslar arası ilişkileri niteleyen güvensizlik ve rekabet, ulusları, savaş alanlarındaki bir zafer ya da en azından güvenilir bir savunma hazırlığı için kaynaklarını israf etmeye zorlar. Nietzsche yurtsever militarizmin yükselmesini Avrupa’nın geleceğinin uğursuz bir belirtisi olarak bulur. Devletin “evrensel güvenliği” temin etmek yerine aksi durumu doğurduğunu yazar: “sevgili yüzyılımızın ispatlamaya giriştiği bir hakikat: sanki ispatlanması gerekliydi!”
Nietzsche, Avrupa’nın ortak mirasını zikrederek, “büyük siyaset” olarak nitelendirdiği bir devletçilik-sonrası model içinde kültürel kaynakların yakınsamasını talep eder. Bu kavramın Roma imparatorlukları ya da Bonapartist çeşitlemelerine gönderme olarak okunmaları gerekmez, ama Avrupa’nın bireysel devletlerin başarabildiğinden daha yüksek hedeflere doğru birleştirilmesi için harekete geçirici bir ilke olarak işlev görür.
Büyük siyaset, özgül siyasal amaçları tanımlayıcı araçsal bir öğretiden ziyade, bir çatışmalar dizisi olarak, özne-yurttaşın oluşumunun etrafındaki bunalımla gelen ilerici ve gerici bireyler arasındaki “bir ruhlar savaşı” olarak vuku bulur. Bu noktada daha yüksek değerlerin doğması, modern siyasal kimlikler etrafındaki kısıtlamalar yeni siyasal faillik modellerini harekete geçirdikçe, alternatif toplumsal siyasal düzenlemeler için verilen kolektif mücadelelerin içeriğini sağlar.
Nietzsche, özgül devlet modellerine bakarken, demokratik devletin bireysel bağımsızlık doğurmaktaki başarısızlığının, iktidarın düzmece merkezsizleşmesinin maskesini nasıl düşürdüğünü gözlemler. Bireyin erklenmesinin, hüküm süren devletin ölümünden başka bir şey olmayacağını, demokratik devletin misyonunu tamamlamaya yetersiz oluşunun, onu eski yönetim biçimlerine pek fazla benzer halde bıraktığını savunur. Demokrasi, bireysel inisiyatifin bastırılmasıyla birlikte burjuva garnizon devletine varıp ona hizmet edecek yeni bir insan türü ortaya çıkarır: onun terörünün ve ayartmasının zürriyetinden olan lüzumsuz kalabalık, “fazlalık.”
Yine de demokratik devletçilik, Avrupa’nın yıpranmış monarşileri karşısındaki zaferine rağmen, Nietsche’ye göre kırılgan ve nihayetinde savunmasız bir örgütlenme teorisi olarak görünür. Siyasal hayatın sekürleşmesinin kazandırdığı kısa dönemli yararlarının yanında, devletin üstünlüğü dünyevi olanın ötesindeki bir tasdikin zorlayıcı gücünün kayboluşu yüzünden eninde sonunda tehlike altına girer. Bu eğilim, onu, her türlü yönetim biçiminden şüphe duymanın neticede devleti bütünüyle kaldırma isteğine yol açacağını tahmin etmeye sevk etti.
Nietzsche’nin potansiyel sosyalist devletlere dair eleştirisi onun devlet karşıtlığının başka bir eleştirel boyutunu aydınlatır ve bu esnada Bakunin’in polemiğini tekrarlar. Alman yazar bu insaniyetçiliği, devlet iktidarının aşırılığa kaçmasını isteyerek bireyin imha edilişinde daha önceki her türlü siyasal öğretiden daha ileriye giden despotizmin küçük biraderi olarak görür. Nietzsche, geleceğe dikkatle bakarak, devlete şimdiye dek bilinen en büyük boyun eğişi gerektiren sosyalizmin yeni bir mutlakiyetçilik biçimi doğurmak zorunda olduğu öngörüsünde Bakunin’le birleşir. Bu “kusursuz devlet”i önererek her türlü kişisel çıkardan önce bu kurumun üstünlüğünü teslim eden kusursuz yurttaşı tasarlamaya zorlandı. Bu noktada, devlet sosyalizmi demokratik süreci, “en küçüklerin ve en sersemlerin zorbalığı” altındaki türlerin tektipleştirilmesinde tamamlarken “eşit hakların ve çıkarların bodur hayvanı” ile yüzyüze geliriz.
Nietzsche, bu “eşitleyiciler”in, olduklarını iddia ettikleri gibi hayırsever kurtarıcılar olmadıklarını söyler bizlere. Onların evrensel özgürleşme öğretisinin gerisinde, sadece zayıfların galibiyetine şahit olur. Burada, hınç duygusu, kaderin yetenekleri dağıtmasına katlanmaya ya da onun kararına yapıcı şekilde meydan okumaya razı olmamakta insani zenginliklerin yozlaşmasının hızlandırarak kendisini tüm toplumsal değerlerin ardındaki dürtü olarak öne sürer. Ne var ki, bunun ışığında, emekçilerin sömürülmesinin, “biraz aptallık, bedelini geleceğin ödeyeceği bir kaçak inşaat, toplumun tehlikeye atılması” olduğunu belirtirken işçilerin sosyalistlerden ayırt edildiğine dikkat çekmek önemli. Kapitalizmin mirası Batı’yı iç savaşın eşiğine getirmiştir, diye yazar, ve bu tarihi sarmalayıcı hafızadan ötürü barışın maliyeti çok büyük olacaktır. Hatta daha üst bir kastın meşru yükselişinin temsili olarak işçilerin burjuvazi karşısındaki muhtemel zaferi üstüne tahminde bile bulunacak kadar uzağa gitmiştir.
Devlet sosyalizmi, kimi üstün katkılarını tanımaktaki yetersizliğinde, bireysel ve toplumsal eşzamanlı olarak boğar, bu sebeple “devlet iktidarının her türlü birikmesinin” tehliklerinin güçlü bir tasviri haline gelir. Ne var ki Nietzsche bu modelin, kilisenin desteği olmadan, özlü ve yalıtılmış örneklerde ve yalnızca aşırı terörün yardımıyla ortaya çıkacağını önceden tahmin eder. O zaman, bu tür hareketlerin tek değeri gönül rahatlığından koruyan bir diken olarak işlevleridir. Devlet sosyalizminin kendi başına “umutsuz ve tatsız bir hadise” olduğu sonucuna varır.
Nietzscheci Anarşizm
Kimilerine, Nietzscheci bir siyasal kültür önerisi, paradoksal görünse gerek, zira o bu ayrı alanların “derin bir karşıtlık” oluşturduklarından söz eder. Büyük kültürel anların daima siyasal bozulma zamanları olduğunu saptar, oysa siyasal görkem devirlerine kültürün yaratıcı karakterine yönelik düşmanlık eşlik eder. Yine de Warren, bu kapsayıcı yargıların altında, Nietzsche’nin eserinde işleyen iki siyasal kültür modeli tanımlar.
Birincisi daha tanıdık olanı, bir yönetici sınıfın, kendi yaratıcı etkinlik özgürlüğünü sağlama almak için zorlayıcı, hiyerarşik ayrımlar dayattığı tahakküm modelidir. Ancak Warren bu yapının Nietzsche’nin iktidar felsefesi ile nasıl uyumsuz olduğunu kanıtlar. Nietzshe’nin, bireylere modern kurumlar ve piyasalarca dayatılan sentetik sınırlamaları yanlış anlamasını paranteze alarak, Warren başka bir örgütsel potansiyellikler kümesinin örtüsünü kaldırır. Burada Nietzsche’nin dayanışma, özneler arası iletişim ve nitelikli eşitlik vizyonu, içinde iktidar ilişkilerinin öznellik içindeki bireyleşmiş yatırımların karşılıklı işlenmesine yönelik tarihsel-kültürel kolektif yorumlama süreçleriyle birşeşen olumlu bir siyasal mekânı izler.
Nietzsche’nin toplumsal-siyasal düşüncesinin anti-otoriter yönlerini soruşturmam için bağlamı sağlayan, bu diğer siyasal kültür çerçevesidir. Fakat bu siyasal kültür kavrayışı onu devlet karşıtlığına, Nietzscheci bir anarşizmden bahsetmemize izin verecek şekilde nasıl bağlanır?
Birincisi, anarşistlere yönelik göndermelerinin pek çoğu aşağılayıcıdır. Nietzsche bu devlet karşıtlarını sosyalistlerle, onların tüm zayıflıklarını ve başarısızlıklarını paylaşmaları halinde birbirinin yerine geçebilir olarak resmeder. Başka bir yerde, solcu kardeşlerinin daha aşırı bir versiyonu, bu yüzden de onların olumsuz vasıflarının şiddetlenmiş hali olarak betimlenirler. Yıkma ve yok etme dürtüleri, bize denildiği gibi, enerjinin Dionysosçu bir taşması değildir, ama ayrıcalıklılara karşı bir devrimi sürdürerek herkesin düzeyini kendilerininkine doğru indirmeye çalışan bir garez ve haseti ifadelendirirler.