Dilbilimsel Yaklaşım Biçimi - 1
|
Jürgen Habermas
Çev: Mustafa Tüzel
1.Günümüzde(1967), geleneksel bilinç sorunsalının yerine, dil sorunsalı geçti: dilin aşkınsal eleştirisi, bilinç eleştirisini ortadan kaldırıyor. Husserl ’in “yaşama evrenleri” ne karşılık düşen, Wittgenstein ’ın “yaşama biçimleri” , artık bir bilincin sentezi kurallarına değil, dil oyunlarının gramer kurallarına uyuyorlar. Bu yüzden dilbilimsel felsefe ve eylem arasındaki bağlamı çoktandır, görüngübilim gibi, anlam bağlamlarının bir kuruluşundan, yani bilinç edimleri üzerine kurulu bir dünyanın aşkınsal çerçevesi içinde kavramıyor.
Yönelimsel eylemin incelenmesinin de karşısına çıkan, yönelimlerin birbirine bağlanışı, artık ‘anlam’ın aşkınsal bir doğuşu ile değil, dilsel imlemlerin mantıksal bir analiziyle açıklanıyor.
Dilbilimsel yaklaşım da, görüngübilimsel yaklaşım gibi, sosyal eylemi öznelerarasılık düzleminde inceleyen, anlayıcı bir sosyolojiye götürüyor. Ama artık öznelerarasılık, bir yaşama evreninin karşılıklı olarak sınırlanmış ve gücül olarak birbirinin yerine geçirilebilir perspektifleri aracılığıyla oluşmaz; tersine, simgelerle yönetilen etkileşimlerin gramer kurallarıyla verilmiştir. Yaşama evrenlerinin yapılanmasının aşkınsal kuralları, şimdi iletişim süreçlerinin kurallarında dil analiziyle kavranabileceklerdir.
Analitik yaklaşım biçiminin kaydırılması, inceleme düzleminin yer değiştirmesiyle telafi edilir: sosyal eylemler şimdi, simgeler arasındaki iç ilişkilerin analiz edildiği biçimde analiz edilebilirler. Aşkınsal tutumda bir empirik inceleme yolundaki paradoksal talebin, artık yanlış anlamalara vardırması gerekmez; bu istem, basit bir biçimde, dil analiziyle karşılanabilir. Çünkü, simgelerin birbirlerine bağlanmasındaki dilbilimsel kurallar, bir yandan, betimsel olarak ele alınabilen nesne durumları olarak, empirik bir analize açıktırlar, ama öte yandan olgular düzleminde değil, olgular üzerine tümceler düzleminde kurulan, daha yüksek düzeyde verilerdir.
Dilbilimsel incelemeler, zaten her zaman empirik doğrultudaki mantıksal analizler olmuşlardır. Şimdi, anlayıcı sosyolojinin dikkati de bu düzleme çekilmektedir. Bunun, netlik gibi bir yararı vardır. Artık şimdiye dek felsefeye ayrılmış olan ve yalnızca belirli bir gelenekte dışlanmış olan aşkınsal mantıksal işlem biçimleriyle bağlantı kurmak gerekmemektedir.
Bu düşünseme düzleminin, deneysel olarak sınanabilir tümceler düzlemiyle karıştırılma olasılığı yoktur. Dil analizi, kavramların analizi olarak, yanlış anlamaya yol vermeyecek bir biçimde, yasa hipotezlerinin sınanmasının karşısına koyulmuştur.
Dilbilimsel yaklaşım biçimi bu netliği, davranışsalcılıkla keskin bir karşıtlık içinde olmasına borçludur. Davranışsalcılık , eylemi davranışa indirgeyerek, toplumu doğayla özdeşleştirir ve nesne alanlarının yapısal farklılıkları karşısında kararlı bir bilinemezci tavır alırken, dilbilimi, simgesel olarak sağlanan davranış biçimlerinden, doğal yönü bütünüyle silmekte ve toplumu idealist bir biçimde, bir simgeler bağlamına yüceltmektedir.
Dilbilimsel yaklaşım, sosyal olguları bütünüyle işaret sistemlerinin yanına koymaktadır. Deneyimbilimi olarak bir sosyoloji için her iki konum da aynı temele: tümceler ile olgular arasında kesin bir ayrıma, dayanırlar. İşaretler arasındaki içsel ilişkiler mantıksaldır, olaylar arasındaki dışsal ilişkiler empiriktir.
Nasıl ki davranışsalcı yaklaşım, sosyal eylemi bir taraf için istiyorsa, dilbilimsel yaklaşım da öbür taraf için istemektedir — bu anlamda ikisi de birbirini bütünleyici bir tutum içindedir. Yine de, dilbilimsel felsefe dili salt bir işaretler sistemi olarak ele alırsa, toplumsal ilişkilerin içsel bağlantılarla özdeşleştirilmesi, dışsal bağlantılarla pozitivist özdeşleştirmeden daha az ikna edici olacaktır.
Sosyal eylem alanına dil analiziyle yaklaşma, simgeler arasındaki içsel ilişkiler, eylemler arasındaki bağlantıları açıkladıklarında inandırıcıdır. Dillerin grameri o zaman içkin anlamlarına göre, iletişimin ve olası pratiğin bağlamlarını saptayan bir kurallar sistemi olur: “Sosyal ilişkilerin önermeler arasındaki mantıksal ilişkiler gibi olması gerektiği, önermeler arasındaki mantıksal ilişkilerin kendilerinin insanlar arasındaki sosyal ilişkilere bağlı olduğundan daha az gariptir.”
Dil analizi, anlayıcı bir sosyolojinin yöntembilgisi için ancak, mantıksal pozitivizm , özeleştirinin iki aşamasından geçtikten sonra önem kazanabilir: düşünsemenin iki aşaması, Wittgenstein ’ın imzasını taşıyor. Tractatus istenilen bilimsel evrensel dilin aşkınsal bilincini bilince çıkarıyor. Philosophische Untersuchungen, aşkınsal “dilin kendisinin kurgu olduğunu görüyorlar ve gündelik dilde yapılan iletişin gramerlerinde, yaşam biçimlerinin kuruluşunun kurallarını keşfediyor. Aşkınsal düşünseme aşamasını, sosyal dilbilimsel olanından ayırabiliriz. Wittgenstein’ın biyografi kesitinde, görüngübilimin Schütz tarafından benzer bir biçimde geliştirilmesinde öne çıkmayan, sistemli bir geçiş belirginleşiyor. Böylece, buradan, sosyolojik olarak verimli kılınmış bir görüngübilim genel olarak yaşama evreninin aşkınsal analizini ve mevcut bulunmuş yaşama evrenlerinin analizleri arasındaki uçurumun aynı ölçüde ilkesel olarak bilincine vardığında ortaya çıkan sorunlara ışık tutuluyor.
Wittgenstein’ın ilk dönemindeki dil aşkınsalcılığı, Stenius’un net bir biçimde gördüğü ve Apel’in üzerinde çalıştığı gibi, bazı açılardan, Kant ’ın aşkınsal felsefesine benzer: aşkınsal bilinç genel olarak, dünyayı resmeden evrensel dile karşılık düşer. Bu dilin mantıksal biçimi, a priorı olarak nesne durumları hakkındaki olası önermelerin koşullarını saptar. Nesne durumları, mevcut olduklarında, olgulardır; tüm olguların cisimlenişi dünyadır, Kant’ın diliyle konuşulacak olursa: görüngüler dünyası.
Olası deneyimin ve bilginin nesnelliğinin aşkınsal koşulları olarak görü ve anlık kategorilerine, olduğu gibi olan hakkında empirik açıdan anlamlı önermelerin içinde a priori olanaklı oldukları modeli belirleyen sınırları çizen bilimsel evrensel dilin sözdizimi karşılık düşer . Bu dil aşkınsalcılığı, saf aklın eleştirisini, dil eleştirisel bir biçimde aşar. Aynı zamanda, yeni pozitivizmin yeniden benimsediği eski nominalist dil eleştirisini sona erdirir.
Dil eleştirisi zaten her zaman, arı düşünceyi çarpıtan bir gündelik dilin belirginleştirilmesiyle uğraşmıştır. Dil eleştirisinin varsayımı düşüncenin biçimiyle gündelik dildeki dilegetirimin yapısı arasındaki farktır . Witggenstein geç döneminde adeta dilsel kategorileri, içinde anlam kazanabilecekleri biricik yer olan mantıksal bağlamın ötesinde kullanmamız sonucunda ortaya çıkan aşkınsal bir görünüşü hesaba katıyor.
Saf aklın eleştirisi, dil eleştirisi düzleminde, “Anlığımızın, dilimizin araçlarıyla büyülenmesine karşı savaşım” biçimini alıyor. Ama Tractatus dönemindeki Wittgenstein, daha sonraki görüşüne karşıt olarak, dilin doğru çalışmasının ölçütlerini veren anlığın mantıksal biçiminin, gündelik dilin alışılmış gramerinde aranmaması gerektiği inancındadır: “Ondan [gündelik dili], dilin mantığını dolaysız olarak çıkarmak, insan için olanaksızdır. Dil düşünceyi örter. Öyle ki, örtünün dış biçiminden, örtülen düşüncenin biçimi konusunda sonuç çıkarılamaz, çünkü örtünün dış biçimi, tamamiyle başka amaçlar için kurulmuştur; gövdenin biçimini belli etmek amacıyla değil.”
Ama gündelik dildeki formüllendirmeler, dünyayı serimleyen bir ideal dil ölçütüne göre ölçülebilirler, bu dilin yapısı empirik açıdan olası anlamlı önermeler evrenini saptar. Demek ki, geleneksel her tümce için bir ve yalnız bir eksiksiz analiz vardır; bu analiz tümcenin, dilin mantıksal açıdan saydam dilinde yeniden kurulmasıyla eş anlamlıdır. Bu dönüşüme yatkın olmayan tüm doğal tümceler, anlamsız oldukları için elenebilirler.
Principia Mathematika , bilimsel bütünlük dili için bir model veriyor. Evrensel dil atomik bir yapıdadır: her karmaşık tümce, basit tümcelere ayrılabilir. Bu durum doğruluk açısından işlevseldir tümcelerin doğruluk değerleri, argümanlarının doğruluk değerlerine bağlıdır. Bu değer, bir serimleme işlevi anlamında, gerçeklikle bağdaşır:her basit tümceye bir olgu karşılık gelir. Wittgenstein’ın asıl radikalliği, böyle bir evrensel dili önermesinden çok, bu dilin değerini düşünsemesinde kendini gösterir.
Pozitivizm dil analizini yöntembilgisel bir amaçla yapar ve biçimsel bir bilim halinde kurarken, Wittgenstein, indirgemeci düşünmenin gidişine karşı, dilin gerçekliğin bilinmesini nasıl olanaklılaştırdığı biçimindeki bilgi kuramsal soruya geçerlilik kazandırıyor. Bu bakış açısıyla, bütünlük dilinin mantıksal sözdiziminin, kesin anlamda aşkınsal bir mantık olduğu ortaya çıkıyor. Çıkış noktası, dilin düşünseme özelliğini dışlayan, nominalist bir kavrayıştır: “Hiçbir tümce kendi üzerine bir şey söyleyemez, çünkü tümce işareti kendi kendisinin içinde kapsanamaz” (3.332). Wittgenstein , Russel’in tipler kuramını, bilgikuramsal bir biçimde kullanarak, evrensel dile uyguluyor: “tümce bütün gerçekliği ortaya koyabilir, ama gerçekliği ortaya koyabilmek için onunla ortaklaşa sahip olması gereken şeyi — mantıksal biçimi, ortaya koyamaz. Mantıksal biçimi ortaya koyabilmek için kendimizi tümceyle birlikte mantığın dışına çıkarabilmemız gerekirdi, yani dünyanın dışına. Tümce mantıksal biçimi ortaya koyamaz; o, onda, yansır. […] Dilde kendini dilegetireni, biz onunla dile getiremeyiz.” (4.12, 4.121).
Evrensel dilde izin verilen tümceler, sadece, eğer varsalar, dünya içindeki olgular olan tümcelerle bağdaşırlar. Tractatus’un tümceleri gibi, mantıksal biçimi dile getiren, onlarla nesne durumlarını anlamlı bir biçimde serimleyebildiğimiz tümceler, evrensel dille düşünsemeli olarak ilişkilidirler ve bu yüzden o dile ait olamazlar. Empirik anlamlı önermelerin mantıksal koşullarını yerine getirmezler. Konuşulamaz olanı formüle ettiklerinden, dilin aşkınsal değerine dikkat çekerler.
Wittgenstein da, Husserl gibi, ufukların karşılaştırılmasından yararlanıyor: optik olarak algılanabilen her şey, bir görüş alanı içinde verilmiştir, ama gören gözün gövde merkezli kesitini, perspektifi, böyle göremeyiz — perspektif, kendini, algılananın ufkunda gösterir. Dilin mantığında da durum budur; dünya içinde olup bitenler üzerinde düşünülebilir tüm önermelerin mantıksal biçimiyle, dünyanın kendisinin yapılarını da saptar: “Dilimin sınırları, dünyamın sınırlarını imler.” (5.6) Ama bu dil ötesi tümcelerin doğruluğu, onların mantıksal olanaksızlığında belli olur: dilin mantığı, dünya içinde olanları kavrayışımızın çerçevesini, yani dünyanın nasıl olduğunu, aşkınsal zorunlu bir biçimde saptarken. bu durum, kendisini bu dilin içinde dilegetiremez. “Mantık dünyayı doldurur; dünyanın sınırları onun da sınırlarıdır. Mantıkta, bu yüzden, şunu söyleyemeyiz: Dünyada şu şu var, şu yok. Bu çünkü, görünürde, bazı olanakları dışarıda bırakabildigimizi varsayar, ve bu da öyle olamaz, çünkü o zaman mantığın, dünyanın sınırlarının ötesine geçmiş olması; yani, bu sınırlara öteki yandan da bakabiliyor olması gerekirdir; o zaman, düşünmediğimizi, söyleyemeyiz de.” (5.61)
Wittgenstein, Hegel ’in sınır diyalektiğinden kaçınıyor, çünkü Kant’ın aklın kullanımını eleştirel bir biçimde akla uygun bilgiyle sınırlandırmasını, yalnızca özeleştirisel bir kırılma içinde yineliyor:kendi aşkınsal felsefesinin dili artık evetleyici değil.
Mantığın aşkınsal olduğuna ilişkin temel ilkeyi. Wittgenstein şu tümceyle irdeliyor:“Mantık bir öğreti değil, dünyanın bir ayna tasarımıdır.” (6.13) Bu, mantığın. basit tümcelerin tekil olguları resmetmesi gibi, dünyayı bir bütün olarak resmeden bir tümceler sistemi olarak formüllendirilebileceği anlamına gelmez — bir öğreti özellikle değildir. Daha çok, mantıksal biçimdeki tümcelerin kullanılışı, dünyanın yapısını kendini konuşmada gösteren ama tümcelerle dile getirilemeyen, adeta verili bir şey olarak yansıtır. Geç dönem felsefesine bir ön hazırlık olan Philosophlschen Bemerkungen’de, bu dilsiz spekülasyon anlamında, mantıktan şöyle söz edilir: ‘Dünyanın özüne ait olan üzerinde konuşulamaz. Ve felsefe, bir şey söyleyebilecek olsaydı, dünyanın özünü betimlemesi gerekirdi. Ama dilin özü dünyanın özünün bir resmidir; ve gramerin yöneticisi olarak felsefe, gerçekten de dünyanın özünü kavrayabilir; ancak, dilin tümcelerinde değil, dil için konulmuş anlamsız işaret bağlantılarını dışlayan, kurallarda.”
Dil eleştirisi, dil ötesi tümcelerin anlamsızlığını kanıtlamakla, üzerinde konuşulmayanın, kendini pekala gösterdiğini, bilince çıkarır: “Söylenebilir olanı açıkça ortaya koymakla, söylenemez olanı imleyecektir. “(4.115) Wittgenstein, mistik geleneklerle uyum içinde, dil eleştirisi alıştırmasını, sesini çıkarmayanın, dünyanın üzerinde konuşulamaz özünü görmesini sağlayan egzersiz olarak öneriyor.
Wittgenstein, düşünsemenin, anlık adına dışlanmasını acımasız bir biçim de sürdürmek ve tümdengelimli serimlemenin zorlaması ile dolaysız görünün coşkusu arasında hiçbir orta bırakmamak için yeterince pozitivisttir. Ama ilk dönemindeki Wittgenstein da, pozitivist büyünün dışına, dilin mantığını olgular blokunun etrafına gerilmiş aşkınsal bir ağın mantığı olarak anladığı ölçüde çıkmıştır. Dil eleştirisinin araftaki çabalarının da, karşı koyduğu dil kadar metafizik, ve bununla birlikte hiç olmayan deneyimleri gösteren bir dilden yararlanmaları gerektiğine dikkat çekiyor. Dolaylı yoldan konuşan mistiğin bu kendini yadsıyan yöntemiyle, Wittgenstein aşkınsal felsefesel görüşü yineliyor: “Özne, dünyada değildir, dünyanın sınırlarından biridir.”(5.632)
Bu aşkınsal öznenin tekliği, evrensel dilin tekliğiyle parçalanır. Wittgenstein’ın Tractatus’da bilgikuramsal olarak temellendirdiği ve yöntembilgisel düzlemde bir tek bilim programına tercüme edilen programın, uygulanamaz olduğu görülmüştür. Dilsel anlatımların indirgeyici analizinin karşısına çıkan ilkesel zorlukları, burada bir kez daha saymam gerekmiyor. Bağımsız basit tümcelerden oluşan bir zemin bulunamaz; elbette ki, bir dilin basit bileşenleri de, ancak bir tümceler sisteminin parçaları olarak anlamlıdırlar. Doğruluk açısından işlevsellik talebi, yalnızca fizikselcilik pahasına yerine getirilebilir. Ama, yönelimsel önermelerin, onlara uyularak kapsamlı bir dile tercüme edilebildikleri kurallar verilemez. Sonunda, tek dilin resmetme işlevinin de metafizik bir kabul olduğu görülmüştür. Yalnızca, işaretlerin ve nesne durumlarının betimsel bir düzenlenişini geçerli kılan nominalist dil kavrayışı, dil kiplerinin indirgenemez çeşitliliğinin hakkını veremez. Tümcelerin gerçeklik üzerinde ayrıcalıklı bir uygulanma türü yoktur: “ ‘İşaretler, ‘sözcükler’, ‘tümceler’ dediğimiz her şeyin sayısız kullanım biçimi vardır. Ve bu çeşitlilik sabit, bir defalığına verilmiş bir şey değildir, tersine, dilin, dil oyunları diyebileceğimiz yeni tipleri ortaya çıkarlar, ve ötekiler eskirler ve unutulurlar [….] Dilin araçlarının ve onların kullanılış biçimlerinin çeşitliliğini, sözcük ve tümce türlerinin çeşitliliğini, mantıkçıların (ve Mantıksal Felsefi makalenin yazarının da) dilin yapısı üzerine söyledikleriyle karşılaştırmak ilginç olacaktır.”
Nominalizmin , tek geçerli betimsel karşılıklı konum biçimi olarak kabul ettirmek istediği adlandırma, üstelik türetilmiş bir kiptir:“Diyebiliriz ki: adlandırmadan sonra, ancak onunla bir şeye başlamak isteyenler anlamlı sorular sorabilir.” Kopyalama işlevi, dilin kendisiyle değişiklik gösteren, dilin temel uygulanma türlerini zaten varsayar: “Emir verme, sorma, anlatma, sohbet etme de yürüme, yeme, içme ve oynama kadar, bizim doğal tarihimize dahildir.”
Çev: Mustafa Tüzel
1.Günümüzde(1967), geleneksel bilinç sorunsalının yerine, dil sorunsalı geçti: dilin aşkınsal eleştirisi, bilinç eleştirisini ortadan kaldırıyor. Husserl ’in “yaşama evrenleri” ne karşılık düşen, Wittgenstein ’ın “yaşama biçimleri” , artık bir bilincin sentezi kurallarına değil, dil oyunlarının gramer kurallarına uyuyorlar. Bu yüzden dilbilimsel felsefe ve eylem arasındaki bağlamı çoktandır, görüngübilim gibi, anlam bağlamlarının bir kuruluşundan, yani bilinç edimleri üzerine kurulu bir dünyanın aşkınsal çerçevesi içinde kavramıyor.
Yönelimsel eylemin incelenmesinin de karşısına çıkan, yönelimlerin birbirine bağlanışı, artık ‘anlam’ın aşkınsal bir doğuşu ile değil, dilsel imlemlerin mantıksal bir analiziyle açıklanıyor.
Dilbilimsel yaklaşım da, görüngübilimsel yaklaşım gibi, sosyal eylemi öznelerarasılık düzleminde inceleyen, anlayıcı bir sosyolojiye götürüyor. Ama artık öznelerarasılık, bir yaşama evreninin karşılıklı olarak sınırlanmış ve gücül olarak birbirinin yerine geçirilebilir perspektifleri aracılığıyla oluşmaz; tersine, simgelerle yönetilen etkileşimlerin gramer kurallarıyla verilmiştir. Yaşama evrenlerinin yapılanmasının aşkınsal kuralları, şimdi iletişim süreçlerinin kurallarında dil analiziyle kavranabileceklerdir.
Analitik yaklaşım biçiminin kaydırılması, inceleme düzleminin yer değiştirmesiyle telafi edilir: sosyal eylemler şimdi, simgeler arasındaki iç ilişkilerin analiz edildiği biçimde analiz edilebilirler. Aşkınsal tutumda bir empirik inceleme yolundaki paradoksal talebin, artık yanlış anlamalara vardırması gerekmez; bu istem, basit bir biçimde, dil analiziyle karşılanabilir. Çünkü, simgelerin birbirlerine bağlanmasındaki dilbilimsel kurallar, bir yandan, betimsel olarak ele alınabilen nesne durumları olarak, empirik bir analize açıktırlar, ama öte yandan olgular düzleminde değil, olgular üzerine tümceler düzleminde kurulan, daha yüksek düzeyde verilerdir.
Dilbilimsel incelemeler, zaten her zaman empirik doğrultudaki mantıksal analizler olmuşlardır. Şimdi, anlayıcı sosyolojinin dikkati de bu düzleme çekilmektedir. Bunun, netlik gibi bir yararı vardır. Artık şimdiye dek felsefeye ayrılmış olan ve yalnızca belirli bir gelenekte dışlanmış olan aşkınsal mantıksal işlem biçimleriyle bağlantı kurmak gerekmemektedir.
Bu düşünseme düzleminin, deneysel olarak sınanabilir tümceler düzlemiyle karıştırılma olasılığı yoktur. Dil analizi, kavramların analizi olarak, yanlış anlamaya yol vermeyecek bir biçimde, yasa hipotezlerinin sınanmasının karşısına koyulmuştur.
Dilbilimsel yaklaşım biçimi bu netliği, davranışsalcılıkla keskin bir karşıtlık içinde olmasına borçludur. Davranışsalcılık , eylemi davranışa indirgeyerek, toplumu doğayla özdeşleştirir ve nesne alanlarının yapısal farklılıkları karşısında kararlı bir bilinemezci tavır alırken, dilbilimi, simgesel olarak sağlanan davranış biçimlerinden, doğal yönü bütünüyle silmekte ve toplumu idealist bir biçimde, bir simgeler bağlamına yüceltmektedir.
Dilbilimsel yaklaşım, sosyal olguları bütünüyle işaret sistemlerinin yanına koymaktadır. Deneyimbilimi olarak bir sosyoloji için her iki konum da aynı temele: tümceler ile olgular arasında kesin bir ayrıma, dayanırlar. İşaretler arasındaki içsel ilişkiler mantıksaldır, olaylar arasındaki dışsal ilişkiler empiriktir.
Nasıl ki davranışsalcı yaklaşım, sosyal eylemi bir taraf için istiyorsa, dilbilimsel yaklaşım da öbür taraf için istemektedir — bu anlamda ikisi de birbirini bütünleyici bir tutum içindedir. Yine de, dilbilimsel felsefe dili salt bir işaretler sistemi olarak ele alırsa, toplumsal ilişkilerin içsel bağlantılarla özdeşleştirilmesi, dışsal bağlantılarla pozitivist özdeşleştirmeden daha az ikna edici olacaktır.
Sosyal eylem alanına dil analiziyle yaklaşma, simgeler arasındaki içsel ilişkiler, eylemler arasındaki bağlantıları açıkladıklarında inandırıcıdır. Dillerin grameri o zaman içkin anlamlarına göre, iletişimin ve olası pratiğin bağlamlarını saptayan bir kurallar sistemi olur: “Sosyal ilişkilerin önermeler arasındaki mantıksal ilişkiler gibi olması gerektiği, önermeler arasındaki mantıksal ilişkilerin kendilerinin insanlar arasındaki sosyal ilişkilere bağlı olduğundan daha az gariptir.”
Dil analizi, anlayıcı bir sosyolojinin yöntembilgisi için ancak, mantıksal pozitivizm , özeleştirinin iki aşamasından geçtikten sonra önem kazanabilir: düşünsemenin iki aşaması, Wittgenstein ’ın imzasını taşıyor. Tractatus istenilen bilimsel evrensel dilin aşkınsal bilincini bilince çıkarıyor. Philosophische Untersuchungen, aşkınsal “dilin kendisinin kurgu olduğunu görüyorlar ve gündelik dilde yapılan iletişin gramerlerinde, yaşam biçimlerinin kuruluşunun kurallarını keşfediyor. Aşkınsal düşünseme aşamasını, sosyal dilbilimsel olanından ayırabiliriz. Wittgenstein’ın biyografi kesitinde, görüngübilimin Schütz tarafından benzer bir biçimde geliştirilmesinde öne çıkmayan, sistemli bir geçiş belirginleşiyor. Böylece, buradan, sosyolojik olarak verimli kılınmış bir görüngübilim genel olarak yaşama evreninin aşkınsal analizini ve mevcut bulunmuş yaşama evrenlerinin analizleri arasındaki uçurumun aynı ölçüde ilkesel olarak bilincine vardığında ortaya çıkan sorunlara ışık tutuluyor.
Wittgenstein’ın ilk dönemindeki dil aşkınsalcılığı, Stenius’un net bir biçimde gördüğü ve Apel’in üzerinde çalıştığı gibi, bazı açılardan, Kant ’ın aşkınsal felsefesine benzer: aşkınsal bilinç genel olarak, dünyayı resmeden evrensel dile karşılık düşer. Bu dilin mantıksal biçimi, a priorı olarak nesne durumları hakkındaki olası önermelerin koşullarını saptar. Nesne durumları, mevcut olduklarında, olgulardır; tüm olguların cisimlenişi dünyadır, Kant’ın diliyle konuşulacak olursa: görüngüler dünyası.
Olası deneyimin ve bilginin nesnelliğinin aşkınsal koşulları olarak görü ve anlık kategorilerine, olduğu gibi olan hakkında empirik açıdan anlamlı önermelerin içinde a priori olanaklı oldukları modeli belirleyen sınırları çizen bilimsel evrensel dilin sözdizimi karşılık düşer . Bu dil aşkınsalcılığı, saf aklın eleştirisini, dil eleştirisel bir biçimde aşar. Aynı zamanda, yeni pozitivizmin yeniden benimsediği eski nominalist dil eleştirisini sona erdirir.
Dil eleştirisi zaten her zaman, arı düşünceyi çarpıtan bir gündelik dilin belirginleştirilmesiyle uğraşmıştır. Dil eleştirisinin varsayımı düşüncenin biçimiyle gündelik dildeki dilegetirimin yapısı arasındaki farktır . Witggenstein geç döneminde adeta dilsel kategorileri, içinde anlam kazanabilecekleri biricik yer olan mantıksal bağlamın ötesinde kullanmamız sonucunda ortaya çıkan aşkınsal bir görünüşü hesaba katıyor.
Saf aklın eleştirisi, dil eleştirisi düzleminde, “Anlığımızın, dilimizin araçlarıyla büyülenmesine karşı savaşım” biçimini alıyor. Ama Tractatus dönemindeki Wittgenstein, daha sonraki görüşüne karşıt olarak, dilin doğru çalışmasının ölçütlerini veren anlığın mantıksal biçiminin, gündelik dilin alışılmış gramerinde aranmaması gerektiği inancındadır: “Ondan [gündelik dili], dilin mantığını dolaysız olarak çıkarmak, insan için olanaksızdır. Dil düşünceyi örter. Öyle ki, örtünün dış biçiminden, örtülen düşüncenin biçimi konusunda sonuç çıkarılamaz, çünkü örtünün dış biçimi, tamamiyle başka amaçlar için kurulmuştur; gövdenin biçimini belli etmek amacıyla değil.”
Ama gündelik dildeki formüllendirmeler, dünyayı serimleyen bir ideal dil ölçütüne göre ölçülebilirler, bu dilin yapısı empirik açıdan olası anlamlı önermeler evrenini saptar. Demek ki, geleneksel her tümce için bir ve yalnız bir eksiksiz analiz vardır; bu analiz tümcenin, dilin mantıksal açıdan saydam dilinde yeniden kurulmasıyla eş anlamlıdır. Bu dönüşüme yatkın olmayan tüm doğal tümceler, anlamsız oldukları için elenebilirler.
Principia Mathematika , bilimsel bütünlük dili için bir model veriyor. Evrensel dil atomik bir yapıdadır: her karmaşık tümce, basit tümcelere ayrılabilir. Bu durum doğruluk açısından işlevseldir tümcelerin doğruluk değerleri, argümanlarının doğruluk değerlerine bağlıdır. Bu değer, bir serimleme işlevi anlamında, gerçeklikle bağdaşır:her basit tümceye bir olgu karşılık gelir. Wittgenstein’ın asıl radikalliği, böyle bir evrensel dili önermesinden çok, bu dilin değerini düşünsemesinde kendini gösterir.
Pozitivizm dil analizini yöntembilgisel bir amaçla yapar ve biçimsel bir bilim halinde kurarken, Wittgenstein, indirgemeci düşünmenin gidişine karşı, dilin gerçekliğin bilinmesini nasıl olanaklılaştırdığı biçimindeki bilgi kuramsal soruya geçerlilik kazandırıyor. Bu bakış açısıyla, bütünlük dilinin mantıksal sözdiziminin, kesin anlamda aşkınsal bir mantık olduğu ortaya çıkıyor. Çıkış noktası, dilin düşünseme özelliğini dışlayan, nominalist bir kavrayıştır: “Hiçbir tümce kendi üzerine bir şey söyleyemez, çünkü tümce işareti kendi kendisinin içinde kapsanamaz” (3.332). Wittgenstein , Russel’in tipler kuramını, bilgikuramsal bir biçimde kullanarak, evrensel dile uyguluyor: “tümce bütün gerçekliği ortaya koyabilir, ama gerçekliği ortaya koyabilmek için onunla ortaklaşa sahip olması gereken şeyi — mantıksal biçimi, ortaya koyamaz. Mantıksal biçimi ortaya koyabilmek için kendimizi tümceyle birlikte mantığın dışına çıkarabilmemız gerekirdi, yani dünyanın dışına. Tümce mantıksal biçimi ortaya koyamaz; o, onda, yansır. […] Dilde kendini dilegetireni, biz onunla dile getiremeyiz.” (4.12, 4.121).
Evrensel dilde izin verilen tümceler, sadece, eğer varsalar, dünya içindeki olgular olan tümcelerle bağdaşırlar. Tractatus’un tümceleri gibi, mantıksal biçimi dile getiren, onlarla nesne durumlarını anlamlı bir biçimde serimleyebildiğimiz tümceler, evrensel dille düşünsemeli olarak ilişkilidirler ve bu yüzden o dile ait olamazlar. Empirik anlamlı önermelerin mantıksal koşullarını yerine getirmezler. Konuşulamaz olanı formüle ettiklerinden, dilin aşkınsal değerine dikkat çekerler.
Wittgenstein da, Husserl gibi, ufukların karşılaştırılmasından yararlanıyor: optik olarak algılanabilen her şey, bir görüş alanı içinde verilmiştir, ama gören gözün gövde merkezli kesitini, perspektifi, böyle göremeyiz — perspektif, kendini, algılananın ufkunda gösterir. Dilin mantığında da durum budur; dünya içinde olup bitenler üzerinde düşünülebilir tüm önermelerin mantıksal biçimiyle, dünyanın kendisinin yapılarını da saptar: “Dilimin sınırları, dünyamın sınırlarını imler.” (5.6) Ama bu dil ötesi tümcelerin doğruluğu, onların mantıksal olanaksızlığında belli olur: dilin mantığı, dünya içinde olanları kavrayışımızın çerçevesini, yani dünyanın nasıl olduğunu, aşkınsal zorunlu bir biçimde saptarken. bu durum, kendisini bu dilin içinde dilegetiremez. “Mantık dünyayı doldurur; dünyanın sınırları onun da sınırlarıdır. Mantıkta, bu yüzden, şunu söyleyemeyiz: Dünyada şu şu var, şu yok. Bu çünkü, görünürde, bazı olanakları dışarıda bırakabildigimizi varsayar, ve bu da öyle olamaz, çünkü o zaman mantığın, dünyanın sınırlarının ötesine geçmiş olması; yani, bu sınırlara öteki yandan da bakabiliyor olması gerekirdir; o zaman, düşünmediğimizi, söyleyemeyiz de.” (5.61)
Wittgenstein, Hegel ’in sınır diyalektiğinden kaçınıyor, çünkü Kant’ın aklın kullanımını eleştirel bir biçimde akla uygun bilgiyle sınırlandırmasını, yalnızca özeleştirisel bir kırılma içinde yineliyor:kendi aşkınsal felsefesinin dili artık evetleyici değil.
Mantığın aşkınsal olduğuna ilişkin temel ilkeyi. Wittgenstein şu tümceyle irdeliyor:“Mantık bir öğreti değil, dünyanın bir ayna tasarımıdır.” (6.13) Bu, mantığın. basit tümcelerin tekil olguları resmetmesi gibi, dünyayı bir bütün olarak resmeden bir tümceler sistemi olarak formüllendirilebileceği anlamına gelmez — bir öğreti özellikle değildir. Daha çok, mantıksal biçimdeki tümcelerin kullanılışı, dünyanın yapısını kendini konuşmada gösteren ama tümcelerle dile getirilemeyen, adeta verili bir şey olarak yansıtır. Geç dönem felsefesine bir ön hazırlık olan Philosophlschen Bemerkungen’de, bu dilsiz spekülasyon anlamında, mantıktan şöyle söz edilir: ‘Dünyanın özüne ait olan üzerinde konuşulamaz. Ve felsefe, bir şey söyleyebilecek olsaydı, dünyanın özünü betimlemesi gerekirdi. Ama dilin özü dünyanın özünün bir resmidir; ve gramerin yöneticisi olarak felsefe, gerçekten de dünyanın özünü kavrayabilir; ancak, dilin tümcelerinde değil, dil için konulmuş anlamsız işaret bağlantılarını dışlayan, kurallarda.”
Dil eleştirisi, dil ötesi tümcelerin anlamsızlığını kanıtlamakla, üzerinde konuşulmayanın, kendini pekala gösterdiğini, bilince çıkarır: “Söylenebilir olanı açıkça ortaya koymakla, söylenemez olanı imleyecektir. “(4.115) Wittgenstein, mistik geleneklerle uyum içinde, dil eleştirisi alıştırmasını, sesini çıkarmayanın, dünyanın üzerinde konuşulamaz özünü görmesini sağlayan egzersiz olarak öneriyor.
Wittgenstein, düşünsemenin, anlık adına dışlanmasını acımasız bir biçim de sürdürmek ve tümdengelimli serimlemenin zorlaması ile dolaysız görünün coşkusu arasında hiçbir orta bırakmamak için yeterince pozitivisttir. Ama ilk dönemindeki Wittgenstein da, pozitivist büyünün dışına, dilin mantığını olgular blokunun etrafına gerilmiş aşkınsal bir ağın mantığı olarak anladığı ölçüde çıkmıştır. Dil eleştirisinin araftaki çabalarının da, karşı koyduğu dil kadar metafizik, ve bununla birlikte hiç olmayan deneyimleri gösteren bir dilden yararlanmaları gerektiğine dikkat çekiyor. Dolaylı yoldan konuşan mistiğin bu kendini yadsıyan yöntemiyle, Wittgenstein aşkınsal felsefesel görüşü yineliyor: “Özne, dünyada değildir, dünyanın sınırlarından biridir.”(5.632)
Bu aşkınsal öznenin tekliği, evrensel dilin tekliğiyle parçalanır. Wittgenstein’ın Tractatus’da bilgikuramsal olarak temellendirdiği ve yöntembilgisel düzlemde bir tek bilim programına tercüme edilen programın, uygulanamaz olduğu görülmüştür. Dilsel anlatımların indirgeyici analizinin karşısına çıkan ilkesel zorlukları, burada bir kez daha saymam gerekmiyor. Bağımsız basit tümcelerden oluşan bir zemin bulunamaz; elbette ki, bir dilin basit bileşenleri de, ancak bir tümceler sisteminin parçaları olarak anlamlıdırlar. Doğruluk açısından işlevsellik talebi, yalnızca fizikselcilik pahasına yerine getirilebilir. Ama, yönelimsel önermelerin, onlara uyularak kapsamlı bir dile tercüme edilebildikleri kurallar verilemez. Sonunda, tek dilin resmetme işlevinin de metafizik bir kabul olduğu görülmüştür. Yalnızca, işaretlerin ve nesne durumlarının betimsel bir düzenlenişini geçerli kılan nominalist dil kavrayışı, dil kiplerinin indirgenemez çeşitliliğinin hakkını veremez. Tümcelerin gerçeklik üzerinde ayrıcalıklı bir uygulanma türü yoktur: “ ‘İşaretler, ‘sözcükler’, ‘tümceler’ dediğimiz her şeyin sayısız kullanım biçimi vardır. Ve bu çeşitlilik sabit, bir defalığına verilmiş bir şey değildir, tersine, dilin, dil oyunları diyebileceğimiz yeni tipleri ortaya çıkarlar, ve ötekiler eskirler ve unutulurlar [….] Dilin araçlarının ve onların kullanılış biçimlerinin çeşitliliğini, sözcük ve tümce türlerinin çeşitliliğini, mantıkçıların (ve Mantıksal Felsefi makalenin yazarının da) dilin yapısı üzerine söyledikleriyle karşılaştırmak ilginç olacaktır.”
Nominalizmin , tek geçerli betimsel karşılıklı konum biçimi olarak kabul ettirmek istediği adlandırma, üstelik türetilmiş bir kiptir:“Diyebiliriz ki: adlandırmadan sonra, ancak onunla bir şeye başlamak isteyenler anlamlı sorular sorabilir.” Kopyalama işlevi, dilin kendisiyle değişiklik gösteren, dilin temel uygulanma türlerini zaten varsayar: “Emir verme, sorma, anlatma, sohbet etme de yürüme, yeme, içme ve oynama kadar, bizim doğal tarihimize dahildir.”