Nietzsche Düşüncesinde Ontogenetik Estetizasyon

Nevzat CAN

Özet

"Sanata ontogenetik, yani dünya-yaratıcı bir önem atfeden ve doğan her şeyin sanatsal bir irade sonucu ortaya çıktığını söyleyen Nietzsche “doğa”yı ve “doğal olan”ı insanın yaratımları olarak görmektedir. Nietzsche, içinde yaşadığımız dünyanın sürekli olarak yaratılan ve yeniden yaratılan bir sanat yapıtı olduğunu, dünya denilen bu yanılsama ağının ardında ve ötesinde hiçbir şeyin bulunmadığını dile getirir. Nietzsche bir sanat yapıtı olarak kabul ettiği dünyanın insan tarafından yaratıldığını düşünmektedir. Aslında bu anlayış, dünyanın dünya olması itibariyle insanın onu anlamlandırmasına, ona yönelmesine gereksinim duyduğunu ima ediyor gibidir. Sanat, doğanın biçiminin değiştirilmesi, dikkatlerin insan varoluşundaki trajik duruma çevrilmesi ve dünyada varolan bütün olumsuzlukların ortadan kaldırılması gibi bir işlevi yerine getirebileceğinden dolayı oldukça önemlidir."

-------

Schopenhauer’in yazıları Alman şair ve filozofu Nietzsche’nin ilk dönem felsefesinin üzerinde derin bir etki yapmıştır. Evreni bir tasarım olarak gören ve onu kör bir iradenin altına yerleştiren, o doğrultuda yorumlayan Schopenhauer’e göre insanın kendi özünün bilincine varması ve mutluluğa ulaşması için kendini aşması gerekir. İnsanın, kendini aşması da her şeyi egemenliği altına almış olan bu bilinçsiz istemin baskısından kendini kurtarmasına bağlıdır. Kendini kurtarmanın çeşitli yolları arasında en önemlisi sanattır. Sanatlar arasında “her yerde anlaşılan ve gerçekevrensel bir dil” olarak kabul edilen “musiki”, insanın gerçekleştireceği basit bir hamleyle onun kendisini aşmasına yardımcı olacaktır. Nietzsche, felsefenin “paslı kilidi”ni Schopenhauer’den aldığı bu görüşlerle açmıştır. Nietzsche için de sanat, bireysel yaratıcılık açısından en temel insani eylemdir.

İnsanın mutluluğunun, irade özgürlüğünün, musikinin özünde bulunduğuna inanan Nietzsche’ye göre Dionysos törenlerinde insan kendi sınırlarının ötesine geçer, bir bütünlük arzeden evrenin coşkunluğu içerisinde erir ve her türlü gizemin ve var olanın ana kaynağına iner. Nietzsche, Yunan dinindeki iki “sanat tanrısı” Apollon ve Dionysos’un simgelediği iki karşıt ilke veya güdü arasındaki etkileşimden doğduğunu kabul ettiği tragedyayı bir sanat türü olarak tanıtır. Nietzsche’ye göre “Apollonca heykel sanatı, yani şekil verme sanatı ve Dionysosca müzik sanatı, yani tutkuları serbest bırakma sanatının uzun bir süre, baskın tutku ve sanatın varoluşun tek prensibi olmak için birbirleriyle savaşmalarının ardından oluşturdukları sentezin ürünü” olarak kabul edilen ve Yunan sanatının zirvesi olarak düşünülen trajik drama, insan mutluluğunun ve kendini aşmanın en temel kaynağıdır. Çünkü insan, biçim güzelliğine ve uyuma dayanan sanat aracılığıyla kendisini, kendi varlığını dünyaya katar. Bir başka ifadeyle, bu her iki etkinlikle insan, dünyayı insanileştirir ve onu antrophomorphik bir çerçevede yeniden değerlendirir ve var kılar. İki karşıt içgüdünün; taşkınlıkla dengenin iç içe geçtiği, birbirini özümsediği, sindirdiği zaman ortaya çıkan tragedya, “Dionysosça bir doğuş-oluş”un ürünüdür. “Dionysosca olmanın büyüsü altında yalnız kişi kişiyle yeniden bağlantı kurmaz, doğanın coşkunluğu içinde sevince kapılarak birbirine diş bileyenler, yabancılaşanlar, yitirdiği oğlu ile buluşunca sarmaş dolaş olan bir insan gibi birbiriyle kaynaşır. Seve seve döker ortaya bolluklarını doğa, çöllerin, kayaların yabanileri barışır, çiçeklerle, çelenklerle donanır Dionysos’un arabası: Aslan, kaplan koşulur boyunduruğuna.” Bu iki karşıt gücün birleşip kaynaşması sonucu bir eylem akışı içerisinde ortaya çıkan ve yalnızca insanın değil aynı zaman da çağların ürünü olan sanat, evreni bir bütünlük içerisinde kavrar ve tüm bir insan nesline hitap eder.

Nietzsche’ye göre her türlü sanat etkinlik ve ürününü kendi içerisinde barındıran tragedyanın ortaya çıkışı, birbirlerine karşıt özellikler taşıyan Apollo’ca olanla Dionysos’ca olanın birleşmesi sonucudur. İki ayrı prensip ya da güdüye dayalı olarak ortaya çıkan bu iki ayrı sanat dalı arasında öz bakımından bir karşıtlık vardır. “Kaynakla erekler bakımından, Apollo’ca olan yontu sanatıyla, Dionysos’ca dış biçime dayanmayan müzik arasında oldukça büyük bir karşıtlık çıkar ortaya…Yolların ayrı olmasına karşın bu iki eğilim yan yana gider. Çokluk birbirleriyle açıkça çatışırlar, karşılıklıolarak yeni, güçlü doğumlar uğruna. Bu karşıtlığın savaşını sürdürmek için kaynaşırlar.”

Sanatı ve felsefeyi varoluşun mahiyetiyle ilgili hakikate doğru temel yönelimler olarak betimleyen Nietzsche, Sokrates’in kuramsal aklının veya biliminin insanlık durumuyla ilgili o korkutucu hakikatten kaçmak veya onu bastırmak için yapılan korkakça hileleri temsil ettiğini, buna karşın trajik efsanelerin üstünlüğünün, Grekler’in bu efsaneler sayesinde varoluş hakkındaki o nahoş hakikatle cesurca yüzleşmiş olmalarından kaynaklandığını ima eder. Bu nedenle, Nietzsche’nin paradoksal argümanı sanatın, varoluşun gerçek mahiyetini açığa vurarak, kuramsal aklın veya bilimin vaat ettiği, ama yapamadığı şeyleri başardığını savunur.

Sanata ontogenetik, yani dünya-yaratıcı bir önem atfeden ve doğan her şeyin sanatsal bir irade sonucu doğduğunu söyleyen Nietzsche, “doğa”yı ve “doğal olan”ı insanın yaratımları olarak görmektedir. İçinde yaşadığımız dünyanın sürekli olarak yaratılan ve yeniden yaratılan bir sanat yapıtı olduğunu ve bu yanılsama ağının ne ardında ne de ötesinde hiçbir şeyin bulunmadığını dile getirmekte, varoluş ve dünya ancak estetik olgular olarak ebedi gerekçelerini bulurlar, demektedir. Nietzsche’den önce birçok filozof, düşünce ile hayat arasında dolaysız bir ilişki kurma çağrısında bulunmuşlardır ancak bu filozoflardan hiçbiri dünya ve hayat karşısında estetist bir hamlede bulunmamışlardır. Oysa dünyayı bir sanat yapıtı; insan yaratımının bir ürünü olarak düşünen Nietzsche, onu anlamlandırmanın yolunun rasyonel bir süreçle değil, içgüdünün içerisinde yer alan bir dehanın ona yönelimiyle olanaklı olabileceğini düşünmektedir. Hemen hemen tüm filozoflar, “varoluş ve dünya”yı gerekçelendirmede bir Tanrı’ya, daha doğrusu bir yaratıcıya başvurmuşlardır. Tersine, dünyayı bir sanat yapıtı olarak gören Nietzsche, her türlü yaratıcı fikrini dışlayıp, Tanrı’nın ölümünün yarattığı bir krizin sonucu olarak, başka hiçbir yaratıcı güç ve fonksiyona gereksinim duymaksızın dünyanın “kendi kendini doğuran” bir sanat yapıtı olduğundan söz eder. Çünkü sanatın güç isteminden hareketle kavranan özü, her şeyden önce onun güç istemi yönünde kendi kendini kışkırtmasında, kendini aşma isteğini dürtüklemesindedir.

Nietzsche’nin estetizmine giden yolu açacak olan “Tanrı’nın ölümü”nün doğurduğu krizdir. Çünkü bu şekildeki bir kriz inancı, varolan dünyanın hükümsüz görülerek mahkûm edilmesini içerir. Bu hükümsüzlüğün fark edilmesi nihilizm olarak bilinen şeye denk düşer. Ama Nietzsche, iki tür nihilizmin varlığından söz etmektedir: Bir tarafta, Nietzsche’nin dünyanın hükümsüzlüğünün sunduğu fırsat olarak gördüğü şeye cevap vermeyi başaramayan bir nihilizm vardır. Bu nihilizm, varolanbütün değerlerin değersizleşmesini ezici ve sıkıntı verici bir şey olarak görür. Bu kriz karşısında insan aktif değil pasiftir ve de estetik olmayan bir tavır takınmıştır. Diğer tarafta ise aktif, estetik bir nihilizm vardır. Bu nihilizmde boşluktan korkuyla geri çekilmek yerine, onun üzerinde dans edilir. İnsanlar, kendi varlıklarına uygun bir dünya yok diye sızlanacakları yerde bir dünya icat ederler. Böylece insanlar, doğal sınırlar tarafından engellenmeksizin kendi varoluşlarının sanatçıları olurlar.

Nietzsche’nin estetiği dikkate değer ve oldukça çekici bulmasındaki en önemli nokta yaratıcılık kavramıdır. Çünkü sanatçının hiçbir şeyi olduğu gibi görmemesi ve daha dolu, daha yalın, daha güçlü görmesi ve aynı zamanda varoluşun sunduğu kaba malzemeyi kendi suretinde yaratılmış bir şeye dönüştürmesi, onun yaratma yeteneğinden dolayıdır. Sanatçı, bu yaratma yetisi aracılığıyla olanla yetinmemekte; her zaman bir olması gereken, yeni baştan yaratılması gereken bir dünyanın özlemi içerisindedir. Sanat, hayatı mümkün kılmanın en büyük aracıdır, hayata götüren büyük ayartıcı, baştan çıkartıcı, hayatın uyarıcısıdır. Sanat, hayatın yadsınmasına, Hıristiyanlığa, Budistik olana, nihilistik olana karşı iradenin tam anlamıyla biricik üstün karşı gücüdür. Ancak yine de Nietzsche, sanatı bir hakikat olarak değil bir yanılsama aracı olarak görmekte ve sanat istemini de, yalan söyleme, hakikatten uzaklaşma, hakikati olumsuzlama ( negation of truth) istemine bağlamaktadır.  Nietzsche’nin estetiğe öncelik tanımasının nedeni, onun bize “gerçeklik”e ilişkin derin bar anlayış kazandırması değildir. Tam tersine, sanat açıktan açığa bir yanılsama alanıdır ve bu haliyle de mantık ve diyalektiğin farkında olmadıkları yanılsamalarının tam karşı kutbunda yer alır.

Nietzsche’ye göre, insan, gerçekliğe hiçbir durumda ulaşamaz. İnsanın rasyonel bir varlık olduğu da tartışmalıdır. İnsanın yapmış olduğu soyutlamalar, kılık değiştirmiş metaforlardan başka bir şey değildir. İnsanın kullandığı dil ise mantıksal doğruluğu değil, kendisinin doğuştan gelen estetik yaratım yeteneğini cisimleştirir. Aslında Nietzsche’de sanat ile gerçeklik arasında olmasını istediği ayrıma benzer türden bir dil-gerçeklik ayrımı vardır. Nietzsche, dilin “bütün gerçekliklerin yeterli ifadesi” olmadığını, dilin gerçeklikle hiçbir bağlantı kurmadığını, yalnızca kendi kendine, kendine-yeterli bir dünya uydurarak yanılsamasını ilettiğini söylemektedir. Böylece der, Nietzsche, herhangi bir sözcüğün bir şekilde temsil ettiği şeyin yeterli bir ifadesi olduğu ve o nesnenin sahip olduğu bütün özellikleri içerdiği zannedilmektedir. Oysa bu sözcük temsil ettiği kabul edilen nesnenin özelliklerinin sadece bir tanesini dile getirmektedir, ki bu durum da sözcüğün keyfi olarak o nesneye atfedildiği anlamına gelmektedir. Nietzsche’ye göre, dış dünyadaki nesnelerden söz ettiğimizde nesnelerinkendilerine ilişkin bir şeyler bildiğimize inanırız. Halbuki elimizde sözünü ettiğimiz nesnelere ilişkin metaforlardan başka bir şey yoktur ve bu metaforlar da asıllarına kesinlikle tekâbül etmemektedirler. Kısacası, dilin kuruluşu “… mantıksal çizgiler üzerinde ilerlememişti ve doğruluğu araştırmakta olan insanın, araştırmacının, felsefecinin çalışmak için kullandığı ve inşâ ettiği bütün malzeme eğer bilinmeyen herhangi bir yerden gelmiyorsa, şeylerin özünden hiç gelmiyor demektir.

İnsan, istenirse rasyonel bir varlık olarak da tahayyül edilebilir. Ama insanın bu varsayımsal rasyonel statüsü, somut metaforları bir şema içinde buharlaştırma ve böylece bir imgeyi bir kavram halinde çözündürme yeteneğine dayanır. İnsan, bu şemalardan yola çıkarak nesnelerin gerçekliğini ifade ettiğini zanneder ama aslında tamamen insana özgü bir yaratım olan yasalardan, ayrıcalıklardan, alt düzenlerden, sınırlamalardan oluşan bir dünya inşâ eder. Bu kuramsal dünya, “ilk izlenimlerin oluşturduğu somut dünyanın karşısına, ikisi arasında daha değişmez, daha genel, daha tanıdık, daha insani ve bu yüzden de düzenleyici ve buyurucu olan dünya olarak çıkar.”  Ancak ne kadar sert ve katı görünürse görünsün kavramsal dünya aslında insanın temel yetisi olan fantezisinden gürül gürül fışkıran imgeler yığınının katılaşmış ürününden ibarettir. Bu noktada Nietzsche’nin bu ifadeleri, Kant’ın insan zihninin dış dünyanın bilgisini edinebilmek için dış dünyaya yasalar dikte ettiği ve fenomenler dünyasını kurarak onun bilgisini edindiği şeklindeki görüşünün tersine çevrilmişliğini çağrıştırmaktadır. Çünkü, Kant’a göre de insanın hazır-verilmiş olarak bilgisini edinebileceği bir dış dünya mevcut değildir. Kavramsal dünyanın insanın fantezisinden kaynaklanan imgeler yığını olduğunu dile getiren Nietzsche’nin bu görüşü açıkça göstermektedir ki, O, “öznede nesnenin hiçbir ifadesi yoktur” şeklindeki bir anlayışı savunmaktadır. Özne, nesne hakkında hiçbir şey söylememektedir. Çünkü, özne ve nesne birbirinden mutlak olarak iki ayrı alandır ve bu iki alan arasında hiçbir nedensellik, kesinlik, ve ifade ilişkisi yoktur, olsa olsa estetik bir ilişki vardır. Bu nedenle hakikat, bize gerçeklik hakkında herhangi bir şey söylemez. Tersine insanın estetik gerçeklik kavrayışı hakkında bir şeyler söyler. Demek ki hakikat, nesneye ilişkin bir özellik ya da bir durum olmayıp tamamen dilsel olan yani söyleme ilişkin olandır. Hakikatler yanılsama oldukları unutulmuş olan yanılsamalardır. Zaman içerisinde aşınmış olmalarından dolayı duyumsal güçlerini yitirmiş olan metaforlardır. Metaforların bu şekilde değer kaybedip kavramlara dönüşmesi ve herhangi bir değerinin olmadığı düşüncesiyle bir kenara bırakılan mantıksal düzen karşısında Nietzsche, ikili bir tavır takınmaktadır: Bu nedenle Nietzsche, kavramsallaştırma gücünün insanın varlığını devam ettirebilmesi için kesinlikle zorunlu olduğunu düşünür.

Hatta, hayatta kalmanın zorunluluklarıdır böyle bir gücün ortaya çıkmasına sebep olan… İnsan, ancak izlenimlerini kavramlar şeklinde genelleştirerek kendi hayat ve hareket gemisini onlara bağlayabilmiştir. Ancak metaforları buharlaştırıp şemalar haline getirerek hayvan dünyasının dışına çıkabilmiştir. İnsan, canlı metaforları solgun, soğuk kavramlara dönüştürerek, nesnelerin başlıbaşına bir hakikat olduğu şeklindeki sarsılmaz inanca ulaşır ve bu inanca bağlı olarak “biraz sükun, kesinlik ve önem”e sahip olan bir hayat yaşayabilir. Demek ki, insanın yarattığı kavramlar yapısı, insan hayatında vazgeçilmez bir rol oynamaktadır. İnsanın ancak mevcut deneyim akışından kaçarak insan olabileceğini, insanın düşünerek, düşünüp taşınarak, karşılaştırma yaparak, analiz ve sentez yaparak, tarih dışı olanı sınırlamasıyla, ortalığı kapsayan sis bulutlarının içinde aydınlık, parlak bir ışığın doğmasıyla, geçmişi yaşam için kullanmak, yaratmak gücüyle, insan insan olabilir. Özünde estetik bir karaktere sahip olan ve onun dolayımsızlık ölçütüne duyduğu bağlılığı dile getiren bu açıklamalar, hiçbir biçimde Nietzsche’nin ilk, “estetik” dönemiyle sınırlı değildir. Tam tersine, onun bütün entellektüel hayatı boyunca değişmeden kalır ve “olgun” dönem düşüncesinde de önemli bir unsur olmayı sürdürür.

Nietzsche’nin sanat anlayışının bu yönü önemlidir, çünkü o, bunu kendisinin gerçekleştirdiği her türlü etkinliğe uygular ve “olgun” döneminde kendini sadece bir sanat gözlemcisi olarak değil, bir “sanatçı-filozof” olarak görür.

Nietzsche, içgüdünün dolayımsızlığını kavramlarda örtük olarak bulunan dolayıma tercih etmektedir: “…Deha, içgüdünün içerisinde bulunur; iyilikte öyle. İçgüdüsel olarak hareket eden bir insan, yetkince hareket etmiş olur.” Aslında Nietzsche’nin kendisi kendi düşüncesinin çok temel bir anlamda estetik bir yapısı olduğunu ve bu estetik unsurun, kendisinin bir düşünür olarak sahip olduğu önemin merkezinde yattığını düşünüyordu. Nietzsche’nin düşüncesindeki estetik boyut, dolayımsızlığa duyduğu kendine özgü bağlılık ve dolayımsızlığı reddedişi göz önünde bulundurularak ele alınmalıdır. Nietzsche’nin dolayımsızlık karşısındaki karmaşık yaklaşımına en iyi şekilde, Apollo ile Dionysos arasındaki karşıtlığı kullanması yoluyla yaklaşılabilir. Nietzsche, Apollocu/Dionysoscu karşıtlığının ona, Helenik karakter hakkında, kendi döneminin biliminin ortaya koymuş olduğu temel iddialarını sorgulamasını sağlayan sıra dışı bir içgörü kazandırdığına inanır. Bakışını Greklerin iki sanat Tanrısına çevirdiğini söyleyen Nietzsche, bu iki tanrının oldukça derin olan varlığında ve ayrı ayrı sanat evrelerinin kendileri için belirlemiş oldukları yüksek hedefler içerisinde bu her iki sanatın dipdiri ve apaçık yansıtıcılarını tanıyıp saptadığını belirtmektedir. “Apollo, gözlerimin önünde, bireyleşme ilkesinin açıklayıcı üstün usu olarak duruyor, Apollo ile çözüm gerçekten aydınlığakavuşmuştur: Dionysos adına düzenlenen gizemli bayram çağrısı altında, bireyleşmenin sürgüne gönderilmesi kaldırılmış, artık oluşun kaynaklarına, varlığın en derin özüne giden yol ortada apaçık durmaktadır. Apollo’ca olandan doğan biçimci sanatla, Dionysos’ca sanattan kaynaklanan müzik arasında aralıklı olarak ortaya çıkan bu korkunç karşıtlık, büyük düşünürlerden biricik olana göre, toplum içinde açıklığa kavuşmuştur.” Sanatçı bir içten yaratmayla meydana getirir yapıtını. Sanatta içten doğuş, coşkun bir güç olarak kendisini dışa vurma gereği duyar. Sanat yapıtı da bu dışa vurmanın bir gereği olarak ortaya çıkar. Bunun en açık örneği musikide ve şiirde kendini gösterir. Bu sanat ürünlerinin her ikisinde de insanın yaratıcı gücünü zorlayan bir itim vardır. Bu nedenle Nietzsche, “içten doğuş, müziğin özüne bağlıdır” der. Bu sözlerle musikinin bir göz sanatı olmadığını, bir duyuş, bir seziş olduğunu anlatmak ister. Musiki, insan özünün, doğanın dilidir, onun derinliğinde saklanmış olan karşıtlıkların birleştiği yerde ortaya çıkmakta, bir yaratma niteliği kazanmakta ve evreni bir bütün olarak dile getirmektedir. Bu yüzden Nietzsche, musikinin simge evreninin dille olan ilişkisinin tüketici bir ilişki olmadığını, aksine onu aştığını dile getirmektedir. “Çünkü müzik temel Bir’in gönlünde derin bir karşıtlığa, temel acıya, simgesel olarak dayanır, böylece bir ortamı simgeleştirir, bu evren her görünüşün üstünde, her görünüşün önündedir. Onun karşısında her görünüş bir benzerlik olmaktan öteye geçmez. Bu nedenle dil, görünüş olaylarının bir öğesi, bir simgesi olarak müziğin çok derin içevrenini hiçbir zaman ve hiçbir yolla açıklayamaz, anlatamaz, onlar olduğu gibi kalır. Dil müziğe ancak öykünmeyle yönelir, onun müzikle ancak dıştan ilintisi olabilir.”

Nietzsche, sanatın (özellikle tragedya sanatının), gerçekliği yadsımaya değil, olumlamaya yol açması gerektiğini düşünmektedir. Ancak gerçeklerin bilgisi söz konusu olduğunda Nietzsche, sanatçının düşünürden daha zayıf bir ahlaka sahip olduğunu ve sanatçının, hayat hakkında ortaya koyduğu görkemli, derinlemesine anlamlı yorumlarının elinden alınmasına hiçbir durumda razı olmayacağını, kendisini yalın yöntemler ve sonuçlar karşısında savunacağını belirtmektedir. Sanatçı, sanki daha yüce bir insanlık onuru ve anlamı uğruna kavga ediyormuş gibi görünür. Gerçekte sanatçı, kendi sanatı için en çok etkili olan varsayımları, yani fantastik olanı, efsanevi olanı, şüpheli olanı, aşırı olanı, sembolik olanın anlamını, kendi kişiliğinin abartılmasını, dehada mucizevi bir şey olduğu inancını bırakmak istemez. Bu nedenle sanatçı, kendi yaratılış biçiminin devamını, herhangi bir biçimdeki gerçeğe bilimsel bir şekilde adanmaktan daha önemli görür. Sanat, silikleşmiş ve solmuş düşünceleri koruma altına alma görevini yerine getirmenin yanı sıra, onları bir parça ıslah eder. Sanat bu görevi yerinegetirirken farklı çağları sarıp sarmalar ve onların ruhlarının geri dönmesini sağlar.

Açıkçası, buradan çıkan şey, mezarlıkların etrafında bulduklarımız ya da sevilen ölülerin geri gelmesi gibi yalnızca yaşamın bir benzeridir ama en azından bir anlık da olsa eski duygu bir kez daha canlanır ve kalp, unutulmuş olan başka tür bir ritimle atmaya başlar. Şimdi, sanat genel olarak böyle bir işlevi yerine getirdiği için, eğer aydınlanmanın ve insanlığın ilerici tarzda erkekleştirilmesinin (masculinization) en ön saflarında yer almıyorsa, sanatçının kendisini mazur görme zorunluluğu vardır. Çünkü o yaşamı boyunca çocuk ya da genç olarak kalmıştır. Kendi estetik duygusuna ilk defa yenildiği noktada tutulmuştur. Ne var ki, yaşamın ilk evrelerinden kaynaklanan duygular, mevcut yüzyılın duygularına oranla açıkçası daha önceki zamanların duygularına daha yakındır. Sanatçının böyle bir niyeti olmadığı halde, insanlığı çocuklaştırmak onun görevi haline gelir. Bu durum da sanatçının hem ihtişamı ve hem de sınırlanmışlığıdır.

Nietzsche, bir sanat yapıtı olarak kabul ettiği dünyanın insan tarafından yaratıldığını düşünmektedir. Aslında bu anlayış, dünyanın dünya olması itibariyle insanın onu anlamlandırmasına, ona yönelmesine gereksinim duyduğunu ima ediyor gibidir. Çünkü bir çevrenin içerisinde bulunan “insan”, (diğer bütün hayvanlardan farklı olarak) o çevreyi, hem geçmişi hem geleceği ve hem de şu anı itibariyle bir “dünya” haline getirmektedir. Bir tarih tarafından yaratılıp onun belirlenimine tabi olmasına karşın, tarihi yeniden yaratıp daha sonraki nesillere tekdüze bir halde geçmesini engelleyerek, insanın nesnel olarak düşündüğü dünyayı bile kendi acılarından, sevinçlerinden, isteklerinden hoşnutluklarından, pişmanlıklarından, beklentilerinden ve bu dünyaya ilişkin her türlü anlamlandırmalarından bağımsız olarak kavrama olanağı yoktur. Yani dünya, insanla birlikte dünyadır. Dünya, insanın ona atfettiği özelliklerin bir toplamı gibidir. Yoksa bütün bu niteliklerin arkasında “kendi başına”, “ne ise o olarak” düşünülecek bir dünyadan söz etmek oldukça zor hatta olanaksızdır. Bir sanat yapıtı, özellikle edebi bir metin gibi düşünülen dünyanın, onu dünya olarak algılayan insan karşısındaki durumu, herhangi bir edebi metnin yazarının karşısındaki durumuna benzemektedir. Çünkü bir metni yazarından bağımsız düşünme olanağı (metnin var kılınması ve metne en temelde yazar tarafından yüklenen anlam bağlamında) yoktur. Ancak metnin yorumlanması ve yeniden yorumlanması açısından, metni yorumlayan insan, onu yapısal ve anlamsal açıdan birtakım değişikliklere uğrattığı için, bu yorum, metin yazarının onu anlamlandırma sürecinin dışına kaymış demektir. Aynı şekilde, dünyayı anlamaya çalışan ve yeni ya da farklı bir perspektiften bakan insanın dünyaya ilişkin getirdiği yorumları, daha önce farklı insanlar tarafından yapılan yorumların bir devamı olarakdüşünmemek gerekir. Ama bu demek değildir ki, bir sonraki yorumun bir öncekiyle hiçbir ilişkisi yoktur ya da olamaz.

Buraya kadar yapmış olduğumuz açıklamalardan da anlaşılacağı gibi Nietzsche, sanatın, varoluşun dehşeti, korkunçluğu ve saçmalığı karşısında insanların yaşama katlanmasını olanaklı kıldığını ve insanları varoluşun dehşetinden irkilmemeye, ürküp kaçmamaya, bütün bunların yerine varoluşun geliştirilmesine ve sürekli kendini-alt etmesine çaba göstermeye teşvik ederek yaşamın büyük uyarıcısı işlevini üstlenmesinden dolayı çok önemli olduğunu düşünmektedir. Aynı zamanda sanat, doğanın biçiminin değiştirilmesi ve dikkatlerin insan varoluşundaki trajik duruma çevrilmesi, dünyada varolan bütün olumsuzlukların ortadan kaldırılması gibi bir işlevi de yerine getirebileceğinden dolayı oldukça önemlidir. Çünkü insanlar, Niezsche’nin de belirttiği gibi “insan ızdırabının temel nedenlerinin farkına vardıklarında sanata ihtiyaç duyarlar” Demek ki, Nietzsche için sanatın önemi, insanın kendi anlamlandırmasına ve var kılma yetisine bağlı olarak ortaya çıkardığı ve “benim” diye sahiplendiği bir dünyada yaşamı sürdürülebilir kılmasındadır. Bunu da, insanların yaşama karşı vermiş oldukları mücadelelerinin, ızdıraplarının ve başarısızlıklarının şaşırtıcılığını, yüceliğini ve önemini kendilerine göstererek yapar.

Kaynak: Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı: 33, 195-204 (2004)

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP