MONTAIGNE VE MONTESQUIEU’DE İNSAN, ERDEM VE TROGLODİTLER - 2
|
Montaigne’in Denemeler’de bahsettiği bilgelik, kendisi tarafından bizzat yaşanan hayat bilimidir. Kendini tanıtarak tüm insanlığı tanıtmak istemiştir. İtalya gezisi sırasında yığınla kilise, tablo, heykel ve çeşitli sanat yapıtları görmüş, hayranlıkla seyretmiştir. Ama insan hep ön planda kalmıştır. Seyrettiği her tabloda, sanatçının tarzından çok insanla ilgili bir çizgi aramıştır hep.
Montesquieu insanın dini ve siyasi özgürlüklerini ve yönetimle ilişkilerini öne çıkarır. Özellikle İran Mektupları’nda dinsel ve siyasal sorunlarla birlikte gelenekleri, alışkanlıkları, doğu kadınını, batı kadınını, toplumların kusurlarını ele alır ve kurumları eleştirir (Vardar, 1998:278). Dört mektupta (11-14) varsayım mı gerçek mi olduğu tam bilinmeyen ve Libya’da yaşadığı öne sürülen Trogloditler (Troglodytes) adlı bir kavimden bahseder. Bu ilkel kavim erdem sayesinde düzgün bir yönetime, yani Cumhuriyet’e kavuşmuştur; ve insanoğlu altına girmek istediği bir boyunduruk arıyorsa bu “erdem” olmalıdır, der Montesquieu (Montesquieu, 1985: 76).
Kanunların Ruhu adlı yapıtında Montesquieu üç tür hükümet biçimi olduğunu söyler: Cumhuriyet, krallık ve zorbalık. Cumhuriyeti de ikiye ayırır. Eğer egemenlik toplumun tümünde ise buna demokrasi, bir bölümünde ise buna aristokrasi der. Krallıkta hükümdar belli yasalara göre yönetimi sağlar. Zorbalıkta ise bir tek kişinin yasasız, kuralsız gönlünce yönetimi söz konusudur (Vardar, tarihsiz:35-37). En ideal yönetim biçimi demokrasi ve cumhuriyettir. Bunun da temel direği erdemdir. Adı cumhuriyet olduğu halde yönetim kötü ise burada erdem eksik veya yoktur. Erdem sözcüğü Latince virtù sözcüğünden gelir ve anlamı cesaret demektir. Şu halde erdemli bir kişi her şeyden önce cesur bir kişi olacaktır, her yerde, her ortamda doğruyu söyleyecek, dürüst ve adil olacak, doğrunun, haklının, güzelin, iyinin yanında yer alacak, kötünün haksızın ve zorbalığın karşısında olacaktır.
Diderot, Voltaire ve J.J. Rousseau ile birlikte Aydınlanma Çağının öncülerinden ve dört büyük yazarından biri olan Montesquieu, Fransızların “Güneş Kral” diye adlandırdığı 14. Louis’yi yaşlılığında ve kraliyet döneminin sonlarında tanımış, onu biraz iğrenç ve yönetimini de gülünç bulmuştur. Çünkü kral ile bakanları ve metresi arasındaki yaş farkı onun sosyal ilişkilerinde birtakım bozukluklar ve yönetiminde zafiyet oluşturmuştur. Ayrıca kralın zengin, krallığın ise yoksul olmasını bir türlü kabullenemiyor Montesquieu (Sabbah, 1996: 51-52). Onun için kişisel yarar kamu yararı ile örtüşürse anlamlıdır. Saraydaki yönetici takımının krala dalkavukluktan başka bir şey yapmadıklarını ve kralın da hükümetin sadeliğinden dolayı Türklerin Sultanı’na (padişah) imrendiğini gözlemlemiştir. Kral hariç herkesin küçük olduğu Versailles (Kraliyet ikametgahı) sarayı ile özgürlük ve eşitliğin hüküm sürdüğü ve herkesin büyük olduğu Paris arasında bir tezatlık saptamış, ve, Fransız ulusunu, yani Fransa’yı Versailles değil Paris’in temsil etmesi gerektiği yargısına varmıştır (Sorel, 1975: 32-33).
Bu yüzden İran Mektupları’nda Fransız kurumlarını sık sık eleştirerek, öncelikle Fransız halkına, sonra da diğer bütün halklara en uygun hükümet şekillerinin ne olduğu araştırmasına koyulacaktır. Fransızları servet edinmeye düşkün ve eşitlik duygusuna tutkun bir halk olarak görür Montesquieu. Şu halde Fransızlar için en uygun yönetim biçimi, halkın doğrudan ortak olduğu demokrasi yani cumhuriyet rejimidir. Fakat Montesquieu’nün öngördüğü cumhuriyet tacın gölgesindeki, yani hükümdarın egemenliğindeki bir cumhuriyet değildir. Çünkü hükümdarlığın her an diktatörlüğe dönüşme olasılığı vardır.
Onun düşlediği cumhuriyet antik çağlardaki site devletinde görülen cumhuriyetlere benzer bir yönetimdir. Orada Romalıların “özgürlük”, Ispartalıların “erdem” kavramları egemen olsun ister. Şeref, ün ve erdem kavramları ancak cumhuriyetlerde ve vatan sözcüğünün söylendiği memleketlerde anlamlı ve geçerlidir (Sorel, 1975:34). Montesquieu halklar için yönetim biçimlerini irdeler fakat kesin fikrini tam söylemez. Küçük devletler için cumhuriyetin ideal bir rejim olduğunu, fakat toprağı geniş, kalabalık memleketler için federal cumhuriyetlerin belki daha uygun olacağını söyler.
Erdeme verdiği öneme bakarak onun cumhuriyeti öteki hükümet şekillerinden üstün tuttuğunu söyleyebiliriz. “En uygun hükümet tabiata en uygun hükümettir”, der (Tütengil, 1977:36). Halkın istem ve eğilimlerine yanıt verebilen hükümet ancak halkın yönetime ortak olduğu demokratik cumhuriyette bulunur. Kuvvetler ayrılığını (yasama, yargı, icra) anayasası ile güvence altına almış bir monarşi yönetimine de uzak değildir Montesquieu. 14. Louis’nin ölümünden altı yıl sonra (1721) yayınlıyor İran Mekyupları’nı (Letteres Persanes) Montesquieu. Bu yapıt 1748 yılında yayımlayacağı Kanunların Ruhu (l’Esprit des Lois) kitabının küçük kardeşi sayılabilir (Becq, 1999:13).
Her iki kitapta da Montesquieu insanı, erdemi, kanunları, yönetim biçimlerini, dinleri, iklimlerin insanlara etkisini, gelenekleri inceliyor. Mektuplar şeklinde bir roman olan İran Mektupları bir “siyaset-ahlâk” incelemesidir, orada zorbalık (istibdat) yönetimi, erkek egemenliği ve kadın statüsü konularındaki sembolik düşünceler, İslam ve hıristiyanlık geleneksel değerleri sergilenir (Véquaud, 1993: 28-29). İran Mektupları aynı zamanda Aydınlanma Çağının ilk en büyük yapıtı sayılan bir romanıdır. Çok sesliliği ile, yani mektuplaşan kişilerin çokluğu ile de diğer mektup-romanlardan ayrılır ve bu romana nükteli bir çeşitlilik katar (Versini, 1988:37). İran Mektupları’nın anahtar sözcükleri “doğa”, “erdem” ve “bağımsızlık”dır (Delon, 1977:79-88). İnsan doğası, erdem, şeref gibi sözcükler bütün klasik ve aydınlanma çağı yazarlarının konu ettikleri yüce insanlık değerleridir.
İran Mektupları ve Kanunların Ruhu adlı yapıtlarıyla Montesquieu modern siyaset biliminin ve sosyolojinin kurucusu gibi gözüküyor.1748 yılından itibaren (Kanunların Ruhu’nun yayın yılı) tarih ve siyaset, adı sosyoloji olacak bir bilimin konusunu oluşturacaktır. Montesquieu ahlâk ve dini inançların sosyolojik bir kuramının da öncülüğünü yapar. Örneğin güney Avrupa’nın katolik, kuzey Avrupa’nın protestan olmasını iklimler arasındaki farka bağlar; çöl bölgelerinde ve çok sıcak iklimlerde despotizm ve imparatorlukların yeşereceğini, İslam dininin kadercilikle doğuluları tembelliğe ittiğini söyler (Versini, 1998:19-20).
Karşısına hükümet şekilleri olarak esası erdem olan cumhuriyet, yine esası şeref olan monarşi ve esası korku olan despotizm çıkacaktır. Geleneklerin büyük etkisinin bulunduğu bu hükümet şekillerinden cumhuriyetler “erdem” (siyasi terim anlamıyla özgürlük ve eşitlik sevgisi) olmadan varlıklarını sürdüremezler, yine “şeref” (fark edilme arzusu) olmadan monarşiler yıkılırlar ve “korku” olmazsa da despotizm anarşiye dönüşür. Şu halde geleneksel hükümet şekillerini (cumhuriyet, kanunlara dayalı monarşi ve despotizm) temellendiren üç öğe “erdem”, “şeref” ve “korku”dur (Launay / Mailhos, 1996:74).
Trogloditler ve Erdemin Zaferi
İran Mektupları çok kişinin yazıştığı mektuplardan oluşan bir roman olmakla beraber iki baş kahramanı vardır: Üsbek ve Rica. Bu iki soylu İranlı öğrenmek, bilgi kazanmak için doğdukları şehir Isfahan’ı ve memleketleri İran’ı terk ederek Türkiye ve İtalya üzerinden merkezi Paris olacak olan batıya bir inceleme gezisine çıkarlar. Mektuplarında ikisi de Montesquieu’yü temsil ederler. Sanki ikiz kardeş gibidirler. Üsbek Montesquieu’nün filozof ve düşünür kişiliğini, Rica ise onun şakacı ve alaycı kişiliğini canlandırır. Montesquieu çağdaşlarına ahlâk dersi verirken, ahlâktan bahsederken kalem Üsbek’in elindedir, onlarla ince bir şekilde alay ederken Rica kalemi alacaktır (Sorel, 1975:30). Montesquieu idealize ettiği bir toplumu ve yönetimi anlatmak için Trogloditler efsanesini yaratır. Bu konudaki felsefesini ve düşüncelerini Üsbek aracılığı ile sergiler. İran Mektupları’nın 11., 12., 13., 14. mektuplarını kapsayan Trogloditler öğütlü hikayesinde Montesquieu kendi kendini yok eden doğal vahşilikteki bir halktan hareket eder, sonra erdem sayesinde bu halk tekrar dirilir (Charpentier / Charpentier, 1993:21). Erdemle yenilenen ve erdemle yönetilen bu halk aynı zamanda dayanışmanın da en dokunaklı örneğini verir (Paraf, 1977:51-59).
Trogloditler hikayesi aslında 10. cu mektupta Mirza’nın, dostu Üsbek’e bir sorusu ile başlar: “Senin sık sık insanların erdemli olmak için doğduklarını ve adaletin onlara varlıkları kadar özgü bir nitelik olduğunu söylediğini duydum, burada ne demek istediğini söyler misin?” der. Üsbek de dostu Mirza’ya yazdığı dört mektupta (11,12,13,14) fikirlerini Trogloditler hikayesi ile anlatır. Montesquieu’nün düşüncelerinin iyi anlaşılması için bu dört mektubu kısaca özetlemeyi yararlı görüyoruz:
11. Mektup: Arabistan’da eski Trogloditlerin soyundan gelme Troglodit adında küçük bir halk topluluğu varmış (Hérodote ve Pomponius Mela böyle kaba bir halkın mağarada yaşadıklarından ve Libya’da bulunduklarından bahsederler; Montesquieu, 1985: 424). İnsanları ayı kadar tüylü olmasa da, insanlardan çok hayvanlara benziyorlar, ıslık çalmasını bilmiyorlar, iki gözleri var, çok kötü ve zalimler, aralarında hiçbir adalet ve hakkaniyet ilkesi yok. Onların yabancı uyruklu bir kralları vardı ve onların doğasından gelen kötülüğü düzeltmek için onlara çok sert davranıyordu. Onlar da krala karşı komplo kurdular ve onu öldürdüler, tüm kraliyet ailesini kılıçtan geçirip yok ettiler.
Yeni bir yönetim biçimi belirlemek için toplandılar, uzun tartışmalardan sonra, yargıç yetkisi ile de donanımlı yüksek idari görevliler (magistrat) seçmekte karar kıldılar. Fakat bunlar da seçilir seçilmez onlar için taşıması güç bir yük olduklarından bunların da hepsini kılıçtan geçirdiler.
Bu yeni boyunduruktan da kurtulan bu halk doğal vahşilikleriyle baş başa kaldılar. Hiç kimseye boyun eğmemeye, sadece kendi çıkarlarını gözeteceklerine ve diğerlerinin çıkarları ile ilgilenmeyeceklerine söz verdiler. Trogloditler bu ortak çözümden çok hoşnut kaldılar. Her biri: Artık sadece kendimi düşüneceğim ve mutlu yaşayacağım, kendi gereksinimlerimi karşılayacağım, diğerlerinin mutsuz ve sefil olması benim umurumda değil, diyordu.
Ekim zamanı herkes kendini besleyecek buğdayı elde edecek şekilde tarlasını sürüyordu. Bu küçük krallığın toprakları aynı yapıda değildi. Bir kısmı çorak ve dağlık, bir kısmı ova ve sulanabilirdi. Bu yıl büyük bir kuraklık olmuş, yüksek ve dağlık kesimde arazisi olan Trogloditlerin hemen hemen hepsi açlıktan kırılmışlardır; çünkü sulanabilir yerde toprakları olanlar ürünlerini onlarla paylaşmak istememişlerdir.
Ertesi yıl hava çok yağmurlu geçmiş, dağlık kesimdeki topraklar çok ürün vermiş, aşağıda, ovadaki tarlaları su basmıştır; bu kez de halkın diğer yarısı açız! diye bağırmıştır.
Bu halkın önde gelenlerinden birinin çok güzel bir eşi vardı. Komşusu erkek ona aşık olur ve onu kaçırır. Kavga ve küfürleşmelerden sonra, eski, memleketin cumhuriyetle idare edildiği dönemde itibar sahibi bir Trogloditin hakemliğine başvurmaya karar verirler. Fakat hakim olarak seçilen Troglodit onlara: Bu kadının sizin mi yoksa sizin mi? olduğu bana ne, benim işim gücüm var, der. Onlarla ilgilenmez. Kadını kaçıran halkın en kuvvetlisi idi, ve: ölürüm de bu kadını vermem, diyordu. Kaçırılan kadının kocası komşusunun adaletsizliğine ve hakimin sert tutumuna maruz kalmış, ümitsiz bir şekilde evine dönerken yolu üzerinde çeşmeden gelen bir kadına rastlar. Bu kadın onun çok hoşuna gider ve bunun hakemliğine başvurduğu Trogloditin eşi olduğunu öğrenir. O da bu kadını kaçırır ve evine götürür.
Bir adam çok verimli bir tarlaya sahipti ve itina ile bu tarlayı işliyordu. Komşularından iki kişi birleşerek bu adamı evinden kovarlar ve tarlasını sahiplenirler. Bir müddet sonra bu iki komşudan biri, böyle verimli bir tarlayı neye başkası ile paylaşayım diyerek diğerini öldürür ve tarlaların tek sahibi olur. Fakat imparatorluğu uzun sürmez, diğer iki Troglodit gelip ona saldırırlar, onların karşısında zayıf düşer ve kılıçtan geçirilir.
Yarı çıplak bir Troglodit satılık yün görür ve fiyatını sorar. Satıcı: Yünümün iki ölçek buğday satın alacak para edeceğini umuyorum, fakat ben sekiz ölçek buğday satın almak için onu dört misli fazla fiyata satacağım, der.
Troglodit istenen parayı öder ve yünü alır. Bu kez yünü satın alan, satıcıya: Sizin buğdaya mı ihtiyacınız var? der. Bende satılık buğday var, belki fiyatı sizi şaşırtacak. Biliyorsunuz, buğday çok kıymetli ve her yerde açlık hüküm sürüyor. Eğer açlıktan ölmek istemiyorsanız verdiğim parayı bana geri verin, size bir ölçek buğday vereceğim, der.
Bu arada öldürücü bir hastalık ülkeyi kırıp geçiriyordu. Komşu memleketten uzman bir doktor gelir, tam zamanında ilaçlarını verir ve ona başvuranların hepsini iyileştirir. Hastalık geçtikten sonra tedavi ettikleri insanlara gider ve onlardan ücretini ister; fakat onlar ücret ödemeyi reddederler. Doktor yorgun argın memleketine döner. Bir müddet sonra hastalık tekrar ortaya çıkıyor. Troglodit halkı tekrar bu doktora koşuyor.
Doktor onlara: Defolun, adaletsiz insanlar, siz, tedavi ettirmek istediğiniz hastalıktan daha öldürücü bir zehiri ruhunuzda taşıyorsunuz, sizde insanlık yok, hakkaniyet kuralları hiç yok, benim için, sizi cezalandıran tanrıların öfkelerinin adaletine karşı gelmem, onlara hakaret etmek anlamına gelecektir, der.
12. Mektup: Trogloditler kendi adaletsizliklerinin kurbanı olup, kendi kötülükleriyle yok olup gittiler. O kadar aileden sadece ikisi bu felaketten kurtulmayı başardı. Bu ülkede artık çok farklı iki insan vardı: Onların insanlığı vardı, erdemi seviyorlardı, kalplerinin doğruluğu ile birbirlerine bağlıydılar.
Diğer eski Trogloditleri genel bir hüzün ve acıma duygusu ile hatırlıyorlardı. Ancak onların kötü örneği bunların yeni bir birlik oluşturmasının kaynağını oluşturuyordu. Özenle ve kamu çıkarını gözeterek çalışıyorlardı. Aralarında hiçbir anlaşmazlık yoktu, mutlu ve huzurlu bir hayat sürüyorlardı. Bu erdemli ellerle işlenen toprak da istenen ürünü onlara veriyordu.
Montesquieu insanın dini ve siyasi özgürlüklerini ve yönetimle ilişkilerini öne çıkarır. Özellikle İran Mektupları’nda dinsel ve siyasal sorunlarla birlikte gelenekleri, alışkanlıkları, doğu kadınını, batı kadınını, toplumların kusurlarını ele alır ve kurumları eleştirir (Vardar, 1998:278). Dört mektupta (11-14) varsayım mı gerçek mi olduğu tam bilinmeyen ve Libya’da yaşadığı öne sürülen Trogloditler (Troglodytes) adlı bir kavimden bahseder. Bu ilkel kavim erdem sayesinde düzgün bir yönetime, yani Cumhuriyet’e kavuşmuştur; ve insanoğlu altına girmek istediği bir boyunduruk arıyorsa bu “erdem” olmalıdır, der Montesquieu (Montesquieu, 1985: 76).
Kanunların Ruhu adlı yapıtında Montesquieu üç tür hükümet biçimi olduğunu söyler: Cumhuriyet, krallık ve zorbalık. Cumhuriyeti de ikiye ayırır. Eğer egemenlik toplumun tümünde ise buna demokrasi, bir bölümünde ise buna aristokrasi der. Krallıkta hükümdar belli yasalara göre yönetimi sağlar. Zorbalıkta ise bir tek kişinin yasasız, kuralsız gönlünce yönetimi söz konusudur (Vardar, tarihsiz:35-37). En ideal yönetim biçimi demokrasi ve cumhuriyettir. Bunun da temel direği erdemdir. Adı cumhuriyet olduğu halde yönetim kötü ise burada erdem eksik veya yoktur. Erdem sözcüğü Latince virtù sözcüğünden gelir ve anlamı cesaret demektir. Şu halde erdemli bir kişi her şeyden önce cesur bir kişi olacaktır, her yerde, her ortamda doğruyu söyleyecek, dürüst ve adil olacak, doğrunun, haklının, güzelin, iyinin yanında yer alacak, kötünün haksızın ve zorbalığın karşısında olacaktır.
Diderot, Voltaire ve J.J. Rousseau ile birlikte Aydınlanma Çağının öncülerinden ve dört büyük yazarından biri olan Montesquieu, Fransızların “Güneş Kral” diye adlandırdığı 14. Louis’yi yaşlılığında ve kraliyet döneminin sonlarında tanımış, onu biraz iğrenç ve yönetimini de gülünç bulmuştur. Çünkü kral ile bakanları ve metresi arasındaki yaş farkı onun sosyal ilişkilerinde birtakım bozukluklar ve yönetiminde zafiyet oluşturmuştur. Ayrıca kralın zengin, krallığın ise yoksul olmasını bir türlü kabullenemiyor Montesquieu (Sabbah, 1996: 51-52). Onun için kişisel yarar kamu yararı ile örtüşürse anlamlıdır. Saraydaki yönetici takımının krala dalkavukluktan başka bir şey yapmadıklarını ve kralın da hükümetin sadeliğinden dolayı Türklerin Sultanı’na (padişah) imrendiğini gözlemlemiştir. Kral hariç herkesin küçük olduğu Versailles (Kraliyet ikametgahı) sarayı ile özgürlük ve eşitliğin hüküm sürdüğü ve herkesin büyük olduğu Paris arasında bir tezatlık saptamış, ve, Fransız ulusunu, yani Fransa’yı Versailles değil Paris’in temsil etmesi gerektiği yargısına varmıştır (Sorel, 1975: 32-33).
Bu yüzden İran Mektupları’nda Fransız kurumlarını sık sık eleştirerek, öncelikle Fransız halkına, sonra da diğer bütün halklara en uygun hükümet şekillerinin ne olduğu araştırmasına koyulacaktır. Fransızları servet edinmeye düşkün ve eşitlik duygusuna tutkun bir halk olarak görür Montesquieu. Şu halde Fransızlar için en uygun yönetim biçimi, halkın doğrudan ortak olduğu demokrasi yani cumhuriyet rejimidir. Fakat Montesquieu’nün öngördüğü cumhuriyet tacın gölgesindeki, yani hükümdarın egemenliğindeki bir cumhuriyet değildir. Çünkü hükümdarlığın her an diktatörlüğe dönüşme olasılığı vardır.
Onun düşlediği cumhuriyet antik çağlardaki site devletinde görülen cumhuriyetlere benzer bir yönetimdir. Orada Romalıların “özgürlük”, Ispartalıların “erdem” kavramları egemen olsun ister. Şeref, ün ve erdem kavramları ancak cumhuriyetlerde ve vatan sözcüğünün söylendiği memleketlerde anlamlı ve geçerlidir (Sorel, 1975:34). Montesquieu halklar için yönetim biçimlerini irdeler fakat kesin fikrini tam söylemez. Küçük devletler için cumhuriyetin ideal bir rejim olduğunu, fakat toprağı geniş, kalabalık memleketler için federal cumhuriyetlerin belki daha uygun olacağını söyler.
Erdeme verdiği öneme bakarak onun cumhuriyeti öteki hükümet şekillerinden üstün tuttuğunu söyleyebiliriz. “En uygun hükümet tabiata en uygun hükümettir”, der (Tütengil, 1977:36). Halkın istem ve eğilimlerine yanıt verebilen hükümet ancak halkın yönetime ortak olduğu demokratik cumhuriyette bulunur. Kuvvetler ayrılığını (yasama, yargı, icra) anayasası ile güvence altına almış bir monarşi yönetimine de uzak değildir Montesquieu. 14. Louis’nin ölümünden altı yıl sonra (1721) yayınlıyor İran Mekyupları’nı (Letteres Persanes) Montesquieu. Bu yapıt 1748 yılında yayımlayacağı Kanunların Ruhu (l’Esprit des Lois) kitabının küçük kardeşi sayılabilir (Becq, 1999:13).
Her iki kitapta da Montesquieu insanı, erdemi, kanunları, yönetim biçimlerini, dinleri, iklimlerin insanlara etkisini, gelenekleri inceliyor. Mektuplar şeklinde bir roman olan İran Mektupları bir “siyaset-ahlâk” incelemesidir, orada zorbalık (istibdat) yönetimi, erkek egemenliği ve kadın statüsü konularındaki sembolik düşünceler, İslam ve hıristiyanlık geleneksel değerleri sergilenir (Véquaud, 1993: 28-29). İran Mektupları aynı zamanda Aydınlanma Çağının ilk en büyük yapıtı sayılan bir romanıdır. Çok sesliliği ile, yani mektuplaşan kişilerin çokluğu ile de diğer mektup-romanlardan ayrılır ve bu romana nükteli bir çeşitlilik katar (Versini, 1988:37). İran Mektupları’nın anahtar sözcükleri “doğa”, “erdem” ve “bağımsızlık”dır (Delon, 1977:79-88). İnsan doğası, erdem, şeref gibi sözcükler bütün klasik ve aydınlanma çağı yazarlarının konu ettikleri yüce insanlık değerleridir.
İran Mektupları ve Kanunların Ruhu adlı yapıtlarıyla Montesquieu modern siyaset biliminin ve sosyolojinin kurucusu gibi gözüküyor.1748 yılından itibaren (Kanunların Ruhu’nun yayın yılı) tarih ve siyaset, adı sosyoloji olacak bir bilimin konusunu oluşturacaktır. Montesquieu ahlâk ve dini inançların sosyolojik bir kuramının da öncülüğünü yapar. Örneğin güney Avrupa’nın katolik, kuzey Avrupa’nın protestan olmasını iklimler arasındaki farka bağlar; çöl bölgelerinde ve çok sıcak iklimlerde despotizm ve imparatorlukların yeşereceğini, İslam dininin kadercilikle doğuluları tembelliğe ittiğini söyler (Versini, 1998:19-20).
Karşısına hükümet şekilleri olarak esası erdem olan cumhuriyet, yine esası şeref olan monarşi ve esası korku olan despotizm çıkacaktır. Geleneklerin büyük etkisinin bulunduğu bu hükümet şekillerinden cumhuriyetler “erdem” (siyasi terim anlamıyla özgürlük ve eşitlik sevgisi) olmadan varlıklarını sürdüremezler, yine “şeref” (fark edilme arzusu) olmadan monarşiler yıkılırlar ve “korku” olmazsa da despotizm anarşiye dönüşür. Şu halde geleneksel hükümet şekillerini (cumhuriyet, kanunlara dayalı monarşi ve despotizm) temellendiren üç öğe “erdem”, “şeref” ve “korku”dur (Launay / Mailhos, 1996:74).
Trogloditler ve Erdemin Zaferi
İran Mektupları çok kişinin yazıştığı mektuplardan oluşan bir roman olmakla beraber iki baş kahramanı vardır: Üsbek ve Rica. Bu iki soylu İranlı öğrenmek, bilgi kazanmak için doğdukları şehir Isfahan’ı ve memleketleri İran’ı terk ederek Türkiye ve İtalya üzerinden merkezi Paris olacak olan batıya bir inceleme gezisine çıkarlar. Mektuplarında ikisi de Montesquieu’yü temsil ederler. Sanki ikiz kardeş gibidirler. Üsbek Montesquieu’nün filozof ve düşünür kişiliğini, Rica ise onun şakacı ve alaycı kişiliğini canlandırır. Montesquieu çağdaşlarına ahlâk dersi verirken, ahlâktan bahsederken kalem Üsbek’in elindedir, onlarla ince bir şekilde alay ederken Rica kalemi alacaktır (Sorel, 1975:30). Montesquieu idealize ettiği bir toplumu ve yönetimi anlatmak için Trogloditler efsanesini yaratır. Bu konudaki felsefesini ve düşüncelerini Üsbek aracılığı ile sergiler. İran Mektupları’nın 11., 12., 13., 14. mektuplarını kapsayan Trogloditler öğütlü hikayesinde Montesquieu kendi kendini yok eden doğal vahşilikteki bir halktan hareket eder, sonra erdem sayesinde bu halk tekrar dirilir (Charpentier / Charpentier, 1993:21). Erdemle yenilenen ve erdemle yönetilen bu halk aynı zamanda dayanışmanın da en dokunaklı örneğini verir (Paraf, 1977:51-59).
Trogloditler hikayesi aslında 10. cu mektupta Mirza’nın, dostu Üsbek’e bir sorusu ile başlar: “Senin sık sık insanların erdemli olmak için doğduklarını ve adaletin onlara varlıkları kadar özgü bir nitelik olduğunu söylediğini duydum, burada ne demek istediğini söyler misin?” der. Üsbek de dostu Mirza’ya yazdığı dört mektupta (11,12,13,14) fikirlerini Trogloditler hikayesi ile anlatır. Montesquieu’nün düşüncelerinin iyi anlaşılması için bu dört mektubu kısaca özetlemeyi yararlı görüyoruz:
11. Mektup: Arabistan’da eski Trogloditlerin soyundan gelme Troglodit adında küçük bir halk topluluğu varmış (Hérodote ve Pomponius Mela böyle kaba bir halkın mağarada yaşadıklarından ve Libya’da bulunduklarından bahsederler; Montesquieu, 1985: 424). İnsanları ayı kadar tüylü olmasa da, insanlardan çok hayvanlara benziyorlar, ıslık çalmasını bilmiyorlar, iki gözleri var, çok kötü ve zalimler, aralarında hiçbir adalet ve hakkaniyet ilkesi yok. Onların yabancı uyruklu bir kralları vardı ve onların doğasından gelen kötülüğü düzeltmek için onlara çok sert davranıyordu. Onlar da krala karşı komplo kurdular ve onu öldürdüler, tüm kraliyet ailesini kılıçtan geçirip yok ettiler.
Yeni bir yönetim biçimi belirlemek için toplandılar, uzun tartışmalardan sonra, yargıç yetkisi ile de donanımlı yüksek idari görevliler (magistrat) seçmekte karar kıldılar. Fakat bunlar da seçilir seçilmez onlar için taşıması güç bir yük olduklarından bunların da hepsini kılıçtan geçirdiler.
Bu yeni boyunduruktan da kurtulan bu halk doğal vahşilikleriyle baş başa kaldılar. Hiç kimseye boyun eğmemeye, sadece kendi çıkarlarını gözeteceklerine ve diğerlerinin çıkarları ile ilgilenmeyeceklerine söz verdiler. Trogloditler bu ortak çözümden çok hoşnut kaldılar. Her biri: Artık sadece kendimi düşüneceğim ve mutlu yaşayacağım, kendi gereksinimlerimi karşılayacağım, diğerlerinin mutsuz ve sefil olması benim umurumda değil, diyordu.
Ekim zamanı herkes kendini besleyecek buğdayı elde edecek şekilde tarlasını sürüyordu. Bu küçük krallığın toprakları aynı yapıda değildi. Bir kısmı çorak ve dağlık, bir kısmı ova ve sulanabilirdi. Bu yıl büyük bir kuraklık olmuş, yüksek ve dağlık kesimde arazisi olan Trogloditlerin hemen hemen hepsi açlıktan kırılmışlardır; çünkü sulanabilir yerde toprakları olanlar ürünlerini onlarla paylaşmak istememişlerdir.
Ertesi yıl hava çok yağmurlu geçmiş, dağlık kesimdeki topraklar çok ürün vermiş, aşağıda, ovadaki tarlaları su basmıştır; bu kez de halkın diğer yarısı açız! diye bağırmıştır.
Bu halkın önde gelenlerinden birinin çok güzel bir eşi vardı. Komşusu erkek ona aşık olur ve onu kaçırır. Kavga ve küfürleşmelerden sonra, eski, memleketin cumhuriyetle idare edildiği dönemde itibar sahibi bir Trogloditin hakemliğine başvurmaya karar verirler. Fakat hakim olarak seçilen Troglodit onlara: Bu kadının sizin mi yoksa sizin mi? olduğu bana ne, benim işim gücüm var, der. Onlarla ilgilenmez. Kadını kaçıran halkın en kuvvetlisi idi, ve: ölürüm de bu kadını vermem, diyordu. Kaçırılan kadının kocası komşusunun adaletsizliğine ve hakimin sert tutumuna maruz kalmış, ümitsiz bir şekilde evine dönerken yolu üzerinde çeşmeden gelen bir kadına rastlar. Bu kadın onun çok hoşuna gider ve bunun hakemliğine başvurduğu Trogloditin eşi olduğunu öğrenir. O da bu kadını kaçırır ve evine götürür.
Bir adam çok verimli bir tarlaya sahipti ve itina ile bu tarlayı işliyordu. Komşularından iki kişi birleşerek bu adamı evinden kovarlar ve tarlasını sahiplenirler. Bir müddet sonra bu iki komşudan biri, böyle verimli bir tarlayı neye başkası ile paylaşayım diyerek diğerini öldürür ve tarlaların tek sahibi olur. Fakat imparatorluğu uzun sürmez, diğer iki Troglodit gelip ona saldırırlar, onların karşısında zayıf düşer ve kılıçtan geçirilir.
Yarı çıplak bir Troglodit satılık yün görür ve fiyatını sorar. Satıcı: Yünümün iki ölçek buğday satın alacak para edeceğini umuyorum, fakat ben sekiz ölçek buğday satın almak için onu dört misli fazla fiyata satacağım, der.
Troglodit istenen parayı öder ve yünü alır. Bu kez yünü satın alan, satıcıya: Sizin buğdaya mı ihtiyacınız var? der. Bende satılık buğday var, belki fiyatı sizi şaşırtacak. Biliyorsunuz, buğday çok kıymetli ve her yerde açlık hüküm sürüyor. Eğer açlıktan ölmek istemiyorsanız verdiğim parayı bana geri verin, size bir ölçek buğday vereceğim, der.
Bu arada öldürücü bir hastalık ülkeyi kırıp geçiriyordu. Komşu memleketten uzman bir doktor gelir, tam zamanında ilaçlarını verir ve ona başvuranların hepsini iyileştirir. Hastalık geçtikten sonra tedavi ettikleri insanlara gider ve onlardan ücretini ister; fakat onlar ücret ödemeyi reddederler. Doktor yorgun argın memleketine döner. Bir müddet sonra hastalık tekrar ortaya çıkıyor. Troglodit halkı tekrar bu doktora koşuyor.
Doktor onlara: Defolun, adaletsiz insanlar, siz, tedavi ettirmek istediğiniz hastalıktan daha öldürücü bir zehiri ruhunuzda taşıyorsunuz, sizde insanlık yok, hakkaniyet kuralları hiç yok, benim için, sizi cezalandıran tanrıların öfkelerinin adaletine karşı gelmem, onlara hakaret etmek anlamına gelecektir, der.
12. Mektup: Trogloditler kendi adaletsizliklerinin kurbanı olup, kendi kötülükleriyle yok olup gittiler. O kadar aileden sadece ikisi bu felaketten kurtulmayı başardı. Bu ülkede artık çok farklı iki insan vardı: Onların insanlığı vardı, erdemi seviyorlardı, kalplerinin doğruluğu ile birbirlerine bağlıydılar.
Diğer eski Trogloditleri genel bir hüzün ve acıma duygusu ile hatırlıyorlardı. Ancak onların kötü örneği bunların yeni bir birlik oluşturmasının kaynağını oluşturuyordu. Özenle ve kamu çıkarını gözeterek çalışıyorlardı. Aralarında hiçbir anlaşmazlık yoktu, mutlu ve huzurlu bir hayat sürüyorlardı. Bu erdemli ellerle işlenen toprak da istenen ürünü onlara veriyordu.