DESCARTES VE SPİNOZA DÜŞÜNCESİNDE GERÇEK İYİ KAVRAMI - 3
|
O halde Spinoza’ya göre insan nedir?
Kartezyen gelenek çerçevesinde dünyada varolan her şeyin hem bir düşünce hem de fiziksel bir nesne olarak ifade edilmesi sonucunda insanın da hem beden hem de bir ruh olarak varolması ve bu iki boyut arasındaki ilişkinin açıklanması önemli bir problem olmuştur. Bu geleneğe bağlı bir filozof olarak kabul edilen Spinoza için de bu problem önemlidir. Descartes’in cevher düalizminin sonucunda şekillenen bu problemin Spinoza felsefesindeki çözümü nedir?
Bu sorunun cevabını bulmak için filozofun cevher anlayışına bakmak gerekmektedir. O cevheri şöyle tarif etmektedir:
“Kendi başına varolan ve kendisi ile tasarlanan, yani kendisini teşkil edecek başka hiçbir fikrin yardımı olmaksızın hakkında fikir edinebileceğimiz şeye cevher diyorum.” Spinoza burada kendi başına varolan ve kendi kendisiyle tasarlanan yani kendisini teşkil edebilecek başka bir yargıya ihtiyaç duymadan hakkında doğrudan fikir edindiğimiz şeyi cevher olarak tanımlamaktadır. Cevher kendi başına varolan ve kendi kendisiyle tasarlanan olduğuna göre, alemde aynı tabiatı ya da sıfatı taşıyan iki yahut bir çok cevher olamaz ve bu cevher zorunlu olarak sonsuzdur. Peki, bu cevher nasıl bilinecek? Cevher ancak sıfatları aracılığıyla bilinebilir. Sıfatlar cevheri tasarlamada hareket noktalarıdır. Sıfatları vasıtasıyla tasarlayabileceğimiz cevherin varlığı zorunludur. Çünkü cevherin özüne ait olarak tasarlayabileceğimiz sıfatların varlığı cevherin varlığını da zorunlu kılar. Tüm bu tanımlar çerçevesinde de Cevherle Tanrı arasındaki ilişki nedir? Sorunun cevabını şu tanımda buluyoruz. “Mutlak olarak sonsuz bir varlığa, yani sonsuz sıfatları olup başsız ve sonsuz özü bu sonsuz sıfatlarından her biriyle ifade edilmiş olan cevhere Tanrı diyorum.” diyen Spinoza, cevher ile Tanrı’nın aynılığını ortaya koymaktadır. Buna bağlı olarak da varolan her şey Tanrıda vardır ve Tanrı olmadan hiçbir şey varolamaz ve tasarlanamaz.
Bu durumda insan da Tanrı’ya bağlı olarak anlaşılmak zorundadır. Bu bağı anlamak için onun tavır kavramına bakmak gerekir. Tavır nedir? Mahiyeti nasıldır? Tanrı ile insan ilişkisi ne seviyededir?
Onun tavır tarifi şöyledir: “Cevherin duygulanışlarına, başka deyişle kendi kendisine değil, başka şeyde varolan ve ancak bu başka şey yardımıyla tasarlanan şeye tavır diyorum.”
Spinoza’ya göre tavır kendi başına duramaz, yalnız kendisi ile tasarlanan cevherde bulunur yani tavır ancak Tanrı’da varolabilir ve ancak Tanrı ile tasarlanabilir. Alemde yayılmış bütün tikel şeyler Tanrı’nın sıfatlarının duygulanışlarından ya da tavırlarından başka bir şey değildirler. Beden ve zihin de bu tavırlara bağlı olarak anlaşılabilirler.
Cisim yahut bedeni, uzamlı bir şey olarak görülmesi bakımından, Tanrı’nın özünü belirli ve gerektirilmiş bir tarzda ifade eden tavır olarak tanımlayan Spinoza’ya göre biz, bedenler ve düşünme tavırlarından başka hiçbir tikel şeyi duyamaz ve tasarlayamayız.
Yani beden ve zihin Tanrı’nın tavırları olarak anlaşılabilir. Zira düşünce ve uzam (ing.extention) Tanrı’nın sıfatlarıdır. Böyle olunca beden ve zihnin Descartes düşüncesinde yaratılmış da olsa birer cevher olarak tanımlanmasından kaynaklanan problem, burada ortadan kaldırılmaktadır. Çünkü Spinoza’ya göre beden ve zihin cevher değil, sadece cevherin tavırlarıdır. İnsan zihni Tanrı’nın sonsuz zihninin bir parçası, bedeni de fiil halinde varolan bir uzamın bir tavrından bir değişiminden başka bir şey değildir. İnsan ise Tanrı’nın tavırları olan ruh ve bedenden meydana
gelmektedir. “Buradan şu çıkar ki, insan ruh ve bedenden ibarettir ve insanın teni onun hakkındaki duygumuza uygun olarak vardır.” Şu halde tavır mahiyeti tavır ile birdir.
İnsanla münasebeti Tanrı’nın uzam sıfatı ile ilgilidir. Beden ile ruh arasındaki ilişki ise, ruhun, bedenin tabiatına dair upuygun bilgisi oranında açıklanabilir. İnsanın bedeni, her biri çok bileşik olan türlü tabiatta birçok şeyden meydana gelmiştir; insan ruhu da birçok şeyi algı ile kavramaya elverişlidir. Ruhun bedeni algılaması yoluyla bilmesi mümkün olduğuna göre, ruh bedeni bedenin
duygulanışlarına göre bilecektir. Çünkü insan bedeninin fikri ya da bilgisi Tanrı’ya, bağlı ona nispet edilerek elde edilebilir. Zira şeylerin düzeni ile fikirlerin düzeni aynıdır ve insan ruhu ve bedeni hakkındaki bilgi de aynı şekilde Tanrı’ya bağlıdır ve Tanrı’ya nispet edilmiştir.
Ruh bedeni de kendi kendisini de ancak bedenin duygulanışlarının fikirlerini kavrayarak bilebileceğinden, gerek bedeni gerekse kendi hakkında upuygun bilgiyi elde etmeye çalışmak onun hedefidir.
Peki, gerek bedeni gerekse kendi ile ilgili upuygun bilgi mümkün müdür?
Spinoza’ya göre insan ruhu insan bedenini oluşturan parçalara ait upuygun bilgiyi kuşatamaz. Çünkü bedenin duygulanışlarının fikirleri yalnızca insan ruhuna dayandırılırsa açık ve seçik değil, karışıktır. Ancak Tanrı’ya nispet edildiğinde açık ve seçik biçimde kavranmaları mümkündür. Aynı şekilde ruhta da ancak upuygun fikirlerden çıkan fikirler upuygundur. Bu bağlamda insan ruhunun kendi kendisini, kendi bedenini algılaması ve sadece Tanrı’nın ezeli ve sonsuz özü hakkında upuygun bilgi imkanı vardır.
Ruhun upuygun bilgiye ulaşabilecek kadar güçlü olması için insanın duygulanışlarının etkilerinin ve kuvvetlerinin incelenmesi gerektiğini düşünen Spinoza,bunun daha önce yeterince incelenen bir konu olmadığına işaret etmiştir. “Tanınmış filozof Descartes, insanı yetkin zannetmişse de, ben onun tutkularımızın ilk nedenlerine yükseldiğini ve onları baskı altına alma araçlarını bize tanıtmaya çalıştığını da biliyorum; fakat o, konusunu tamamlayamadı…” Öyleyse duygulanışların tabiatını, onların kuvvetini, ruhun onlar üzerindeki gücünü değerlendirdikten sonra insanın amacının gerçekleşmesi koşullarına bakmak gerekir. Önce duygulanıştan Spinoza ne anlıyor? Ona bir bakalım. Onun tanımı bedenî değişmelere ağırlık veriyor:
“Duygulanış deyince bedenin etkileme gücünün artmasına veya eksilmesine sebep olan Beden duygulanışlarını, aynı zamanda bu duygulanışların fikirlerini anlıyorum.”
Spinoza, burada bedende oluşan değişikliklerle bu değişikliklerin zihindeki yansımasının bütünlüğüne dayalı bir tanım yapmaktadır.
Öte yandan insan ruhu bazı şeylerde etkin bazı şeylerde de edilgindir. Zihin upuygun bilgiler, sahip olduğunda etkin, upuygun olmayan bilgilere sahip olduğunda edilgindir. Upuygun bilgiyi elde edecek ruhun, duygulanışları mümkün olduğunca tanıması, bedenin etkilerini bilmesi lazımdır. Çünkü bir ruh, upuygun olmayan bilgisi ne kadar çoksa o kadar pasif, karmaşık duygulara sahip, upuygun bilgisi ne kadar çoksa o kadar aktif ve o kadar berraktır. Ruhun düşünmesini gerektiren şey Düşüncenin bir tavrı olduğuna göre, ruh düşünerek upuygun bilgiyi elde etmek için çaba göstermek zorundadır. Bu çaba yalnızca ruha yönlendirildiğinde ne oluyor? Filozofumuzun düşüncesinde bu, irade olarak adlandırılmaktadır. Spinoza’ya göre irade ve zihin bir ve aynı şeydir. Yani zihin iradeyi ve onun fonksiyonunu da içermektedir. Aynı çaba ruh ve bedene çevrildiği zaman ise insanın özünü oluşturan iştah adını almaktadır.
Arzu ise hem iştah hem de iştahın bilincine sahip olmaktır. Arzulanan şey ise, ruhun kendi gücünü ve bedenin gücünü artıracak şeyi hayal etmektir. Çünkü insanın kendi duygulanışlarını yöneltme ve azaltmadaki güçsüzlüğü kölelik olarak kabul edilir ve kendi üzerindeki baskı altındaki gücü kaldırması gerektiği düşünülür İnsanın kendi üzerindeki baskıyı kaldırabilmesi için yapması gereken şey aklın düsturuna göre yaşamaktır.
Aklın düsturuna göre yaşamak nasıl olmalıdır?
Spinoza’ya göre bu, güç kazanma ve çok sayıda erdem kazanma, bunun için de iyi ve kötü hakkında bilgi sahibi olmaya bağlı bir hayattır. Etika’da dördüncü bölümde ifade edildiği gibi: “ İnsan faydalı olanı aramaya, yani kendi varlığını korumaya ne kadar çalışırsa, o kadar fazla güç sahibi olur ve o kadar çok erdem kazanır…” “ Mutlak olarak erdemle işlemek bizde aklın yönetimi altında asıl faydalının aranması ilkesine göre varlığını korumak, işlemek ve yaşamaktan başka bir şey değildir”
Aynı şekilde Spinoza açısından, bizde ilkesi akıl olan her çabanın bilgiden başka objesi olamayacağına ve asıl faydalının aranmasında varlığını korumak, işlemek ve yaşamak bir ve aynı şey olduğuna göre, gerekli bilgiye sahip olup bunu işlemek ve yaşamın amacı haline getirmek gerekir. Bu durumda iyi olanın bilgisini elde etmek yaşamın da gayesi olmaktadır. İnsanlar hep bir amaca göre, yani iştah duydukları faydalı olan şeye göre hareket etmektedirler. Faydalı olan aynı zamanda iyi olandır. Çünkü Spinoza, Yusuf Has Hacip gibi, iyilik ve kötülüğü insan doğasına faydalı olma kriterine bağlı olarak tanımlamaktadır.
“İyilik deyince, kesinlikle bize faydalı olduğunu bildiğimiz şeyi anlayacağım. Kötülük deyince, tersine, bir iyiliğe sahip olmamamıza engel olduğunu kesinlikle bildiğimiz şeyi anlayacağım.” diyen Spinoza iyi ve kötüyü, insan doğasına, dolayısıyla bu doğanın iki yönü olan ruh ve bedene, onların duygulanışlarına yani iştah ve arzularımıza bağlamaktadır. Bu çerçevede de bir şey, biz onu iyi zannettiğimiz için arzularımızın ya da isteklerimizin objesi değildir, tersine onu istediğimiz, arzu ettiğimiz için iyi olduğunu zannederiz. Öte yandan iyi ve kötü bilgisi, haklarında şuur sahibi olmamız bakımından sevinç ve duygulanışından başka bir şey de olmamaktadır. Gerçekten, upuygun bilgiye götürenden ya da ona sahip olmamıza engel olabilenden başka kesinlikle iyi ya da kötü olduğunu bildiğimiz bir şey yoktur.
Görülüyor ki aklın düsturuna göre yaşayan bir insan ruhunun bilgiden başka şeye iştahı olmaz ve kendini bilgiye götürenden başka bir şeyin faydalı olduğuna hükmetmez. Gerçekten iyi olan, upuygun bilgiye ulaşmaktır. Spinoza’ya göre, “ruhun üstün iyiliği Tanrı bilgisidir ve Ruhun üstün erdemi Tanrı’yı bilmektir.” Ve “erdemin peşinde gidenlerin yüce iyiliği hepsinde ortaktır ve hepsi bundan aynı derecede sevinç duyarlar.” Bu bağlamda da insanları ortak bir topluma doğru götüren şey onların akıl düsturuna göre yaşamalarını sağlayan şeydir.
Akıl düsturuna göre yaşamak mutlak bir egemenlik oluşturamayacağımız duygulanışların iyi yönetilmesi ve üzerlerinde güç kazanılmasıdır. Duygulanışların bilinmesi, bedenin duygulanışlarının düzen ve bağlantısının ruh tarafından bilinmesidir. Zira Spinoza’ya göre hakkında açık ve seçik bir kavram teşkil edemediğimiz, hiçbir beden duygulanışı yoktur. Aynı şekilde hakkında açık ve seçik bir kavram edinemediğimiz hiçbir ruh duygulanışı da yoktur. Buna bağlı olarak ahlâklılık denen erdem, duygulanışlardan doğan aşırı hallerin akıl ile yönlendirilmesi sonucu upuygun fikirlere dayandırılması olmaktadır. Buna göre ahlâklılık ilâhî bilgiye dayandırılmış olmaktadır. Bu durumda da tabiatımıza karşıt duygulanışların yani kötü duygulanışların hükmü altında bulunmadığımız sürece, bedenin duygulanışlarını zihin için geçerliği olan bir düzene göre sıralama ve zincirleme gücümüz vardır.
Peki, ruh bunu nasıl bilir?
Ruh bedenin bütün duygulanışlarını, yani şeylerin bütün hayallerini Tanrı fikrine uygun olacak surette bilir.51 Spinoza’nın genel düşüncesine uygun olarak şeylerin düzeni ve bilgi Tanrı’ya bağlıdır. Bilgi ile duygulanış arasındaki bağlantı gereğince de kişinin kendi duygulanışları ile bilgisi yani tabiatı ile bilgisi ve Tanrı’nın bilgisi ile sevgisi arasında ilişki oluşturulur. Tanrı sevgisi ve bilgisi, bilginin ilerleyişinde ve ahlâklılığın gerçekleştirilmesinde bir tür zorunluluktur. Spinoza’ya göre, “Tanrı’ya karşı sevgi ruhta en büyük yeri almalıdır.”
Spinoza’ya göre bu bilgi nasıl bir bilgidir?
Ruhun yüce çabası, yüce erdemi olan bu bilgi üçüncü bilgi tarzı ile elde edilen bilgidir. Bu bilgi Tanrı’nın sıfatlarının upuygun fikrinden, şeylerin özünün upuygun bilgisine doğru giden bilgidir. Biz bu bilgiye ne kadar fazla sahip olursak Tanrı’yı o kadar çok biliriz. Bu nedenle ruhun yüce erdemi, gücü ve tabiatının çabası üçüncü bilgi tarzı ile bilmek olmaktadır. Üçüncü bilgi tarzı ile bilgi edinmede ruhun bu bakımdan edinebileceği en yüksek memnunluk duyulacağı kabul edilmektedir. Yani entelektüel yeterlilik ile ilişkili bir ruhsal doyum öngörülmekte, bu bir erdem olarak sunulmaktadır.
Üçüncü bilgi tarzı Spinoza’nın bilgi sınıflamasında bulanık algıdan gelen bilgiden ve şeylerin özellikleri hakkında fikirlerimiz ve ortak kavramlarımızla ilgili akıl bilgisinden farklı olarak Tanrı’nın bazı sıfatlarının şekilli özü hakkında fikirlerden,şeylerin özü hakkındaki upuygun bilgiye uzanan sezgili bilgidir. Birinci tarz bilgide yanlışlık mümkünken ikinci ve üçüncü tarz bilgi zorunlu olarak doğrudur. Ruhun yüce çabasının hedefi olarak görülen ve insan yetkinliğinin ölçüsü olarak alınan üçüncü tarz bilgide insan ne kadar yükselirse kendini ve Tanrı’yı o kadar çok bilir, o kadar yetkin olur, o kadar üstün mutluluğa ulaşır, Tanrı’ya karşı zihinsel bir sevgi duyar. Üçüncü bilgiden doğan Tanrı’ya karşı zihinsel sevgi ezelîyet taşır. Entelektüel bir sevgi olan Tanrı sevgisi ile insan kutsal akla ve oluşan kişisel olmayan evrensel sevgiye iştirak etmektedir. Bu sonsuz sevgide insan için huzur, kurtuluş ve özgürlük tesis edilmektedir. Bu sevgi ne kadar artarsa ruhun da duygulanışlar üzerindeki gücü o kadar artmaktadır. Zira Spinoza’da insanın yeterliliği, bilgisinin yeterliliği ile bilgisinin yeterliliği gücü ile eşdeğer olarak görülmektedir.
Sonuç olarak, Spinoza’ya göre gerçek iyinin elde edilmesi, zihnin geliştirilmesi imkânının araştırması çerçevesinde Mutlak’ın kavranışına bağlı olarak açıklanan insanın yetkinleşmesi süreci ve bu süreçteki bilgi ve ahlâk birliğinin sağlanmasıdır. Yani ilâhî bilgiye bağlı bir tür teoloji ile mümkün olmaktadır.
Kısa bir mukayese;
1. Görülüyor ki, Descartes ve Spinoza, gerçek iyinin ne olduğunu araştırmak, bunun için zihnin geliştirilmesi yolunu bulmak ve bunu tespit ederken bilgi ve ahlâkın bütünlüğünü sağlamak gerektiği konusunda hemfikirler.
2. Ancak aranılan bilginin nitelikleri, bu bilginin elde edilmesinde insanın rolünün belirlenmesi ve insanın açıklanması konusunda iki düşünürün görüşlerinde farklılıklar da mevcuttur.
3. Her iki filozof da gerçek iyinin ne olduğunun araştırılmasının öncelikle bir hakikat araştırması olduğu ve bu araştırmayı destekleyen bir yaşam biçimi olduğunu düşünmektedirler.
4. Zihnin geliştirilmesine bağlı olarak şekillenen hakikat araştırmasına başlamadan kişilerin yaşamlarında uymaları için tespit edilen ilkeler ise Descartes düşüncesinde hakikatin bilinmesi vasıtası iken, Spinoza’da tabiat ile uyumlu bir yaşam için tespit edilen ilkeler olmaktadır.
5. Descartes düşüncesinde aranılan bilginin nitelikleri olan açıklık ve seçiklik, bilginin aklın ilkelerine göre türetilmesi anlamını taşırken, Spinoza düşüncesinde Tanrısal boyut ile ilişkili olarak anlamlandırılmakta ve sezgisel bir içerik yüklenmektedir.
6. İstenilen bu bilgiyi elde etmek yükümlü olan insan Descartes düşüncesinde tanrı’dan bağımsız bir kişiliğe sahip bir özne iken, Spinoza’da bireysel beni bulabilmek zor, insan yalnızca Tanrı’nın bakış açısından temsil edilmektedir.
7. İnsanın Spinoza düşüncesinde Tanrı’nın bir görünüşünden ibaret olarak görülmesinin temel sebeplerinden biri Descartes’ın cevher düalizminin yarattığı problemlerden uzaklaşmaktır. Spinoza’nın varolan tek bir cevher olduğunu bunun da Tanrı olduğunu iddia etmesi ile Descartes düşüncesindeki cevher problemi belki aşılmış ancak bu kez de Descartes düşüncesinde mevcut olan insanın bağımsız beni kaybolmuş, insan Tanrı’ya bağlı olarak açıklanmıştır.
8.Cevher düşüncesinin uzantısındaki ruh beden ilişkisi Descartes düşüncesinde psiko - fiziksel etkileşime bağlı olarak fizyolojik bir tabana oturtulurken, Spinoza düşüncesinde ruh ve beden duygulanışlarının bilinmesi biçiminde ifade edilen duygusal bir tabana dayalı rasyonellik ihtiva etmektedir.
Sonuç
Descartes’ın tutkuların akıl ile kontrol edilerek, iyiyi, saadeti ve erdemi elde etme düşüncesine benzer biçimde Spinoza ahlâkında da tutkuların ıslahı önem kazanmış, erdem düşüncesi de nihaî olarak kendini kontrol etmeye, duygular ile hareket etmeyip duyguları akıl ile görebilme çabasına dayandırılmıştır. Ancak Descartes’dan farklı olarak Spinoza ahlâkında tutkuların akıl ile ıslah edilmesinden farklı ikinci ve kökü daha derinlere inen bir yön bulunmaktadır ki o da Tanrısal bir içerikle anlamlandırılmasıdır.
Öte yandan insanın ahlâkî özgürlüğünde etkili olan irade ve bilgide etkili olan anlayış Descartes düşüncesinde birbirlerinden ayrı olarak değerlendirilirken Spinoza düşüncesinde irade zihin ve anlayış bir ve aynı şey olarak kabul edilmektedir. Bu bağlamda da Descartes düşüncesinde insanın özgür iradesinden bahsedilirken Spinoza düşüncesinde insanın özgür iradesinden Tanrı’nın dışında özgür iradesinden bahsedilemez. O dünyayı tamamıyla belirlenmiş ve kontrol dışı olarak görmüştür. Bu durumda insan hiç bir şeyi değiştiremez ve kontrol edemez, yalnızca bu işleyişi anlayabilir. Ve onu anlayıp ona katılması onun hürriyetidir. Bu sebeple Emile Boutroux, onu “hür iradenin katili” olarak niteler. İnsanın özgür iradesi yoktur. Varolan tüm fikir ve niyetleri Tanrı’nın zihninin değişimleridir. Peki, bu şartlarda üstün iyiye ulaşmak mümkün müdür? Gerek Descartes’ın gerekse Spinoza’nın felsefesinde bu şartlarda tasarladıkları üstün iyi’ye ulaşmak mümkün gözükmemektedir.
Kartezyen gelenek çerçevesinde dünyada varolan her şeyin hem bir düşünce hem de fiziksel bir nesne olarak ifade edilmesi sonucunda insanın da hem beden hem de bir ruh olarak varolması ve bu iki boyut arasındaki ilişkinin açıklanması önemli bir problem olmuştur. Bu geleneğe bağlı bir filozof olarak kabul edilen Spinoza için de bu problem önemlidir. Descartes’in cevher düalizminin sonucunda şekillenen bu problemin Spinoza felsefesindeki çözümü nedir?
Bu sorunun cevabını bulmak için filozofun cevher anlayışına bakmak gerekmektedir. O cevheri şöyle tarif etmektedir:
“Kendi başına varolan ve kendisi ile tasarlanan, yani kendisini teşkil edecek başka hiçbir fikrin yardımı olmaksızın hakkında fikir edinebileceğimiz şeye cevher diyorum.” Spinoza burada kendi başına varolan ve kendi kendisiyle tasarlanan yani kendisini teşkil edebilecek başka bir yargıya ihtiyaç duymadan hakkında doğrudan fikir edindiğimiz şeyi cevher olarak tanımlamaktadır. Cevher kendi başına varolan ve kendi kendisiyle tasarlanan olduğuna göre, alemde aynı tabiatı ya da sıfatı taşıyan iki yahut bir çok cevher olamaz ve bu cevher zorunlu olarak sonsuzdur. Peki, bu cevher nasıl bilinecek? Cevher ancak sıfatları aracılığıyla bilinebilir. Sıfatlar cevheri tasarlamada hareket noktalarıdır. Sıfatları vasıtasıyla tasarlayabileceğimiz cevherin varlığı zorunludur. Çünkü cevherin özüne ait olarak tasarlayabileceğimiz sıfatların varlığı cevherin varlığını da zorunlu kılar. Tüm bu tanımlar çerçevesinde de Cevherle Tanrı arasındaki ilişki nedir? Sorunun cevabını şu tanımda buluyoruz. “Mutlak olarak sonsuz bir varlığa, yani sonsuz sıfatları olup başsız ve sonsuz özü bu sonsuz sıfatlarından her biriyle ifade edilmiş olan cevhere Tanrı diyorum.” diyen Spinoza, cevher ile Tanrı’nın aynılığını ortaya koymaktadır. Buna bağlı olarak da varolan her şey Tanrıda vardır ve Tanrı olmadan hiçbir şey varolamaz ve tasarlanamaz.
Bu durumda insan da Tanrı’ya bağlı olarak anlaşılmak zorundadır. Bu bağı anlamak için onun tavır kavramına bakmak gerekir. Tavır nedir? Mahiyeti nasıldır? Tanrı ile insan ilişkisi ne seviyededir?
Onun tavır tarifi şöyledir: “Cevherin duygulanışlarına, başka deyişle kendi kendisine değil, başka şeyde varolan ve ancak bu başka şey yardımıyla tasarlanan şeye tavır diyorum.”
Spinoza’ya göre tavır kendi başına duramaz, yalnız kendisi ile tasarlanan cevherde bulunur yani tavır ancak Tanrı’da varolabilir ve ancak Tanrı ile tasarlanabilir. Alemde yayılmış bütün tikel şeyler Tanrı’nın sıfatlarının duygulanışlarından ya da tavırlarından başka bir şey değildirler. Beden ve zihin de bu tavırlara bağlı olarak anlaşılabilirler.
Cisim yahut bedeni, uzamlı bir şey olarak görülmesi bakımından, Tanrı’nın özünü belirli ve gerektirilmiş bir tarzda ifade eden tavır olarak tanımlayan Spinoza’ya göre biz, bedenler ve düşünme tavırlarından başka hiçbir tikel şeyi duyamaz ve tasarlayamayız.
Yani beden ve zihin Tanrı’nın tavırları olarak anlaşılabilir. Zira düşünce ve uzam (ing.extention) Tanrı’nın sıfatlarıdır. Böyle olunca beden ve zihnin Descartes düşüncesinde yaratılmış da olsa birer cevher olarak tanımlanmasından kaynaklanan problem, burada ortadan kaldırılmaktadır. Çünkü Spinoza’ya göre beden ve zihin cevher değil, sadece cevherin tavırlarıdır. İnsan zihni Tanrı’nın sonsuz zihninin bir parçası, bedeni de fiil halinde varolan bir uzamın bir tavrından bir değişiminden başka bir şey değildir. İnsan ise Tanrı’nın tavırları olan ruh ve bedenden meydana
gelmektedir. “Buradan şu çıkar ki, insan ruh ve bedenden ibarettir ve insanın teni onun hakkındaki duygumuza uygun olarak vardır.” Şu halde tavır mahiyeti tavır ile birdir.
İnsanla münasebeti Tanrı’nın uzam sıfatı ile ilgilidir. Beden ile ruh arasındaki ilişki ise, ruhun, bedenin tabiatına dair upuygun bilgisi oranında açıklanabilir. İnsanın bedeni, her biri çok bileşik olan türlü tabiatta birçok şeyden meydana gelmiştir; insan ruhu da birçok şeyi algı ile kavramaya elverişlidir. Ruhun bedeni algılaması yoluyla bilmesi mümkün olduğuna göre, ruh bedeni bedenin
duygulanışlarına göre bilecektir. Çünkü insan bedeninin fikri ya da bilgisi Tanrı’ya, bağlı ona nispet edilerek elde edilebilir. Zira şeylerin düzeni ile fikirlerin düzeni aynıdır ve insan ruhu ve bedeni hakkındaki bilgi de aynı şekilde Tanrı’ya bağlıdır ve Tanrı’ya nispet edilmiştir.
Ruh bedeni de kendi kendisini de ancak bedenin duygulanışlarının fikirlerini kavrayarak bilebileceğinden, gerek bedeni gerekse kendi hakkında upuygun bilgiyi elde etmeye çalışmak onun hedefidir.
Peki, gerek bedeni gerekse kendi ile ilgili upuygun bilgi mümkün müdür?
Spinoza’ya göre insan ruhu insan bedenini oluşturan parçalara ait upuygun bilgiyi kuşatamaz. Çünkü bedenin duygulanışlarının fikirleri yalnızca insan ruhuna dayandırılırsa açık ve seçik değil, karışıktır. Ancak Tanrı’ya nispet edildiğinde açık ve seçik biçimde kavranmaları mümkündür. Aynı şekilde ruhta da ancak upuygun fikirlerden çıkan fikirler upuygundur. Bu bağlamda insan ruhunun kendi kendisini, kendi bedenini algılaması ve sadece Tanrı’nın ezeli ve sonsuz özü hakkında upuygun bilgi imkanı vardır.
Ruhun upuygun bilgiye ulaşabilecek kadar güçlü olması için insanın duygulanışlarının etkilerinin ve kuvvetlerinin incelenmesi gerektiğini düşünen Spinoza,bunun daha önce yeterince incelenen bir konu olmadığına işaret etmiştir. “Tanınmış filozof Descartes, insanı yetkin zannetmişse de, ben onun tutkularımızın ilk nedenlerine yükseldiğini ve onları baskı altına alma araçlarını bize tanıtmaya çalıştığını da biliyorum; fakat o, konusunu tamamlayamadı…” Öyleyse duygulanışların tabiatını, onların kuvvetini, ruhun onlar üzerindeki gücünü değerlendirdikten sonra insanın amacının gerçekleşmesi koşullarına bakmak gerekir. Önce duygulanıştan Spinoza ne anlıyor? Ona bir bakalım. Onun tanımı bedenî değişmelere ağırlık veriyor:
“Duygulanış deyince bedenin etkileme gücünün artmasına veya eksilmesine sebep olan Beden duygulanışlarını, aynı zamanda bu duygulanışların fikirlerini anlıyorum.”
Spinoza, burada bedende oluşan değişikliklerle bu değişikliklerin zihindeki yansımasının bütünlüğüne dayalı bir tanım yapmaktadır.
Öte yandan insan ruhu bazı şeylerde etkin bazı şeylerde de edilgindir. Zihin upuygun bilgiler, sahip olduğunda etkin, upuygun olmayan bilgilere sahip olduğunda edilgindir. Upuygun bilgiyi elde edecek ruhun, duygulanışları mümkün olduğunca tanıması, bedenin etkilerini bilmesi lazımdır. Çünkü bir ruh, upuygun olmayan bilgisi ne kadar çoksa o kadar pasif, karmaşık duygulara sahip, upuygun bilgisi ne kadar çoksa o kadar aktif ve o kadar berraktır. Ruhun düşünmesini gerektiren şey Düşüncenin bir tavrı olduğuna göre, ruh düşünerek upuygun bilgiyi elde etmek için çaba göstermek zorundadır. Bu çaba yalnızca ruha yönlendirildiğinde ne oluyor? Filozofumuzun düşüncesinde bu, irade olarak adlandırılmaktadır. Spinoza’ya göre irade ve zihin bir ve aynı şeydir. Yani zihin iradeyi ve onun fonksiyonunu da içermektedir. Aynı çaba ruh ve bedene çevrildiği zaman ise insanın özünü oluşturan iştah adını almaktadır.
Arzu ise hem iştah hem de iştahın bilincine sahip olmaktır. Arzulanan şey ise, ruhun kendi gücünü ve bedenin gücünü artıracak şeyi hayal etmektir. Çünkü insanın kendi duygulanışlarını yöneltme ve azaltmadaki güçsüzlüğü kölelik olarak kabul edilir ve kendi üzerindeki baskı altındaki gücü kaldırması gerektiği düşünülür İnsanın kendi üzerindeki baskıyı kaldırabilmesi için yapması gereken şey aklın düsturuna göre yaşamaktır.
Aklın düsturuna göre yaşamak nasıl olmalıdır?
Spinoza’ya göre bu, güç kazanma ve çok sayıda erdem kazanma, bunun için de iyi ve kötü hakkında bilgi sahibi olmaya bağlı bir hayattır. Etika’da dördüncü bölümde ifade edildiği gibi: “ İnsan faydalı olanı aramaya, yani kendi varlığını korumaya ne kadar çalışırsa, o kadar fazla güç sahibi olur ve o kadar çok erdem kazanır…” “ Mutlak olarak erdemle işlemek bizde aklın yönetimi altında asıl faydalının aranması ilkesine göre varlığını korumak, işlemek ve yaşamaktan başka bir şey değildir”
Aynı şekilde Spinoza açısından, bizde ilkesi akıl olan her çabanın bilgiden başka objesi olamayacağına ve asıl faydalının aranmasında varlığını korumak, işlemek ve yaşamak bir ve aynı şey olduğuna göre, gerekli bilgiye sahip olup bunu işlemek ve yaşamın amacı haline getirmek gerekir. Bu durumda iyi olanın bilgisini elde etmek yaşamın da gayesi olmaktadır. İnsanlar hep bir amaca göre, yani iştah duydukları faydalı olan şeye göre hareket etmektedirler. Faydalı olan aynı zamanda iyi olandır. Çünkü Spinoza, Yusuf Has Hacip gibi, iyilik ve kötülüğü insan doğasına faydalı olma kriterine bağlı olarak tanımlamaktadır.
“İyilik deyince, kesinlikle bize faydalı olduğunu bildiğimiz şeyi anlayacağım. Kötülük deyince, tersine, bir iyiliğe sahip olmamamıza engel olduğunu kesinlikle bildiğimiz şeyi anlayacağım.” diyen Spinoza iyi ve kötüyü, insan doğasına, dolayısıyla bu doğanın iki yönü olan ruh ve bedene, onların duygulanışlarına yani iştah ve arzularımıza bağlamaktadır. Bu çerçevede de bir şey, biz onu iyi zannettiğimiz için arzularımızın ya da isteklerimizin objesi değildir, tersine onu istediğimiz, arzu ettiğimiz için iyi olduğunu zannederiz. Öte yandan iyi ve kötü bilgisi, haklarında şuur sahibi olmamız bakımından sevinç ve duygulanışından başka bir şey de olmamaktadır. Gerçekten, upuygun bilgiye götürenden ya da ona sahip olmamıza engel olabilenden başka kesinlikle iyi ya da kötü olduğunu bildiğimiz bir şey yoktur.
Görülüyor ki aklın düsturuna göre yaşayan bir insan ruhunun bilgiden başka şeye iştahı olmaz ve kendini bilgiye götürenden başka bir şeyin faydalı olduğuna hükmetmez. Gerçekten iyi olan, upuygun bilgiye ulaşmaktır. Spinoza’ya göre, “ruhun üstün iyiliği Tanrı bilgisidir ve Ruhun üstün erdemi Tanrı’yı bilmektir.” Ve “erdemin peşinde gidenlerin yüce iyiliği hepsinde ortaktır ve hepsi bundan aynı derecede sevinç duyarlar.” Bu bağlamda da insanları ortak bir topluma doğru götüren şey onların akıl düsturuna göre yaşamalarını sağlayan şeydir.
Akıl düsturuna göre yaşamak mutlak bir egemenlik oluşturamayacağımız duygulanışların iyi yönetilmesi ve üzerlerinde güç kazanılmasıdır. Duygulanışların bilinmesi, bedenin duygulanışlarının düzen ve bağlantısının ruh tarafından bilinmesidir. Zira Spinoza’ya göre hakkında açık ve seçik bir kavram teşkil edemediğimiz, hiçbir beden duygulanışı yoktur. Aynı şekilde hakkında açık ve seçik bir kavram edinemediğimiz hiçbir ruh duygulanışı da yoktur. Buna bağlı olarak ahlâklılık denen erdem, duygulanışlardan doğan aşırı hallerin akıl ile yönlendirilmesi sonucu upuygun fikirlere dayandırılması olmaktadır. Buna göre ahlâklılık ilâhî bilgiye dayandırılmış olmaktadır. Bu durumda da tabiatımıza karşıt duygulanışların yani kötü duygulanışların hükmü altında bulunmadığımız sürece, bedenin duygulanışlarını zihin için geçerliği olan bir düzene göre sıralama ve zincirleme gücümüz vardır.
Peki, ruh bunu nasıl bilir?
Ruh bedenin bütün duygulanışlarını, yani şeylerin bütün hayallerini Tanrı fikrine uygun olacak surette bilir.51 Spinoza’nın genel düşüncesine uygun olarak şeylerin düzeni ve bilgi Tanrı’ya bağlıdır. Bilgi ile duygulanış arasındaki bağlantı gereğince de kişinin kendi duygulanışları ile bilgisi yani tabiatı ile bilgisi ve Tanrı’nın bilgisi ile sevgisi arasında ilişki oluşturulur. Tanrı sevgisi ve bilgisi, bilginin ilerleyişinde ve ahlâklılığın gerçekleştirilmesinde bir tür zorunluluktur. Spinoza’ya göre, “Tanrı’ya karşı sevgi ruhta en büyük yeri almalıdır.”
Spinoza’ya göre bu bilgi nasıl bir bilgidir?
Ruhun yüce çabası, yüce erdemi olan bu bilgi üçüncü bilgi tarzı ile elde edilen bilgidir. Bu bilgi Tanrı’nın sıfatlarının upuygun fikrinden, şeylerin özünün upuygun bilgisine doğru giden bilgidir. Biz bu bilgiye ne kadar fazla sahip olursak Tanrı’yı o kadar çok biliriz. Bu nedenle ruhun yüce erdemi, gücü ve tabiatının çabası üçüncü bilgi tarzı ile bilmek olmaktadır. Üçüncü bilgi tarzı ile bilgi edinmede ruhun bu bakımdan edinebileceği en yüksek memnunluk duyulacağı kabul edilmektedir. Yani entelektüel yeterlilik ile ilişkili bir ruhsal doyum öngörülmekte, bu bir erdem olarak sunulmaktadır.
Üçüncü bilgi tarzı Spinoza’nın bilgi sınıflamasında bulanık algıdan gelen bilgiden ve şeylerin özellikleri hakkında fikirlerimiz ve ortak kavramlarımızla ilgili akıl bilgisinden farklı olarak Tanrı’nın bazı sıfatlarının şekilli özü hakkında fikirlerden,şeylerin özü hakkındaki upuygun bilgiye uzanan sezgili bilgidir. Birinci tarz bilgide yanlışlık mümkünken ikinci ve üçüncü tarz bilgi zorunlu olarak doğrudur. Ruhun yüce çabasının hedefi olarak görülen ve insan yetkinliğinin ölçüsü olarak alınan üçüncü tarz bilgide insan ne kadar yükselirse kendini ve Tanrı’yı o kadar çok bilir, o kadar yetkin olur, o kadar üstün mutluluğa ulaşır, Tanrı’ya karşı zihinsel bir sevgi duyar. Üçüncü bilgiden doğan Tanrı’ya karşı zihinsel sevgi ezelîyet taşır. Entelektüel bir sevgi olan Tanrı sevgisi ile insan kutsal akla ve oluşan kişisel olmayan evrensel sevgiye iştirak etmektedir. Bu sonsuz sevgide insan için huzur, kurtuluş ve özgürlük tesis edilmektedir. Bu sevgi ne kadar artarsa ruhun da duygulanışlar üzerindeki gücü o kadar artmaktadır. Zira Spinoza’da insanın yeterliliği, bilgisinin yeterliliği ile bilgisinin yeterliliği gücü ile eşdeğer olarak görülmektedir.
Sonuç olarak, Spinoza’ya göre gerçek iyinin elde edilmesi, zihnin geliştirilmesi imkânının araştırması çerçevesinde Mutlak’ın kavranışına bağlı olarak açıklanan insanın yetkinleşmesi süreci ve bu süreçteki bilgi ve ahlâk birliğinin sağlanmasıdır. Yani ilâhî bilgiye bağlı bir tür teoloji ile mümkün olmaktadır.
Kısa bir mukayese;
1. Görülüyor ki, Descartes ve Spinoza, gerçek iyinin ne olduğunu araştırmak, bunun için zihnin geliştirilmesi yolunu bulmak ve bunu tespit ederken bilgi ve ahlâkın bütünlüğünü sağlamak gerektiği konusunda hemfikirler.
2. Ancak aranılan bilginin nitelikleri, bu bilginin elde edilmesinde insanın rolünün belirlenmesi ve insanın açıklanması konusunda iki düşünürün görüşlerinde farklılıklar da mevcuttur.
3. Her iki filozof da gerçek iyinin ne olduğunun araştırılmasının öncelikle bir hakikat araştırması olduğu ve bu araştırmayı destekleyen bir yaşam biçimi olduğunu düşünmektedirler.
4. Zihnin geliştirilmesine bağlı olarak şekillenen hakikat araştırmasına başlamadan kişilerin yaşamlarında uymaları için tespit edilen ilkeler ise Descartes düşüncesinde hakikatin bilinmesi vasıtası iken, Spinoza’da tabiat ile uyumlu bir yaşam için tespit edilen ilkeler olmaktadır.
5. Descartes düşüncesinde aranılan bilginin nitelikleri olan açıklık ve seçiklik, bilginin aklın ilkelerine göre türetilmesi anlamını taşırken, Spinoza düşüncesinde Tanrısal boyut ile ilişkili olarak anlamlandırılmakta ve sezgisel bir içerik yüklenmektedir.
6. İstenilen bu bilgiyi elde etmek yükümlü olan insan Descartes düşüncesinde tanrı’dan bağımsız bir kişiliğe sahip bir özne iken, Spinoza’da bireysel beni bulabilmek zor, insan yalnızca Tanrı’nın bakış açısından temsil edilmektedir.
7. İnsanın Spinoza düşüncesinde Tanrı’nın bir görünüşünden ibaret olarak görülmesinin temel sebeplerinden biri Descartes’ın cevher düalizminin yarattığı problemlerden uzaklaşmaktır. Spinoza’nın varolan tek bir cevher olduğunu bunun da Tanrı olduğunu iddia etmesi ile Descartes düşüncesindeki cevher problemi belki aşılmış ancak bu kez de Descartes düşüncesinde mevcut olan insanın bağımsız beni kaybolmuş, insan Tanrı’ya bağlı olarak açıklanmıştır.
8.Cevher düşüncesinin uzantısındaki ruh beden ilişkisi Descartes düşüncesinde psiko - fiziksel etkileşime bağlı olarak fizyolojik bir tabana oturtulurken, Spinoza düşüncesinde ruh ve beden duygulanışlarının bilinmesi biçiminde ifade edilen duygusal bir tabana dayalı rasyonellik ihtiva etmektedir.
Sonuç
Descartes’ın tutkuların akıl ile kontrol edilerek, iyiyi, saadeti ve erdemi elde etme düşüncesine benzer biçimde Spinoza ahlâkında da tutkuların ıslahı önem kazanmış, erdem düşüncesi de nihaî olarak kendini kontrol etmeye, duygular ile hareket etmeyip duyguları akıl ile görebilme çabasına dayandırılmıştır. Ancak Descartes’dan farklı olarak Spinoza ahlâkında tutkuların akıl ile ıslah edilmesinden farklı ikinci ve kökü daha derinlere inen bir yön bulunmaktadır ki o da Tanrısal bir içerikle anlamlandırılmasıdır.
Öte yandan insanın ahlâkî özgürlüğünde etkili olan irade ve bilgide etkili olan anlayış Descartes düşüncesinde birbirlerinden ayrı olarak değerlendirilirken Spinoza düşüncesinde irade zihin ve anlayış bir ve aynı şey olarak kabul edilmektedir. Bu bağlamda da Descartes düşüncesinde insanın özgür iradesinden bahsedilirken Spinoza düşüncesinde insanın özgür iradesinden Tanrı’nın dışında özgür iradesinden bahsedilemez. O dünyayı tamamıyla belirlenmiş ve kontrol dışı olarak görmüştür. Bu durumda insan hiç bir şeyi değiştiremez ve kontrol edemez, yalnızca bu işleyişi anlayabilir. Ve onu anlayıp ona katılması onun hürriyetidir. Bu sebeple Emile Boutroux, onu “hür iradenin katili” olarak niteler. İnsanın özgür iradesi yoktur. Varolan tüm fikir ve niyetleri Tanrı’nın zihninin değişimleridir. Peki, bu şartlarda üstün iyiye ulaşmak mümkün müdür? Gerek Descartes’ın gerekse Spinoza’nın felsefesinde bu şartlarda tasarladıkları üstün iyi’ye ulaşmak mümkün gözükmemektedir.