Hedonizm (hazcılık)

Hedonizm Kirene okulu Sokratesin öğrencisi Aristippos'un (M.Ö. 435-355) öğretisidir. Sokratesçi okullar iyiyi aramışlardır; Aristippos'a göre iyi demek haz demektir; haz veren her şey iyi, acı veren her şey de kötüdür. Yaşamanın amacı hazdır ve insan yaşamı süresince hazza yönelmeli, acıdan kaçınmalıdır.

Hedonizm (Yunanca “hedone”: zevk), felsefede, zevkin, yaşamdaki tek ya da temel iyi olduğunu söyleyen ve ideal davranış biçimini zevkin peşinde koşmakla açıklayan öğretidir. Eski Yunan’da iki önemli hedonist kuram ortaya atılmıştır.

Kyrene Okulu takipçileri ya da egoist hedonistler, bireyin o anki kişisel isteklerinin diğer insanları düşünmeksizin karşılanmasını varlığın gerçek temeli olarak açıklayan öğretiyi desteklemişlerdir. Onlara göre bilginin kökleri, anın geçici duyumlarında saklıdır ve bu yüzden, anlık zevk düşkünlüklerini gelecekte neden olabilecekleri acıya göre sorgulayan bir ahlaki değerler sistemi oluşturmaya çalışmanın hiçbir anlamı yoktur.

Epikurosçular ya da akılcı hedonistler, egoist hedonistlerin tersine, gerçek zevkin yalnızca akılla elde edilebileceğini ileri sürmüşlerdir. Epikuros’un etik anlayışı, Aristo’nun, en yüce iyinin başka bir şeyin değil, kendi yararı için değerli görülen şey olduğu yönündeki çok bilinen görüşüne dayanır. Epikuros, mutluluğun en yüce iyi olduğu konusunda Aristo ile hemfikirdir.

Ne var ki Epikuros, mutluluğu zevkle açıklayarak Aristo’dan ayrılır. Bunun için iki neden öne sürer. Ana neden, zevkin, insanların gerçek anlamda değer verdikleri için yaptıkları tek şey olmasıdır. Başka bir deyişle, Epikuros’un etik hedonizmi, onun psikolojik hedonizmine dayanır.

Epikuros, yaptığımız her şeyi, sonuçta kendi adımıza ve zevk almak için yaptığımızı iddia eder. İçdürtüsel olarak zevk almak istedikleri ve acıdan kaçındıkları ileri sürülen bebeklerin davranışları gözlemlendiğinde, bu iddianın doğru olduğu düşünülebilir.

Epikuros, bu durumun yetişkinler için de geçerli olduğunu; ama yetişkinlerde bunun doğruluğunu görmenin daha zor olduğunu; çünkü yetişkinlerin kendilerine neyin zevk vereceği konusunda daha karmaşık inançlara sahip olduklarını düşünür.

Ama Epikurosçular, tüm aktivitelerin, hatta açıkça kişisel bir fedakarlık olan ya da yalnızca bir erdem ya da asil bir davranış olduğu için yapılan aktivitelerin bile, aslında kişinin zevk duyması için yapıldığı şeklindeki iddiayı mantıklı gösterebilmek için epey enerji harcamışlardır.

Epikuros’un deneycilik görüşüyle iyi uyuşan ikinci kanıtın, kişinin iç gözlemsel deneyimlerine dayandığı düşünülür. Kişi, ateşin sıcak olduğunu anında algılaması gibi zevkin iyi, acının ise kötü olduğunu hemen algılar. Zevkin iyiliğini ya da acının kötülüğünü göstermek için daha fazla kanıta ihtiyaç yoktur.

Epikuros, tüm zevklerin iyi, tüm acıların da kötü olmasına rağmen, zevklerin tamamının tercih edilmeye layık olmadığını ya da acıların tamamından kaçınılması gerekmediğini söyler. Bunun yerine kişi, uzun vadede çıkarına neyin uygun olacağını hesaplamalı ve eğer kısa vadede kendisine daha az zevk veren bir şeyden vazgeçmek uzun vadede daha fazla zevk sağlayacaksa, kısa vadedeki zevki bir yana bırakmalıdır.

Epikurosçular, kendini kontrol etmenin ve ihtiyatlı olmanın erdemli yanlarını vurgulamışlardır.

İki öğreti de değişmeden modern çağlara kadar pratikte varlığını korumuştur. 18. ve 19. yüzyıllarda Jeremy Bentham, James Mill ve John Stuart Mill gibi İngiliz felsefeciler, evrensel hedonizmi, daha yaygın olarak faydacılık diye bilinen öğretiyi savunmuşlardır.

Bu kurama göre, insan davranışının temel kriteri, toplumun iyiliğidir ve kişisel ahlaki davranışın yönlendirici ilkesi, en çok sayıda insanın refahını sağlayacak ve yükseltecek olana sadakattir.

Bertrand Russell ile din üzerine söyleyişi

Dine karşı zaman zaman eğilimleriniz oldu mu hiç?

Bertrand Russell — Evet. Delikanlılığımda sı­nırsızca kaptırmıştım kendimi dine. Belki de matematik dışında, bence en önemli şey dinidi. İşte (durumumun hayli özel olduğunu kabul ederim) beni, ona bağlanmanın nedenlerini araştırmaya yönelten de bu din kaygusu oldu. Ana sorunlarmış gibi görünen üç soruya bağlandım. Tanrı, ölümsüzlük, özgür yargı. Özgür yargıdan başlayarak ters düzende inceledim bunları. Yavaş yavaş bir sonuca vardım; şöyle ki: bu üç şeye inanmaklığıma hiç bir sebep yoktu. Hayal kırıklığının en amansızına hazırlamıştım kendimi, ama gariptir, bir şey olmadı.

Bu üç kavramdan nasıl caydığınızı söyleye bilir misiniz ?

B. R. — Özgür yargı için, pek büyük değeri olmayan bir düşünceden yararlandım; bugün, bu düşüncenin yeterliliğine pek inanmıyorum. Maddenin bütün hareketlerini, dinamik yasalarının düzenledi­ğine inanmıştım: yani, bir adamın dudakları bu tür bir düzen içinde kıpırdıyordu ve söyleyeceği sözlere nasıl egemen olabileceğini aklım kesmiyordu. Değeri olmayan, ama o zaman bana yeterli görünen bir düşünce. Ölümsüzlüğe gelince: Eh, nasıl olursa olsun, vücut ve ruhun birbiriyle ilişkisi, görünüşe göre, bence genellikle sanılandan çok daha sıkı-fıkı olduğundan, beyin yok olduktan sonra, ruhun yaşaması için hiç bir sebep kalmamalıydı. Tanrı işinde ise... varlığını doğrulamak için çeşitli kanıtlar sürülmüş ileriye; ben diyordum ki—yinede diyorum—bu delillerin hiç bir değeri yoktur ve bunlardan bir sonuç çıkarmak ve ona inanmak gereği olmasa idi, kimse kabul etmezdi bu kanıtları.

Özgür yargının varlığına karşı duran dinamik yasalarından söz ederken, ne demek istediğinizi pek anlamadım.

B. R. — Dedim ya; delikanlılık çağının düşünceleri idi bunlar. O zamanlar, dinamik yasalarına dayanarak, ta ilk çağlarda bile maddenin bütün hareketlerinin tüm bir peşin düzen içinde geçtiğine inanmıştım; söylenen her söz için de bu böyle olmalı idi. Başka bir deyimle «dinamik» yasalar sayesinde, Bay X ’in, ne vesile ile olursa olsun söyleyeceği her söz, dünyamız şekillenirken vardı zaten, diye düşünürdüm. Böyle olunca da, Bay X’in, söyleyeceği hiç bir söz üzerinde özgür yargısı olmayacağı çıkıyordu ortaya.

Tanrı'nın olmadığını kesinlikle söyleyebilir misiniz? Yoksa sadece kanıt mı yok?

B. R. — Hayır, elbetteki kesinlikle Tanrı yoktur diyemem. Bu soru da Yunan ya da Norveç Tanrıları için sorulandan farklı değildir. Yunan, ya da Valhalla Tanrıları da pekâlâ var olabilirler; aksini doğrulayamam, ama bence diğerleri ne ise, Hıristiyanların Tanrısı da odur. Gördüğüm tek şey bir olasılıktan öteye geçmiyor.

Bütün uygulamalarıyle din, size göre yararlı mı, yoksa zararlı mıdır ?

B. R. — Bunların çoğunun, tarih boyunca, zararlı olduğu kanısındayım. Bazı iyi yönleri de yok değildir. Bu sayede, Mısır rahipleri takvimi hazırlamışlar, ay ve güneş tutulmalarını dikkatle izleyerek, ne zaman tutulacaklarını kesinlikle söyleyebilmişlerdir. Ama, genel olarak olumlu değildir sonuç. Çünkü insanların, herkesin düşüncesini, şaşmaz bir ahlâkî saçmalığın dayandığı eğitim sistemini bozan varlığı doğrulanmamış birtakım şeylere inanmaları pek önemli sayılmaktadır. Doğru ya da yanlış olduklarını araştırmadan bazı şeylere inanmak iyi, bazı şeylere inanmak kötüdür. Genel olarak bence çok kötülükleri olmuştur. Dar görüşlülüğü, geçmiş geleneklere kendini bırakmayı kutsallaştırmıştır. Dahası, hoşgörmezlik ve kini baştacı etmiştir. Özellikle Avrupa’da, hoşgörmezlikten dine aktarılabilen her şey, gerçekten korkunçtur.

Bununla, özgür düşünceyi engelleyen bir tür düşüncenin sansürünü mü belirtmek istiyorsunuz ?

B. R. — Evet. Bakın. Bir okul düşünün, bu okul dünyanın neresinde, hangi kız ya da erkek okulu olursa olsun, göreceksiniz ki kafalara bir inanç sokulmaya çalışılmaktadır. Bu inanç Hıristiyan ülkelerinde budur, komünist ülkelerinde şudur. Ama orada da burada da, kanıtları tarafsızlıkla incelenmemiş bir şeyler öğretilir, ve çocuklara, değişik bir düşünce edinebilmeleri için de kanıtlar aramak yürekliliği verilmez.

Peki yüzyıllar boyunca, insandaki bu din gereksinimi nereden geliyor ?

B .R . — Sanırım her şeyden önce korkudan. Çok güçsüz sanıyor insan kendini. Üç şey korkutuyor onu. Birincisi, doğanın ona yapabilecekleri: yıldırım çarpması, depremde yok olmak. İkincisi, öbür insanların ona yapabilecekleri: örneğin savaşta ölmek. Üçüncüsü de, işte burada dine yaklaşmaktayız, tutkularının ona neler yaptırabileceği: sessizliğe kavuşunca hayıflanacağını bildiği şeylerdir bunlar. İşte bundan ötürü insanların çoğu büyük bir korku içinde yaşarlar. Din, kuşkularının azalmasında yardımcı olur onlara.

Ama din kurucularının dedikleri bu değil ki ?

B .R . — Hayır, ama dinlerin kurucularının —dikkat ederseniz, dini çoğul olarak almaktayım— izleyicilerinin söyledikleriyle pek ilişkileri yoktur. Ger­çekten yoktur. Bir örnek alalım. Askerler, Hıristiyanlık inancının doğu ülkeleriyle savaşta büyük önemi olduğu kanısındalar, eğer Hıristiyan değilseniz gereken ateşle savaşamazsınız diye düşünüyorlar. «Dağda vaaz»ı okudum; içinde H bombasının övgüsü ile ilgili bir kelime yok. Tek bir kelime.

Ama dinin hâlâ zararlı olduğu kanısında mısı­nız ? Genel olarak, sizin eleştirdikleriniz eskiden olmuş şeyler. Ama bugün ?

B .R . — Hep aynı. Size örneğini verdiğim H bombası —yazık ki— pek de dünün işi değil ve öyle düşünüyorum ki, bize göründüğü şekli ile kiliselerle bir tutulan din her türlü doğru düşünce çabasını baltalamakta ve bu tür düşünceden yoksun birtakım şeylere önem vermektedir. Dinde akla uygun gelmeyen bir şey var, o da, önemlinin anlamıdır.

Bir örnek verebilir misiniz bize ?

B. R. — Elbette. Roma İmparatorluğu yıkılıyordu, ama kilise ileri gelenlerinin umurunda değildi. Onların kafasını kurcalayan, bekâretin nasıl korunabileceği idi. Onlar için pek önemli idi bu.

Peki bu amaç uğruna ne yapıyorlardı ?

B. R. — İnsanları kışkırtıyorlardı. Ama sınırlara dayanan ordular ve vergi reformu onları ilgilendirmiyordu. Bildikleri sadece bir şeydi, o şey, ülkelerindende önemli idi. İnsan türü de çöküyor bugün ve öyle kilise adamları tanırım ki en büyük sorunları sunî döllenmeye engel olmaktır; bunu, sonuncumuza dek bizi yok edecek bir dünya savaşına engel olmaktan daha önemli bulmaktalar. Bence, oranların anlamını göremiyorlar.

Buna karşın, dinlerin bazen iyi yönleri olduğu nu da kabul edersiniz her halde. Örneğin başka hiç bir sistemin sokamayacağı eğitimi bazı ülkelere götü­ren dinler olmuştur: Yoksulları eğiterek yüce bir iş başaran Birmanya’nın Budist rahipleri geliyor aklıma.

B. R. — Olabilir. Sanırım Benedikt’in papazları çok şey yapmışlardır bu alanda. Ama önce kötülüğe vermişlerdir kendilerini. Önce kocaman bir kötülük, ardından biraz iyi iş.

Ya yaşantıya karşı koyabilmek için bir inanç, bir din sahibi olmak gereksinimini duyanlar?

B .R . — Böyleleri bir tür alçaktır derim. Başka bir dünyada olsa idik bu tutuma hiç de iyi gözle bakmazdık. Ama ne var ki bu, din dünyasıdır ve buna pek büyük bir şeymiş gibi bakılır. Nerede olursa olsun alçaklığa hayranlığım yoktur.

Ama neden alçaklık diyorsunuz buna?

B. R. — Bu, şu ya da bu olmadan hayata karşı konamaz demektir. Hayata karşı durabilmemiz gerek, hem de hayatın bize verdiği araçlardan yararlanarak. Bu bir yüreklilik işidir.

Yani insanlar Tanrı ya ya da diyelim ki bir papaza, bir dinsel kuruma aktararak sorunlarından sıyrıldıkları için mi alçaklıktır sizce ? Böylece, bu sorunlara kendileri karşı durmadıklarından mı?

B. R. — Evet. Şu dünyanın içinde bulunduğu tehlikeli durumu bir düşünün. Durmadan mektup alıyorum. Bu mektuplarda bana «Tanrı koruyacaktır.» deniyor. Geçmişte korumadığına göre, gelecekte koruyacağına nasıl inanılır bilmem.

Bu doktrin dengeden yoksun mu demek istiyorsunuz? Yani kimseye sığınmadan işin üstesinden gelmemiz gerektiği kanısında mısınız?

B. R. — Tamam.

Dinin insanlara zarar verdiğini söylüyorsunuz; buna karşın insan, «ille de bir din gerek bana,» demiş. Buna ne karşılık vereceksiniz ?

B. R. — İnsan mı? Sanmam. Birkaç insan diyelim, bunları da alışkanlık sürüklemiş. Öyle memleketler var ki, oralarda insanlar ayaklarına taktıkları kocaman sırıkların üstünde yürürler, başka türlü dolaşmak hoşlarına gitmez. Dinde de böyle. Bazı ülkeler alışmışlar buna.

Ama insan, kendi dışında ve kendinden daha büyük bir nedene inanmak istemez mi ? Ve bu nedenin içinde bir alçaklık, bir baştan savma olanağı değil, kendini verebileceği bir ilke görmeyecek mi?

B. R. — Çok güzel. Ama bizden büyük çok şey var. Önce ailemiz var. Sonra milletimiz. Ondan sonra tüm insanlık. Bütün bunlar bizden büyük; ve bir insanın sahip olabileceği bütün iyi niyet duygularına yeteri kadar geniş bir uğraşı olanağı vermekte.

Örgütlenmiş dinin, insanlığı her zaman böyle avucunda tutacağını sanıyor musunuz?

B. R. — Bence bu, insanların sosyal sorunlarına bulacakları ya da bulamayacakları çözümlere bağlı­dır. Bu büyük savaşlar, bu büyük bunalımlar sürerse, çoğunluk yoksul yaşantısından kurtulamazsa, din herhalde devam eder. Şunu gördüm ki Tanrı’ya inanç, varlığına gösterilen kanıtlarla ters orantılı. Kanıt ne kadar az olursa o kadar çok inanıyor insanlar; işler iyi gidince, inanmak zamanı gelince de inanmıyorlar. Bana öyle geliyor ki, sosyal sorunların çözümlendiği gün din son bulacaktır. Tersine, bu sorunlar süregeldikçe yaşayacaktır. Geçmişte örnekleri var. On sekizinci yüzyılda her şeyin sütliman olduğu sırada aydınların çoğu özgür düşünür kişilerdi. Sonra Fransız devrimi oldu ve İngiliz soyluları özgür düşünürlüğün insanı doğruca giyotine götürdü­ğünü gördüler. Caydılar bundan ve kendilerini dine verdiler. Viktorya dönemi bu. Rus devrimi için de böyle. Rus devrimi halkı dehşete düşürdü. Tanrıya inanmazlarsa mal ve mülklerinin ellerinden alı­nacağını düşündüler ve inandılar. Bu sosyal değişiklikler din için kusursuz bir şeydir.

Siz ve ben, ölünce tüm yok olacağımızı sanıyor musunuz ?

B. R. — Elbette, niye yok olmayalım? Vücudun çürüyüp gideceğini biliyorum. Vücut çürüdükten sonra ruhun devamı için gerçekten hiç bir sebep görmüyorum ben.


Kaynak: Bertrand Russell - Dünya Görüşüm





Kızılderililerin yaşam felsefelerine ait sözler - 1

1-İnanıyorum ki, kalplerimizi birbirimize biraz daha açarsak daha fazla kan dökülmesini, daha fazla acı çekilmesini önleyebiliriz. Kızılderilinin dünyayı nasıl gördüğünü size söyleyeceğim. Beyaz adam gördüklerini anlatmak üzere çok kelimeye sahiptir, beyaz adam çok konuşur; fakat gerçeği söylemek için çok kelime gerekmez.

Hinmaton Yaiatktt, Nez Perce Kabilesi

2-Mitaku oyasin! Biz hepimiz akrabayız!

Atasözü; Styu Kabilesi

3-Biz Batı Yarımküresi’nin yerli halkıyız. Yeıyüzünün bu yakasında onbinlerce yıldan beri yaşıyoruz. Ne zamandan beri buralarda olduğumuzu kesin olarak bilen yoktur. Ecdâdımızdan bugüne gelen rivayete göre, bizim tarihimizin başlangıcı zamanın başlangıcına kadar gider. Zamanın başlangıcında, yaradılış vaktinde halkımız yeryüzüne geldi. Öğretmenimiz yoktu, eğitmenimiz yoktu, okulumuz yoktu. Yüzümüzü kâinata çevirip baktık. Bizler tabiat üzerine çalıştık. Tabiatı kopye ettik. Bütün medeniyetimiz tabiatın verdiği dersler üzerine inşa edilmiştir. Zamanın başlangıcında bizim öğretmenimiz tabiat olmuştur. Dinimizi de o vakit bulduk.

Böylece hayat yolumuzu tabiatın rehberliği altında çizdik. Atalarımızdan devraldığıma bu sistemi hiç değiştirmeden muhafaza ettik. Taa 1492’ye kadar... O tarihten itibaren atalarımızın hukuku değişmeye başladı.

Bizi idare eden binlerce yıllık bu hukuk mükemmeldi. Bu hukukun kanun lan yazılı değildir. Bugün ülkemizin her tarafında tarihçiler, antropologlar kazı yapıyor, Batı Yarımküresi’nin tarihini araştırıyorlar. Bir tane bile hapishâne bulamadılar. Tımarhâne bulamadılar. Birçok farklı dil konuşan, farklı kabileler halinde yaşayan bunca insan, bu çeşit kuruluşlar olmaksızın nasıl idare olundu?

Sonra, o hukuk ile sürüp gelmiş idaremiz bozuldu. Hayat bizim için 1492’den önceydi.

Batı Yanmküresi'nin yerli halkı dindardı. Bir gün bize, bu dinin doğru olmadığı, bugünkü dünyada geçerli sayılmadığı söylendi. Geçerli olan dini kabul etmeye zorlandık. Aramızdan birçok insan Hıristiyan oldu, atalarının dinini terketti.

Hâlâ tabiatı seyrediyoruz. Küçükler nasıl büyüyor görüyoruz. Hâlâ binlerce yıllık kanunlarla idare olunan ördekleri, kazları görüyoruz. Hayvanar, zamanın başlangıcında kendilerine verilen kanuna boyun eğiyorlar hâlâ. Hayatin büyük kanunu zamanın başlangıcında bütün yaşayanlara verilmişti.

Bütün kâinat o kanuna hâlâ uyuyor. Ağaçlarda, meyvelerde, hiçbir zaman başarısızlık göremezsiniz. Ağaç meyveyi verece­ği mevsimi şimdiye kadar hiç şaşırmadı. Hayvanlar asla yanlış yapmadı. Nasıl yaratılmışlarsa o usûl üzre devam ediyorlar. Yaratıklar arasında insanoğluna verilen hayat kanunu nedir?

Kâinatı görüyoruz. Hayat, dairedir; başı ve sonu ölçülemeyen bir daire.


Philllp Deere, Creek Kabilesi

4- Tanrı Kızılderili ülkesini yarattı ve bir yorgan gibi yere serdi. Üzerine bizi yerleştirdi. Biz bu ülkede yaratıldık. Irmağın akmaya yeni başladığı zamandı o. Sonra Tanrı ırmakta balığı, dağda geyiği yarattı. Beyaz adamın gelişinden çok önceydi.

Menlncock, Yakıma Kabilesi

5-Bütün ateşler yanmaya başladıkları zaman aynı boydadır.

Atasözü, Seneca Kabilesi


- Kızılderililerin yaşam felsefelerine ait sözler - 2

Maurice Blondel'den alıntılarla Düşünmek Üzerine

Nurettin Topçu


"Bizden kol, kalb ve kafa isteniyor." Bunları kendi hür kişiliğimizle kullanmazsak, bizim dışımızda bize rağmen hareket edenler bizden bunları zorla alacaklardır.Kendi dileğini evrenin dileği yapmaya çalışmak, evrenin sonsuzluğa uzanan hareketlerine engel koymaktır, tabiatın hürriyetine set çekmeyi istemektir. Aksine olarak evrenin dileğini kendi dileği yapmak istemek, evrenin kalbini kendi varlığına sığdırmaya çalışmak; İşte gerçek ve hür hareket yolunda ilerleyiş bununla oluyor.

"Ağlayabilenler ne bahtiyardırlar!.." Onlar asla bedbin değillerdir. Felaket her zaman zannedildiği gibi fena değildir... Çünkü onda vehimler de ümitler de vardır. Zengin olanlar asıl sizsiniz, ey zavallı açlar ve arzusu olanlar!.. Çünkü dünya saadetlerinin hiçliğini hissedemeyerek arzularınız müthiş bir hırsla ona bağlanıyor. Halbuki tokluktan ve doluluktan, hayatın imtihanını sonuna erdirmiş olanlar onu bilirler ki ondan zevksizlikten ve yokluktan başka bir şey çıkmıyor. Servet, hırslar, muvaffakıyetler, bu da ne ? Bir çanak çirkef için iki it hırlaşıyor; kazanan bir şey bulmayacak. Bu mahrum ve ümitsiz kalanlar, yalnız kalıp ihtiyarlayanlar, basit duyularından kurtulamayarak hazlarının büyüsü içinde yaşayıp ölenler değil, bunlar en iyiler, en çok duyanlar, en çok bilenler, muzaffer hareket adamları veya ateşli beyinler, incelmiş sanatkâr ruhlardır. Bunlar, içinde doğru bir tek çizginin bulunmadığı, hatta aydınlığın bile kırıldığı bir dünyada yaşamaktan ıstırap çektiler."

Hayatın boşluğu ve hiçliği hakkındaki bu denemenin evrensel oluşu, büyük ve ergin ruhlarda da tesirini yapmakta olması, hepimizin sade kendimiz için istediklerimizin varlığı yüzündendir. Hatta bazen alemin küllî varlığına bağlanmayan, kaynağı onda aramayan cûzi ve ferdi isteklerimiz, alemşümûl ve gerçek varlığı unutturarak tatminini aramaktadır. Böyle olunca, varlığımız alemden kopuyor; yalnızlığından korkan, yine de gafletle yalnızlığını arayan egoizmin kucağına sığınıyor. Cinsiyete bağlanan aşkın ve onda aranan içi boş, meyus tesellinin şifa vermeyişi gibi, insanın yine insan oğluna karşı yaşadığı zaferlerin karanlık, ürkütücü ve bedbaht neşesi, kâinatın bütününden varlığı koparmış olmalarından ileri gelmektedir. Herkesin ve kalabalığın alkışlarından aşk ile müstağni kalanlar, kâinattan ancak kendi anlayışları ile alkış seslerini alıyor ve gerçek saadeti yaşayabiliyorlar.

Mevlana'nın mesut olduğuna herkes inanır. Ama onun saadeti nerede, ne zaman ve hangi zaferle başlamış ve ne zaman bitmiştir? Bunu kimse bilemez. Zira onun saadeti sonsuzluğun çerçevesine kazınmıştı; başlangıcı da sonu da yoktu. Çünkü o, sonsuzlukla beraber mesuttu. Sonu olan saadet, gerçek saadet olur mu? O, olsa olsa yakın bir bedbahtlığın başlangıcı olabilir.

Hareketin tarifinde son söz olarak şu prensibi kabul ediyoruz: Tam ve gerçek hareket, her defasında en iptidai bir karar ve feragatte bile, bütün aleme yayılış oradan da sonsuzluğa geçiş, sonra sonsuzluktan aldığı, kuvvet ve bütün alemden aldığı ibretle, aynı zamanda zekâ ile iradenin bütün kuvvetlerini kullanarak, tekrar kendi ferdi alemimize dönüş ve bu noktadan alemle temastır.

Böyle olmayan hareketler kısırdır, ölü doğmuş hareketlerdir, gerçekten hareket olamamış verimsiz denemelerdir.

Düşünceye gelince o da bir harekettir. Hareketlerimizin içselleşmesi ve iç yaşayışımızın sonsuzluğuna sığınması halidir. Filhakika düşünce, gerçek ve olgunlaşmış bir harekettir; bütün hareketlerimizin başlangıcı ve sonudur. Hareket her zaman onunla başlamasa bile onunla nihayetlenir. Bir hareket ağacında binlerce düşünce çiçekleniyor. Hareketin bu çiçeklerini toplamak hususunda, kendimizi hareket karşısında olduğumuzdan daha hür hissederiz. Hakikatte hareketlerimizi saran zaruretler, düşüncelerimizi de çevrelemiştir. Daima hakikati, hareketlerimizin yaptığı seçimin açısında ararız. Yani kendi hakikatimizi müthiş bir egoizm ile kendimiz tayin eder, sonra elimizi aleme açarak doğru düşündüğümüzü ispat edici delilleri alemden dileniriz ve böylelikle davranmada oluşumuzun asla farkında olmayarak fikirler, haklar, hakikatler savunuruz. Varlığımızı esir ederek arkasından sürükleyen zavallı ihtiraslarımızı göremeyiz de fezada muhteşem bir uçuş veya şahane bir yarış yaptığımızı iddia ederiz.

Alemin bütününe bağlanmayan bu tarzda düşünüş,varlığın ifadesi olan düşünüş değildir. Gerçek düşünüş, varlığımızın her adımda karşılaştığı muammaları kâinatın bütününe sorarak, oradan da sonsuzluğa duyurarak onlardan cevabını almaktır. Bu manada gerçek düşünce , varlıktan ayrılmıyor. Zira varlık, düşünce olmasa var olmayacaktı. O bir tasavvurdur, yani düşüncedir ve var olmak düşünmek demektir.

İnsana Bir Yaklaşım

Ernst CASSİRER

İnsan dünyası, apaçık bir şekilde tüm başka organizmaların yaşamını yöneten o dirimbilimsel kurallar için hiçbir ayrıcalık tanımaz. Buna karşılık insan dünyasında insan yaşaminın ayırıcı göstergesi olarak görünen yeni bir özellik buluruz: İnsanın işlevsel çevresi yalnız nicelik bakımından genişlemekle kalmaz aynı zamanda niteliksel bir değişmeye de uğrar. İnsan kendisini çevreye uydurmak için yeni bir yöntem bulmuştur. Hayvan türleri arasında rastlanan alıcı ve etkileyici dizgeler yanında, insan- da simgesel dizge olarak betimleyebileceğimiz bir üçüncü halka buluyo- ruz. Bu yeni halka, insan ya?amının tümünü değiştirir. Öteki hayvanlarla karşılaştırıldıkta insan yalnız daha geniş bir gerçeklik içinde değil, gerçekliğini yeni bir boyutu içinde yaşar. Organik tepkilerle insan yanıtları arasında yanlış anlamaya yer vermeyen bir ayrım vardır. Organik tepkide bir dış uyarıcıya doğrudan doğruya ve hemen yanıt verilir; ikinci durumda ise yanıt geciktirilir. Yavaş ve karmaşık bir düşünce süreci yanıtı kesintiye uğratıp geciktirir. Böylesine bir gecikme ilk bakışta kuşku götürür bir kazanç gibi görünebilir. Filozofların çoğu bizi bu sözde gelişmeye karşı uyarırlar. Rousseau, -L'homme qui medite, est un animal deprave- diyor. Yani, organik yaşamın sınırlarını aşmak insan doğası" nın gelişmesi değil, yozlaşmasıdır.

Ama, doğal düzenin bu tersine dönüşü için bir çare de yoktur. İnsan, kendi başarılarından kaçamaz. Kendi yaşamının koşullarını benimsemekten başka bir şey yapamaz. İnsan artık yalnız bir fiziksel evrende değil, bir simgesel evrende de yaşamaktadır. Dil, söylence (mitos), sanat ve din bu evrenin parçalarıdırlar. Onlar simgesel ağı dokuyan değişik iplikler, insan yaşantısının karmaşık dokularıdır. İnsanın düşünce ve deney alanındaki tüm ilerlemesi bu ağı arındırır ve güçlendirir.

Artık insan, gerçeklikle hemen karşı karşıya gelemez. Onunla eskiden olduğu gibi yüz yüze kalamaz. İnsanın simgesel etkinliği geliştikçe fiziksel gerçeklik bu gelişmeye oranla art alanda kalır gibi görünür. İnsan, nesnelerin kendileriyle uğraşacak yerde, bir anlamda sürekli olarak kendi kendisiyle konuşmaktadır. Kendisini dilsel biçimler, sanatsal imgeler, söylencebilimsel simgeler veya dinsel törenler içine öylesine kapamıştır ki bu yapay ortam araya girmeden hiçbir şeyi görüp bilemez. Durumu kuramsal alanda da eylemsel alandakinin aynıdır. İnsan eylemsel alanda bile katı bir olgular dünyası içinde veya doğrudan doğruya gereksinme ve isteklerine göre yaşayamaz. Tersine imgesel duyguların, umut ve korkuların, yanılgı ve yanılsamalârın, kuruntu ve düşlerin ortasında yaşar. Epiktetos, insanı rahatsız edip korkutan nesneler değil, onun nesnelere ilişkin sanı ve kuruntularıdır demişti.

Klasik insan tanımını şu anda varmış olduğumuz görüş açısına dayanarak genişletip düzeltebiliriz. Modern usdışıcılığın (irrasyonalizm) tüm çabalarına karşın, insanın düşünen hayvan -animal rationale- olarak tanımı gücünü yitirmemiştir. Gerçekten 'de düşünme tüm insan etkinliklerinin doğasında bulunan bir özelliktir. Söylencebilim (mitoloji) bile yalnızca boş-inanların, büyük kuruntuların kaba bir birikimi sayılamaz. Dizgesel veya kavramsal bir biçime sahip olduğu için, karmakarışık (kaotik) olduğunu da söyleyemeyiz: Ama, yine de_ söylencenin yapısını ussal olarak belirlemek olanak dışıdır. Dil, çok kez usla veya usun asıl kaynağı ile özdeşleştirilmiştir. Ama, bu tanımın tüm dilsel alanı kapsamayacağı kolayca görülür. 0, bir pars pro toto''dur; yani, bize tümün yalnız bir parçasını verir. Çünkü, kavramsal dilin hemen yanında bir de duygusal dil vardır. Mantıksal ya da bilimsel dilin yanısıra poetik imgelemin dilinden de sözederiz. Dil,-öncelikle düşünceleri ya dâ düşünleri'değil, duyguları ve duygulanımları dışlaştırır. Kant'ın tasarımlayıp işlediği şekilde «salt usun sınırları içinde kalan bir din de yalnızca bir soyutlamadan başka bir şey değildir. Böyle bir din; gerçek ve somut bir dinsel yaşamın yalnızca bir gölgesi olup bize böyle bir dinsel yaşamın ideal biçimini göşterir. İnsanı ussal hayvan -animal rationale- olarak tanımlayan büyük düşünürler ne deneyciydiler ne de insan doğasının deneysel bir değerlendirmesini yapmak istiyorlardı. Onlar, bu tanımla daha çok temel bir ahlaksal buyruğu dile getiriyorlardı. Us, insanın kültürel yaşam biçimlerini tüm zenginlik ve çeşitlilikleri içinde kavrayabilmemize elverişli bir terim değildir. Bu nedenle, insanı ussal hayvan olarak tanımla- mak yerine simgeleştiren hayvan -animal symbolicum- diye tanımlamalıyız. Ancak bu şekilde onun ayırıcı özelliğini belirtebilir ve insana açılan yeni yolu, uygarlık yolunu anlayabiliriz.


Kaynak: İNSAN ÜSTÜNE BİR DENEME

Filozofça Düşünceler - 2

Denis Diderot

VII

Korkunç sesler! Çığlıklar! İniltiler! Bütün bu inleyen cesetleri kim kapattı bu zindanlara? Bütün bu zavallıların suçu ne? Kimisi taşlarla bağrını dövüyor, kimisi demir çengellerle vücudunu paralıyor, hepsinin gözünde keder, ıstırap ve ölüm okunuyor. Kim onları bu acılara mahkûm etti?.. Günah işledikleri için Tanrı... Tanrı dedikleri nedir? İyilik timsali bir Tanrı... İyilik timsali bir Tanrı gözyaşlarıyla yıkanmakta zevk bulabilir mi? Duyulan büyük korku onun rahmetine küfür sayılmaz mı? Suçlular bir zorbanın öfkesini yatıştırabilselerdi daha ne isterlerdi?

VIII

öyle insanlar vardır ki, onlar için Tanrı’dan korkarlar dememeli de, Tanrı’yı korku şeklinde bilirler demelidir.

IX

Bana Yüce Varlık diye tanıtılan şeyin görünüşü­ne, öfkeye düşkünlüğüne, öç alışının şiddetine, batırdığı kimselerin elinden tuttuğu kimselere oranı bakı­mından yapılacak karşılaştırmalara bakarak, en doğru kişi bile onun varolmadığı sonucunu çıkarabilir. İnsanlar, öte dünyada korkacak hiç bir şey olmadığına inanabilseydiler, bu dünyada daha rahat olurlardı: Tanrı yoktur düşüncesi hiç kim seyi korkutmaz, ama ya dedikleri gibi birisi varsa, düşüncesi insanı korkutur.

X

Tanrı'yı ne çok iyi olarak düşünmeli, ne de kötü. Adalet, rahmetle lânetin orta yerindedir, nasıl ki, bitmiş acılar ceza görmemekle sonsuz cehennem işkencesi arasındadır.

XI

Tutkulara bağlılıktan doğan karanlık düşüncelerin, uygulamadan çok beğeni konusu olduğunu biliyorum . Tanrı’yı daha çok sevmek için kendi kendinden kıyasıya nefret etmek ve dindar olmak için umutsuzluk içinde yaşamak gerektiğini anlayamayanlar som sofulardır. Onların sofuluğu neşeli, bilgeliği insancıldır. Peki ama aynı mihrabın dibinde secdeye varan insanlar arasındaki bu duygu ayrılığı nereden doğuyor? Dindarlık bu kötü tabiat (huy) kanununa uymak zorunda mıdır? Ne yazık! Ondan nasıl sakınmalı? Onun etkisi aynı sofu kişide bile apaçık farkedilir: Bir sofu heran için karşısında bir öc alıcı veya bağışlayıcı Tanrı, bir cennet veya cehennem görmek­te, ya korku ile titremekte, ya da sevgiyle yanıp tutuşmaktadır. Titreten ve ter döktüren nöbetleri ile sanki bir sıtmadır bu.

Estetik, beğeni yargılarının incelenmesi midir?

Fransız estetikçisi Etienne Souriau, estetiği nesnesiyle belirleyen bu tanımı epistemolojik olarak diğer tanımlardan daha gelişmiş, daha işlenmiş bulur; başlangıcı bakımından Kant’a kadar uzandığı halde, epistemolojik kolaylıkları ve normatif bilimlerle koşutluk (paralellik) gibi bir yöntemsel durumu yeğ tutmasıyla uzun süre canlı kaldığını söyler.

Estetik olgunun, beğeni yargısıyla tanımlanması, mantıkın, törebilimin ve estetiğin temel sorunlarını birbirine benzer bir tarzda düzenlemekte titizlik gösteren filozoflarca uzun süre üstün tutulmuştur. örneğin, Fransız Felsefe Derneğince geliştirilmiş Eleştirel ve Teknik Felsefe Sözlüğünde estetik şöyle tanımlanmaktadır: «Güzel ile Çirkin arasında bir ayrım yapmak üzere uygulanan değerlendirme yargılarını konu alan bilim dalı.» Aynı yapıtta mantık da şöyle tanımlanmıştır: «Doğru ile Yanlış arasında bir ayrım yapmak üzere uygulanan değerlendirme yargılarını konu alan bllim dalı.»

Bu mantıksal üstünlüğüne karşın, ya da belki de bu çok fazla mantıklı hava yüzünden bu tür bir estetik kavramı pek tutulur olmayacaktı bugün. Fakat laboratuvar yöntemleriyle çalışma yönünden elverişli oluşu, bu kuramın, deneysel estetikçiler tarafından canlı tutulması sonucunu vermiştir. Sorunu daha iyi koyabilmek için deneysel estetiğin ne olduğuna kısaca bir göz atalım. Estetik olguyu, kendine özgü bir tarzda inceleyen deneysel estetik (tıpkı deneysel ruhbilim gibi) çoğu kez zımnî kurgusal(speculatif) konutlar (postulat) koyarak işe girişir. örneğin, estetiği beğeni yargısıyla tanımlama gibi. Bütün diğer tanımlar arasında bu tanıma tanınan ayrıcalık nereden geliyor?

Gerçekten etkili olmaktan çok, alışılmış birtakım deneysel yargılar vermek bakımından çok kolay yollar sağlamasından tabii. örneğin, deneye katılan kişilere «uyartılar» görevini görecek bazı sanat yapıtlarının kartpostallarını ya da ufak müzik kayıtları vermek ve onlardan bu resimleri ya da müzik parçalarını «tercih sırası­na göre» sıralamalarını istemek çok rahattır. Birtakım sayısal sonuçlar elde edildikten sonra işler kolaylaşmış demektir artık; geriye, elde edilen bu sonuçları yerleşik teknik reçetelere göre matematiksel olarak kullanmak kalır. Ve böylece estetik olgunun incelendiği sanılır.

Souriau, deneysel estetiği şu yönlerden eleştirir, yetersiz bulur:

1) Deneyde kullanılan nesnenin özelliğine göre, sağ­lanan yargının özelliğini tanımlamak: örneğin bir resim üzerinde yapılan bir deneyin mutlaka estetik bir yargı sağlayacağını söylemek olanaksız, hatta saçmadır!

2) Bazı kimseler (örneğin, tablo kopyaları karşısında çocuklar, ustaların tabloları karşısında işçiler ya da kültürsüz burjuvalar, kendilerininkine yabancı bir kültürün verileri karşısında başka kültürden insanlar: Mozart'ın bir sonatını dinlerken Japonlar, ya da Nö'nun müziğini dinlerken Avrupalılar) estetik duyarlığın bu tür uyarımına karşı kesin olarak karşılık vermeyebilirler; oysa, başka uyartılar karşısında, örneğin çocuğun karşısına bilyeler ya da kalem kutuları koysanız; işçiyi, burjuvayı otomobillerin, uçakların önüne götürseniz; Japonlara, Avrupalılara yetiştikleri müziği dinletseniz çok canlı ve ince bir duyarlık gösterebilirlerdi.

3) Uyartı, herhangi bir estetik duyarlık uyandıramadığı durumlarda, bir tercih yapması istenen deney kişisi, bu duyarlığa yabancı nedenlerle, örneğin bir tablo karşısında, işlenen konuya, anlatılan olayın duygusallığına göre karar verecektir.

Ayrıca şunu önemle belirtelim: beğeni yargısı çok ince ve hatta deneysel olarak çok doğru, çok kalıcı olabilir. Ama sonunda küçücük bir olaydan başka bir şey değildir. Pratik laboratuvar koşulları içinde, küçücük posta kartları ile, müzik parçacıkları ile, bir konserde ya da bir tiyatroda büyük bir sanatçının bir sanat yapıtı üzerinde yaptığı yorumun uyandıracağı coşku gibi kolektif olabilecek yoğun estetik olgular meydana getirmek olanaksızdır.

Bir gün bir yerde aniden insanın karşısına çıkan çarpıcı bir doğa görünümünün bütün ömürce unutulamaması...

Kimi zaman bir şiir okurken, bir müzik dinlerken gözyaşlarını tutamaması insanın... Okuduğu bir romanın, gördüğü bir filmin, bir oyunun yeni yetişmekte olan bir delikanlının bütün yaşamını ve dünya görüşünü etkilemesi... Bütün bu olayların, laboratuvar deneylerinin perspektifi dışında olması bir yana, onları bir beğeni yargısı çalışmasına indirgemek olanaksız ve saçmadır.

Çocuğunun boğulmak ya da bir araba altında ezilmek üzere olduğunu gören bir annenin o anda attığı korkunç çığlığın temelde bir değerlendirme yargısı: çocuğunun ya­şamasını ölümüne tercih ettiğinin bir bildirisi olduğunu kabul etmek için insanın soyut mantık yobazı olması gerekir.

Bu çığlıkta elbette bütün diğerleriyle birlikte böyle bir yargının da payı vardır, ama böyle bir çığlık atan insan varlığı gibi canlı bir evrenin tüm sarsılışını bu yargı eylemine bağlamak saçmadır. Başka bir söyleyişle, çoğu zaman farkında olmaksızın yalnızca göz önüne aldığı olgular arasında bir seçme yapmakla yetinen deneysel yöntem, elektriği ancak küçük gerilimler için yeterli voltmetre ya da amper metrelerle inceleyip, daha büyük elektrik olaylarıyla karşı­laşacağını hesaba katmayan bir fizikçinin eylemine benzer.

Deneysel estetiği tümüyle yadsımaksızın, böyle küçük voltajlara göre ayarlanmış aletlerle yaptığı deneylerle tüm estetik olgu alanını tanımlamaktan sakınması gerektiğini de söylemek gerekir. Estetik olgunun doğru İnsanî boyutlarını bize ancak büyük estetik' olayların verebileceğini göz"Or'tünden uzak tutmamalıdır. _ özellikle, sanatçının yaratıcı emeğinde, çalışmasında yalnızca onun değerlendirme yargılarını incelemek, bu çalışmadaki gerçekten dinamik şeyleri: ortaya çıkardığı tinsel gücü, yaratmak istediği şeye doğru atılımını, yapıtın ilerleyişini ve oluşumunu gözden kaçırmak olurdu.

Bütün bu nedenlerle, estetiği beğeni yargılarının bilimi diye tanımlamanın, çağdaş düşünceyi doyurmadığını görü­rüz - estetiği güzel'in bilimi diye tanımlayan düşünce sistemine yapılan itirazlar burada da geçerlidir. Aslında «be­ğeni yargılarının bilimi» kuramı, «güzel'in bilimi» kuramı­nın itirazlara karşı bilgiççe gizlenmiş, elden geçirilmiş, dü­zeltilmiş şeklinden başka bir şey değildir.
  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP