Dilbilimsel Yaklaşım Biçimi - 2
|
Wittgenstein bir zamanlar ulaşmak istediği ideal dil, aşkınsal bir ‘genel olarak dil’den betimsel zorlaycılıkla ortaya çıkmaz. İncelmiş dilleri yine de, geleneksel kurallardan elde edebiliriz. Carnap , dil analizini böylelikle, bilim dillerinin bir kuruluşu biçiminde geliştirmiştir. Dil analizi sonra, yöntembilgisi için bir yardımcı bilim statüsüyle yetinir. Tractatus’un ulaştığı, düşünsemenin aşkınsal mantıksal düzleminden, bu arada artık hiçbir yol pozitivizme geri götürmez. Olası biçimselleştirilmiş dillerin hiyerarşisi de, gündelik dili, kaçınılmaz bir biçimde son üst dil olarak varsayar. Düşünseyen dil analizi, bu geride kalan tabakayı sahiplenir ve, Tractatus’un insanlar için olanaksız ilan ettiği şeye: dilin mantığı gündelik dilin kendisinden elde etmeye, çalışır. Philosophischen Bemerkungen’de şöyle denilir:Mantık, bizim dilimizi değil de ideal bir dili ele alsaydı, ne tuhaf olurdu. Çünkü bu ideal dil neyi dile getirecekti ki? Elbette, bizim şimdi, bildik dilimizde dilegetirdiklerimizi; o zaman mantık da bu dili incelemelidir. Ya da başka bir şeyi: ama bunun ne olduğunu ben nasıl bileyim? — Sahip olduğumuz bir şeyin mantıksal analizi, sahip olmadığımız bir şeyin değil. Demek ki o, oldukları gibi olan tümcelerin analizidir. (İnsan toplumu şimdiye dek, doğru bir tümce kurmadan konuşmuş olsaydı, tuhaf olurdu.)” - Dil analizi, ancak bu yön değiştirmeyle, anlayıcı bir sosyolojinin temellendirilmesi için önem kazanır.
2. Evrensel dilin tamamlanması, yöntembilgisel açıdan yalnızca ‘doğabilimlerinin tartışmalı alanının’ (4.113) sınırlanmasını içerirdi. Tractatus, bilimler açısından felsefeye, yalnızca araftaki, “Söylenebilir olandan, yani doğabilimi tümcelerinden —yani, felsefeyle hiçbir ilgisi olmayan bir şeyden— başka bir şey söylememek” (6.53) görevini vermişti. Dilin mantığı açısından elverişli önermelerin anlamı, doğa- bilimsel tümceler modeline göre belirleniyor; bu yüzden, anlamsızlı ğı elemiş olan dil analizi, doğa bilimleriyle olumsuz bir ilişki içinde kalıyor. Tractatus’un sonunda, bu düşünceyi bir kez daha irdeleyen, tuhaf bir düşünüş yer alıyor. Olası olguları aşan tümcelere izin verilmediği için, anlamlı bir biçimde, etik tümceleri olamaz: Tümceler hiçbir yüksek şeyi dilegetiremezler (6.42). Etik tümcelerin normatif bir anlamı vardır; bu normlar dünyada olgulara karşılık düşmezler. Postulatlar, eyleyen öznelerin istencine yönelirler; ama bu postulatlar iç dünyaya ait olanın özelliğini taşımazlar. Bu yüzden etik tümceler olsa olsa bütün olarak bir dünyayı karakterize edebilirler. Bir etik olsa bile, aşkınsaldır: “iyi ya da kötü isteme dünyayı değiştirecekse, dünyanın ancak sınırlarını değiştirebilir, olguları değil; dille sözü edilebilir olanı değil. Kısacası, bu yolla dünyanın o zaman tümüyle başka bir dünya olması gerekir. Sanki bütün olarak batması ya da çıkması gerekir. — Mutlunun dünyası, mutsuzunkinden başka bir dünyadır.” (6.43)
Varsayımsal düşünüşün önemi, etik tümceler örneğinde bir kez daha evrensel dilin ve böylelikle genel olarak anlamlı konuşmanın sınırlarına açıklık kazandırması gereken bir düşünce deneyimi olmasıdır. Etik tümceler normatif bir düzeni ortaya koyarlar. Yalnızca olgu önermelerine izin veren bir dilde bir anlamları olamaz. Aşkınsal düzlemde, etik olarak tasarlanmış düzene aynı zamanda gramatik olarak zorunlu bir düzenin bağlayıcılığı düşerse, etik tümcelere de bir anlam düşebilir. Resmetme bağlantısı dil ve gerçeklik ilişkisini bir ve son defa olmak üzere ontolojik olarak belirlediği sürece, bu düşünce saçmadır. Ancak bu önkoşul ortadan kalktığında, içinde dilin grameriyle birlikte aynı zamanda dilin gerçekliği uygulamasının da değişebileceği bir boyut belirginleşir. Dilin aşkınsallığı o zaman bir ölçüde etikleşir; gramer, benim dünyamın ilkesel olarak değişebilir sınırlarını kendisi belirleme gücünü kazanır.
Wittgenstein’ın tek düşüncesinden ve bu dilde kendini pozitivist bir biçimde kopyalayan olgular dünyası düşüncesinden vazgeçmesi gerektiğinde, bu düşünce deneyimi konusunda ciddiydi. Empirik diller çeşitli ve değişken dünya görüşlerini yine de aşkınsal bağlayıcı bir biçimde belirlediklerinde, dilsel olarak sabitlenmiş bir dünya, sadece kuramsal olan anlamını yitirir. Dilin mantığı ve gerçeklik ilişkisi pratikleşir. Gramatik olarak belirlenmiş dünya şimdi, içinde gerçekliğin yorumlanacağı ufuktur. Gerçekliği farklı yorumlamak, ayni bağlantı sisteminin içinde betimlenebilir olgulara değişik seçmeci yorumlar vermek demek değildir; gerçekliği farklı yorumlamak daha çok, değişik bağlantı sistemleri tasarımlamak demektir. Bu sistemler artık işaretlerin ve nesne durumların bağdaşıklığı kuramsal ölçütüne göre belirlenmezler. Bağlantı sistemlerinden her biri daha çok, işaretlerin nesne durumlarıyla verili bir ilişkisine örnek oluşturan pratik tutumları belirler: gramerlerin sayısı kadar ‘nesne durumları’ tipi vardır.
Gerçekliği farklı yorumlamak, bu dile aşkınsal düzlemde onları ‘yalnızca’ farklı yorumlamak da değildir, bu, gerçekliği değişik yaşam biçimlerine entegre etmek anlamına gelir. Wittgenstein’ın geç dönem felsefesinde doğabilimlerinin erksizleştirilmiş tekel dili, gerçekliği artık kuramsal olarak tek bir dünya görüşü çerçevesine değil, pratik bir biçimde değişik yaşama evrenlerine kapatan doğal dillerin çoğulcuğuna yer açar. Bu dil oyunlarının kuralları, hem dille rin hem de yaşama biçimlerinin gramerleridirler. Her etiğe ya da yaşama biçimine bir kendi mantığı, yani belirli ve indirgenemeyen bir dil oyununun grameri karşılık düşer. Etik tümceler şimdi de söylenemezler; ancak, şimdi, dil analiziyle saydam kılabileceğim gramerin kendisi etiktir: artık evrenin ve olguların tek dilinin mantığı değil, sosyal bir yaşama evreninin kurucu düzenidir.
Böylelikle pozitivist dil analizi ikinci aşamaya, sosyal dilbilimsel özdüşünseme aşamasına ulaşır. Dil eleştirisi, arı aklın eleştirisinden, pratik aklın eleştirisine geçişi gerçekleştirir. Dilin ve yaşama biçiminin özdeşleştirilmesiyle, pratik akıl evrenselleşir: doğa bilimlerinin dili de şimdi birçokları arasında bir dil oyununun yaşam pratiği çerçevesi içinde kurulur. Dil analizi, Tractatus’da iddia edebildiği bilim mantıksal önemini, bu düzlemde yitirir: artık doğa bilimlerinin tartışmalı alanını sınırlamaz. Buna karşılık sosyal bilimler için özel bir önem kazanır: sosyal eylemin alanını sınırlamakla kalmaz, onu belirler.
Evrensel dilin mantıksal aydınlatılışının, bilimsel araştırma için ancak, empirik bir dilin kurallarıyla, empirik anlamlı olası önermelerin alanını sınırlamaya yönelik öneğitimsel bir görevi olabilirdi. Buna karşılık, gündelik dilin mantıksal analizi, yaşama biçimlerinin gramerinde, sosyal bilimlerin nesne alanına kendisi girer. Felsefe “gramerin yöneticisi” olarak, yalnızca dolaylı bir biçimde de olsa, dünyanın özünü ele alır. Bu dünya eskiden doğanın dünyasıydı; dünyadaki olgular, doğa olaylarıydılar, yani doğa bilimlerinin konusuydular. Bu olaylar dünyanın içindekilerle ilintilidirler, ‘dünyanın özü’yle değil. Tractatus’dan vazgeçildikten sonra, dil analizi çok sayıda grameri ele alır; bu gramerlerde dünyaların özü yansır. Ama toplum böylesi yaşama evrenlerinden kuruluyorsa, bunların kendileri de, sosyolojinin ilişkili olması gereken ‘olgular’dır. Bu yüzden sosyal olguların statüsü doğa olaylarınınkinden farklıdır, ve sosyal bilimlerin statüsü de doğa bilimlerinkinden farklıdır. Dil analizi eskiden, genel olarak bilimle özdeşleştirilmiş olan doğa bilimleri için, yalnızca aşkınsal mantıksal ön koşulları aydınlatabilmiş ve aydınlatması gerekmişken; şimdi yapısı gereği, anlayıcı bir sosyolojiye benzer. İkisi de, sosyal yaşama evrenlerinin biçimleri olarak dil oyunlarının kurallarını analiz ederler.
Peter Winch, Wittgenstein’a dayanarak, anlayıcı sosyolojiyi dilbilimsel olarak temellendirmeye giriştiğinde, bağlantı noktası budur:“Epistemoloğun başlangıç noktasının sosyologunkinden çok farklı olduğu doğrudur, ama eğer Wittgenstein’ın argümanları sağlamsa, o (yani bir ‘yaşam formu’ kavramı) eninde sonunda kendisiyle ilgilenmek zorunda kalacaktır, bu da şu anlama gelir: sosyoloji ve epistemoloji arasındaki ilişkiler, normalde olduğu düşünülen durumdan farklı ve daha yakın olmalıdır. […] Sosyolojinin temel sorunu, genel olarak felsefeye ait olan sosyal görüngünün doğasının dökümünü vermektir. l...l sosyolojinin bu bölümü gerçekten yanlışlıkla epistemolojiye dahil edilmiştir. ‘Yanlışlıkla dahil edilmiş’ dedim, çünkü sorunları çoğunlukla yanlış ortaya konmuş ve bilimsel sorunun bir türü olarak yanlış yönlendirilmiştir.”’
Bir davranışın, örneğin terbiye edilmiş bir köpeğin etkiye uyarılmış bir davranışının, doğal yasalara göre içine yerleştirilebileceği nesnel kuralları, eyleyenlerin kendilerinin yöneldikleri kurallardan ayırabiliriz. Bu tipte, kuralın yönlendirdiği eylem her zaman iletişimsel eylemdir, çünkü kurallar tek bir kişi için kişisel kurallar olamazlar, tersine en azından iki öznenin paylaştıgı bir yaşama biçimi için öznelerarasında geçerli olmalıdırlar. Normlarla yönetilmiş bir eylem, doğa yasalarının belirlediği ve bunlara uygun olarak önceden bilinebilir bir eylemle aynı değildir. Bir norm çiğnenebilir, ama bir doga yasası ilkesel olarak çiğnenemez. Yönlendiren norm açısından, bir eylem hatalı ya da doğru olabilir; bir doğa yasası ise hatalı tahminlerle çürütülür. Şunu söylemek istiyorum: bir insanın eylemlerinin bir kuralın uygulanışı olup olmadığının sınanması, onun bunu formüle edebilip edemeyişi değil, ne yaptığıyla bağlantılı olarak şeyleri yapışının doğru ve yanlış yolu arasında ayrım yapmanın anlamlı olup olmayışıdır. Anlamlı olması durumunda, kıstası formüle etmeyişi, belki de edemeyişi durumunda bile yaptıklarıyla bir kıstası uyguladığını söylemek de anlamlı olmalıdır.”
Bir kıstasın uygulanması, salt aynı davranışın (ya da işaretin) benzer koşullarda yeniden üretilmesini değil, bir kurala göre yeni davranış biçimlerinin üretilmesini de gerektirir: biz salt yineleyici değil, sentezleyici davranırız. “Yalnızca geçmiş bir örnek yeni bir tür vakaya uygulanmak zorunda kalındığında, kuralın önemi ve doğası görünür olur. Mahkeme, örnek kararın ne içerdiğini ve sorunun, kararın, özbilinç olmasa da, bir kuralın uygulanışı olarak ele alınabileceği bağlam dışında anlam içermedigini sormak zorundadır. Başka yerler-de kurallar bu kadar açık olmasa da, yasanın ötesinde, insan etkinliğinin diğer biçimlerinin doğruluğu da aynıdır. Yalnızca insan etkinlikleri, bizim şu anki davranışımıza ilişkin olarak geçmiş deneyimlerden bahsedebildiğimiz kuralları örneklediği için bu böyledir. Sorun yalnızca bir alışkanlıklar sorunu olsaydı, o zaman şu anki davranışımızm geçmişteki davranış tarzımızdan kesinlikle etkilenmesi gerekirdi: ama bazen rastlantısal etkiler de söz konusu olabilmekte. Bir köpek, geçmişte olanlardan dolayı şimdi N’in emirlerine belli tarzlarda yanıt verir; bana 100’den sonraki doğal sayılar dizisini sürdürmem söylense, geçmiş eğitimimden dolayı belli bir tarzda devam ederim. Bununla birlikte ‘dolayı’ sözcüğü her iki durumda farklı kullanılmıştır: köpek belli bir tarzda tepki vermeye koşullanmıştır, oysa ben, bana ögretilenler temelinde sürdürmemin doğru tarz olduğunu biliyorum.
Elbette, gözlemlenebilir davranış sıralarının bir ardarda sıralanışına bir kuralı salt isnat etmek yeterli değildir. Ancak, davranış serisini, eyleyenin yerine, çelişkiye düşmeden sürdürebildiğimizde, kurala uygun bir davranışı tanıladığımızdan emin olabiliriz. Geçerli bir kurala gerçekten rastlayıp rastlamadığımızı ancak katılanların tepkilerinden anlayabiliriz. ‘Bir kurala uyma’ kavramı, kuralların geçerliliğinin öznelerarasılığını içerir. Bu yüzden, kuralla yönlendirilen eylemin denetimi yalnızca öznelerarasılık düzleminde olanaklıdır: “Söz konusu davranışları kurala uyma kategorisi için aday olan birisinin yalnızca eylemlerinin değil, diğer insanların onun yaptıklarına tepkilerinin de gözönünde bulundurulması gerektiği önerilebilir.
Daha da özelleştirirsek, yalnızca, başka birisinin, benim uyduğum kuralı ilke- sel olarak keşfedebileceğinin varsayılmasının anlamlı olduğu bir durumda, benim, bir kurala tamamen uyduğum çok açık olarak söylenebilir.”
Winch, dilbilimsel yaklaşımdan. görüngübilimin sonuçlarıyla büyük ölçüde örtüşen yöntembilgisel sonuçlar çıkarıyor. Eylemler, dilsel olarak sağlanan etkileşimlerin bağlamlarında, gözlemlenebilir davranış biçimlerinde öznelerarası geçerli bir anlam ‘cisimlenmiş’ olmak üzere kurulurlar. Bu yüzden anlayıcı bir sosyoloji, esas olarak dil analizi işlemleri yapar: eylemi yöneten normları, gündelik dildeki iletişimin kurallarından kavrar. Kuram oluşumunun, yine, eyleyen öznelerin özanlayışına bağlı olmasının nedeni de budur. Winch de Schütz gibi, doğa bilimleri ve sosyal bilimler arasındaki mantıksal ayrımı vurguluyor. “Mill’in görüşü sosyal bir kuruluşun katılımcılarının davranışında gözlemlenen düzenliliklerden ve bu düzenliliklerin genelleştirmeler biçiminde ifade edilmesinden ibaret olduğunun anlaşılmasıdır. Şimdi eğer sosyolojik araştırmacının (geniş anlamda) konumu, ana mantıksal hatlarıyla doga bilimcininkiyle karşılaştırmalı olarak ele alınabilirse şunlar söz konusu olabilir. Sosyologun yargısına göre aynı şeyin olduğu ya da aynı eylemin yapıldığı iki duruma göre kavramlar ve kıstas, sosyolojik araştırmayı yönlendiren kurallarla baglantılı olarak anlaşılabilir. Ama bu noktada, karşımıza bir güçlük çıkar: doğa bilimci yakasında yalnızca bilim adamının araştırmasının kendisini yönlendiren bir dizi kuralı gözetmek zorunda kalacaktık; oysa burada, sosyologun çalışma yaptığı alanda bir insan etkinliği ve bunun kurallara uygun sürdürülmesi söz konusudur. Ve bu kurallar sosyologun araştırmasını yönlendirmekten çok, etkinliğin türüne bağlı olarak ‘aynı tür şey’ kabul edilmesi için ne olması gerektiğini belirler.”
Winch’te, sosyolojide araştırmacının nesne alanıyla ilişkisinin, doğabilimcinin yöntembilgisel olarak yalnızca araştırma sürecine katılan öteki kişilerle iletişim kurduğu zaman girdiği, öznelerarasılık düzleminde kurulması gerektiğine de yeniden işaret edilmektedir.’ Winch, alçak sesle radikal düşünüyor: sosyolojiyi özel dil analizi içinde eritiyor. Ve buradaki idealizmi gizlemiyor. İnsanlar, konuştukları gibi eylerler; bu yüzden toplumsal ilişkiler, tümceler arasındaki ilişkilerle aynı türdendirler: “Eğer insanlar arasındaki sosyal ilişkiler yalnızca düşünceler içinde ve düşünceler aracılığıyla gerçekleşiyorsa, o zaman, düşünceler arasındaki ilişkiler içsel ilişkiler oldukları için, sosyal ilişkiler de içsel ilişkiler olmalıdırlar.” Ne var ki bu içsel ilişkiler yalnızca işaret sistemlerinin simgesel bağlamları değillerdir. Biçimsel dillerde yeniden kurabildiğimiz şey, zaten bir soyutlamadır, bu soyutlama tam da, simgesel bağlamlar olarak dillerin aynı zaman da empirik bağlamları serimlediklerini görmezden gelir. Gramer kuralları her zaman, kurulan iletişimlerin de kurallarıdırlar, ve bu iletişimler yalnızca yaşam, biçimlerinin sosyal bağlamında gerçekleşirler. Bu yüzden, anlayıcı bir sosyolojinin dil analiziyle temellendirilmesinin merkezinde dil oyununun ve yaşama biçiminin bağlantısı vardır .
Gerçi, yerleşmiş dil oyunları çerçevesindeki simgesel ilişkilerin aynı zamanda toplumsal etkileşimlerin nesnel ilişkileri oldukları iddiası nın temellendirilmesi gerekir. Winch, dilsel iletişimin, mantıksal ne denlerle sosyal eyleme gönderme yaptığını gösterebilmelidir. Dil ile praksisin bağlantısı, pragmatik dil analizinin rol sistemleri içindeki iletişimsel eylemde bulduğu bağlantının aynısıdır. Ama dilbilimsel felsefe karşıt yolu izler. Mead’in dil pragmatizmi gibi, genetik bir bakışla, organik uyum saglama davranışlarından yola çıkmaz, tersine, dilin toplumsal kurumlara yerleştirilmesini mantıksal olarak türetmeye çalışır. Winch’in analizi, bir imlemin nasıl tanılanabileceği sorusu üzerinden, kıstasların uygulanması sorunsalına götürür ve Wittgenstein’ın kuralla yönlendirilen davranış kavramıyla sonuçlanır. Bu arada, dilbilimsel kuralların geçerliliginin öznelerarasılığı hakkında, daha öteye götürmez; gramerin ve yaşama biçiminin bağlantısını eskisi gibi karanlıkta bırakır. Winch, bu birleşikliğin üzerinde gerçi anlaşılır bir biçimde durmamış olan Wittgenstein’dan daha iyi bir ipucu alabilirdi.
2. Evrensel dilin tamamlanması, yöntembilgisel açıdan yalnızca ‘doğabilimlerinin tartışmalı alanının’ (4.113) sınırlanmasını içerirdi. Tractatus, bilimler açısından felsefeye, yalnızca araftaki, “Söylenebilir olandan, yani doğabilimi tümcelerinden —yani, felsefeyle hiçbir ilgisi olmayan bir şeyden— başka bir şey söylememek” (6.53) görevini vermişti. Dilin mantığı açısından elverişli önermelerin anlamı, doğa- bilimsel tümceler modeline göre belirleniyor; bu yüzden, anlamsızlı ğı elemiş olan dil analizi, doğa bilimleriyle olumsuz bir ilişki içinde kalıyor. Tractatus’un sonunda, bu düşünceyi bir kez daha irdeleyen, tuhaf bir düşünüş yer alıyor. Olası olguları aşan tümcelere izin verilmediği için, anlamlı bir biçimde, etik tümceleri olamaz: Tümceler hiçbir yüksek şeyi dilegetiremezler (6.42). Etik tümcelerin normatif bir anlamı vardır; bu normlar dünyada olgulara karşılık düşmezler. Postulatlar, eyleyen öznelerin istencine yönelirler; ama bu postulatlar iç dünyaya ait olanın özelliğini taşımazlar. Bu yüzden etik tümceler olsa olsa bütün olarak bir dünyayı karakterize edebilirler. Bir etik olsa bile, aşkınsaldır: “iyi ya da kötü isteme dünyayı değiştirecekse, dünyanın ancak sınırlarını değiştirebilir, olguları değil; dille sözü edilebilir olanı değil. Kısacası, bu yolla dünyanın o zaman tümüyle başka bir dünya olması gerekir. Sanki bütün olarak batması ya da çıkması gerekir. — Mutlunun dünyası, mutsuzunkinden başka bir dünyadır.” (6.43)
Varsayımsal düşünüşün önemi, etik tümceler örneğinde bir kez daha evrensel dilin ve böylelikle genel olarak anlamlı konuşmanın sınırlarına açıklık kazandırması gereken bir düşünce deneyimi olmasıdır. Etik tümceler normatif bir düzeni ortaya koyarlar. Yalnızca olgu önermelerine izin veren bir dilde bir anlamları olamaz. Aşkınsal düzlemde, etik olarak tasarlanmış düzene aynı zamanda gramatik olarak zorunlu bir düzenin bağlayıcılığı düşerse, etik tümcelere de bir anlam düşebilir. Resmetme bağlantısı dil ve gerçeklik ilişkisini bir ve son defa olmak üzere ontolojik olarak belirlediği sürece, bu düşünce saçmadır. Ancak bu önkoşul ortadan kalktığında, içinde dilin grameriyle birlikte aynı zamanda dilin gerçekliği uygulamasının da değişebileceği bir boyut belirginleşir. Dilin aşkınsallığı o zaman bir ölçüde etikleşir; gramer, benim dünyamın ilkesel olarak değişebilir sınırlarını kendisi belirleme gücünü kazanır.
Wittgenstein’ın tek düşüncesinden ve bu dilde kendini pozitivist bir biçimde kopyalayan olgular dünyası düşüncesinden vazgeçmesi gerektiğinde, bu düşünce deneyimi konusunda ciddiydi. Empirik diller çeşitli ve değişken dünya görüşlerini yine de aşkınsal bağlayıcı bir biçimde belirlediklerinde, dilsel olarak sabitlenmiş bir dünya, sadece kuramsal olan anlamını yitirir. Dilin mantığı ve gerçeklik ilişkisi pratikleşir. Gramatik olarak belirlenmiş dünya şimdi, içinde gerçekliğin yorumlanacağı ufuktur. Gerçekliği farklı yorumlamak, ayni bağlantı sisteminin içinde betimlenebilir olgulara değişik seçmeci yorumlar vermek demek değildir; gerçekliği farklı yorumlamak daha çok, değişik bağlantı sistemleri tasarımlamak demektir. Bu sistemler artık işaretlerin ve nesne durumların bağdaşıklığı kuramsal ölçütüne göre belirlenmezler. Bağlantı sistemlerinden her biri daha çok, işaretlerin nesne durumlarıyla verili bir ilişkisine örnek oluşturan pratik tutumları belirler: gramerlerin sayısı kadar ‘nesne durumları’ tipi vardır.
Gerçekliği farklı yorumlamak, bu dile aşkınsal düzlemde onları ‘yalnızca’ farklı yorumlamak da değildir, bu, gerçekliği değişik yaşam biçimlerine entegre etmek anlamına gelir. Wittgenstein’ın geç dönem felsefesinde doğabilimlerinin erksizleştirilmiş tekel dili, gerçekliği artık kuramsal olarak tek bir dünya görüşü çerçevesine değil, pratik bir biçimde değişik yaşama evrenlerine kapatan doğal dillerin çoğulcuğuna yer açar. Bu dil oyunlarının kuralları, hem dille rin hem de yaşama biçimlerinin gramerleridirler. Her etiğe ya da yaşama biçimine bir kendi mantığı, yani belirli ve indirgenemeyen bir dil oyununun grameri karşılık düşer. Etik tümceler şimdi de söylenemezler; ancak, şimdi, dil analiziyle saydam kılabileceğim gramerin kendisi etiktir: artık evrenin ve olguların tek dilinin mantığı değil, sosyal bir yaşama evreninin kurucu düzenidir.
Böylelikle pozitivist dil analizi ikinci aşamaya, sosyal dilbilimsel özdüşünseme aşamasına ulaşır. Dil eleştirisi, arı aklın eleştirisinden, pratik aklın eleştirisine geçişi gerçekleştirir. Dilin ve yaşama biçiminin özdeşleştirilmesiyle, pratik akıl evrenselleşir: doğa bilimlerinin dili de şimdi birçokları arasında bir dil oyununun yaşam pratiği çerçevesi içinde kurulur. Dil analizi, Tractatus’da iddia edebildiği bilim mantıksal önemini, bu düzlemde yitirir: artık doğa bilimlerinin tartışmalı alanını sınırlamaz. Buna karşılık sosyal bilimler için özel bir önem kazanır: sosyal eylemin alanını sınırlamakla kalmaz, onu belirler.
Evrensel dilin mantıksal aydınlatılışının, bilimsel araştırma için ancak, empirik bir dilin kurallarıyla, empirik anlamlı olası önermelerin alanını sınırlamaya yönelik öneğitimsel bir görevi olabilirdi. Buna karşılık, gündelik dilin mantıksal analizi, yaşama biçimlerinin gramerinde, sosyal bilimlerin nesne alanına kendisi girer. Felsefe “gramerin yöneticisi” olarak, yalnızca dolaylı bir biçimde de olsa, dünyanın özünü ele alır. Bu dünya eskiden doğanın dünyasıydı; dünyadaki olgular, doğa olaylarıydılar, yani doğa bilimlerinin konusuydular. Bu olaylar dünyanın içindekilerle ilintilidirler, ‘dünyanın özü’yle değil. Tractatus’dan vazgeçildikten sonra, dil analizi çok sayıda grameri ele alır; bu gramerlerde dünyaların özü yansır. Ama toplum böylesi yaşama evrenlerinden kuruluyorsa, bunların kendileri de, sosyolojinin ilişkili olması gereken ‘olgular’dır. Bu yüzden sosyal olguların statüsü doğa olaylarınınkinden farklıdır, ve sosyal bilimlerin statüsü de doğa bilimlerinkinden farklıdır. Dil analizi eskiden, genel olarak bilimle özdeşleştirilmiş olan doğa bilimleri için, yalnızca aşkınsal mantıksal ön koşulları aydınlatabilmiş ve aydınlatması gerekmişken; şimdi yapısı gereği, anlayıcı bir sosyolojiye benzer. İkisi de, sosyal yaşama evrenlerinin biçimleri olarak dil oyunlarının kurallarını analiz ederler.
Peter Winch, Wittgenstein’a dayanarak, anlayıcı sosyolojiyi dilbilimsel olarak temellendirmeye giriştiğinde, bağlantı noktası budur:“Epistemoloğun başlangıç noktasının sosyologunkinden çok farklı olduğu doğrudur, ama eğer Wittgenstein’ın argümanları sağlamsa, o (yani bir ‘yaşam formu’ kavramı) eninde sonunda kendisiyle ilgilenmek zorunda kalacaktır, bu da şu anlama gelir: sosyoloji ve epistemoloji arasındaki ilişkiler, normalde olduğu düşünülen durumdan farklı ve daha yakın olmalıdır. […] Sosyolojinin temel sorunu, genel olarak felsefeye ait olan sosyal görüngünün doğasının dökümünü vermektir. l...l sosyolojinin bu bölümü gerçekten yanlışlıkla epistemolojiye dahil edilmiştir. ‘Yanlışlıkla dahil edilmiş’ dedim, çünkü sorunları çoğunlukla yanlış ortaya konmuş ve bilimsel sorunun bir türü olarak yanlış yönlendirilmiştir.”’
Bir davranışın, örneğin terbiye edilmiş bir köpeğin etkiye uyarılmış bir davranışının, doğal yasalara göre içine yerleştirilebileceği nesnel kuralları, eyleyenlerin kendilerinin yöneldikleri kurallardan ayırabiliriz. Bu tipte, kuralın yönlendirdiği eylem her zaman iletişimsel eylemdir, çünkü kurallar tek bir kişi için kişisel kurallar olamazlar, tersine en azından iki öznenin paylaştıgı bir yaşama biçimi için öznelerarasında geçerli olmalıdırlar. Normlarla yönetilmiş bir eylem, doğa yasalarının belirlediği ve bunlara uygun olarak önceden bilinebilir bir eylemle aynı değildir. Bir norm çiğnenebilir, ama bir doga yasası ilkesel olarak çiğnenemez. Yönlendiren norm açısından, bir eylem hatalı ya da doğru olabilir; bir doğa yasası ise hatalı tahminlerle çürütülür. Şunu söylemek istiyorum: bir insanın eylemlerinin bir kuralın uygulanışı olup olmadığının sınanması, onun bunu formüle edebilip edemeyişi değil, ne yaptığıyla bağlantılı olarak şeyleri yapışının doğru ve yanlış yolu arasında ayrım yapmanın anlamlı olup olmayışıdır. Anlamlı olması durumunda, kıstası formüle etmeyişi, belki de edemeyişi durumunda bile yaptıklarıyla bir kıstası uyguladığını söylemek de anlamlı olmalıdır.”
Bir kıstasın uygulanması, salt aynı davranışın (ya da işaretin) benzer koşullarda yeniden üretilmesini değil, bir kurala göre yeni davranış biçimlerinin üretilmesini de gerektirir: biz salt yineleyici değil, sentezleyici davranırız. “Yalnızca geçmiş bir örnek yeni bir tür vakaya uygulanmak zorunda kalındığında, kuralın önemi ve doğası görünür olur. Mahkeme, örnek kararın ne içerdiğini ve sorunun, kararın, özbilinç olmasa da, bir kuralın uygulanışı olarak ele alınabileceği bağlam dışında anlam içermedigini sormak zorundadır. Başka yerler-de kurallar bu kadar açık olmasa da, yasanın ötesinde, insan etkinliğinin diğer biçimlerinin doğruluğu da aynıdır. Yalnızca insan etkinlikleri, bizim şu anki davranışımıza ilişkin olarak geçmiş deneyimlerden bahsedebildiğimiz kuralları örneklediği için bu böyledir. Sorun yalnızca bir alışkanlıklar sorunu olsaydı, o zaman şu anki davranışımızm geçmişteki davranış tarzımızdan kesinlikle etkilenmesi gerekirdi: ama bazen rastlantısal etkiler de söz konusu olabilmekte. Bir köpek, geçmişte olanlardan dolayı şimdi N’in emirlerine belli tarzlarda yanıt verir; bana 100’den sonraki doğal sayılar dizisini sürdürmem söylense, geçmiş eğitimimden dolayı belli bir tarzda devam ederim. Bununla birlikte ‘dolayı’ sözcüğü her iki durumda farklı kullanılmıştır: köpek belli bir tarzda tepki vermeye koşullanmıştır, oysa ben, bana ögretilenler temelinde sürdürmemin doğru tarz olduğunu biliyorum.
Elbette, gözlemlenebilir davranış sıralarının bir ardarda sıralanışına bir kuralı salt isnat etmek yeterli değildir. Ancak, davranış serisini, eyleyenin yerine, çelişkiye düşmeden sürdürebildiğimizde, kurala uygun bir davranışı tanıladığımızdan emin olabiliriz. Geçerli bir kurala gerçekten rastlayıp rastlamadığımızı ancak katılanların tepkilerinden anlayabiliriz. ‘Bir kurala uyma’ kavramı, kuralların geçerliliğinin öznelerarasılığını içerir. Bu yüzden, kuralla yönlendirilen eylemin denetimi yalnızca öznelerarasılık düzleminde olanaklıdır: “Söz konusu davranışları kurala uyma kategorisi için aday olan birisinin yalnızca eylemlerinin değil, diğer insanların onun yaptıklarına tepkilerinin de gözönünde bulundurulması gerektiği önerilebilir.
Daha da özelleştirirsek, yalnızca, başka birisinin, benim uyduğum kuralı ilke- sel olarak keşfedebileceğinin varsayılmasının anlamlı olduğu bir durumda, benim, bir kurala tamamen uyduğum çok açık olarak söylenebilir.”
Winch, dilbilimsel yaklaşımdan. görüngübilimin sonuçlarıyla büyük ölçüde örtüşen yöntembilgisel sonuçlar çıkarıyor. Eylemler, dilsel olarak sağlanan etkileşimlerin bağlamlarında, gözlemlenebilir davranış biçimlerinde öznelerarası geçerli bir anlam ‘cisimlenmiş’ olmak üzere kurulurlar. Bu yüzden anlayıcı bir sosyoloji, esas olarak dil analizi işlemleri yapar: eylemi yöneten normları, gündelik dildeki iletişimin kurallarından kavrar. Kuram oluşumunun, yine, eyleyen öznelerin özanlayışına bağlı olmasının nedeni de budur. Winch de Schütz gibi, doğa bilimleri ve sosyal bilimler arasındaki mantıksal ayrımı vurguluyor. “Mill’in görüşü sosyal bir kuruluşun katılımcılarının davranışında gözlemlenen düzenliliklerden ve bu düzenliliklerin genelleştirmeler biçiminde ifade edilmesinden ibaret olduğunun anlaşılmasıdır. Şimdi eğer sosyolojik araştırmacının (geniş anlamda) konumu, ana mantıksal hatlarıyla doga bilimcininkiyle karşılaştırmalı olarak ele alınabilirse şunlar söz konusu olabilir. Sosyologun yargısına göre aynı şeyin olduğu ya da aynı eylemin yapıldığı iki duruma göre kavramlar ve kıstas, sosyolojik araştırmayı yönlendiren kurallarla baglantılı olarak anlaşılabilir. Ama bu noktada, karşımıza bir güçlük çıkar: doğa bilimci yakasında yalnızca bilim adamının araştırmasının kendisini yönlendiren bir dizi kuralı gözetmek zorunda kalacaktık; oysa burada, sosyologun çalışma yaptığı alanda bir insan etkinliği ve bunun kurallara uygun sürdürülmesi söz konusudur. Ve bu kurallar sosyologun araştırmasını yönlendirmekten çok, etkinliğin türüne bağlı olarak ‘aynı tür şey’ kabul edilmesi için ne olması gerektiğini belirler.”
Winch’te, sosyolojide araştırmacının nesne alanıyla ilişkisinin, doğabilimcinin yöntembilgisel olarak yalnızca araştırma sürecine katılan öteki kişilerle iletişim kurduğu zaman girdiği, öznelerarasılık düzleminde kurulması gerektiğine de yeniden işaret edilmektedir.’ Winch, alçak sesle radikal düşünüyor: sosyolojiyi özel dil analizi içinde eritiyor. Ve buradaki idealizmi gizlemiyor. İnsanlar, konuştukları gibi eylerler; bu yüzden toplumsal ilişkiler, tümceler arasındaki ilişkilerle aynı türdendirler: “Eğer insanlar arasındaki sosyal ilişkiler yalnızca düşünceler içinde ve düşünceler aracılığıyla gerçekleşiyorsa, o zaman, düşünceler arasındaki ilişkiler içsel ilişkiler oldukları için, sosyal ilişkiler de içsel ilişkiler olmalıdırlar.” Ne var ki bu içsel ilişkiler yalnızca işaret sistemlerinin simgesel bağlamları değillerdir. Biçimsel dillerde yeniden kurabildiğimiz şey, zaten bir soyutlamadır, bu soyutlama tam da, simgesel bağlamlar olarak dillerin aynı zaman da empirik bağlamları serimlediklerini görmezden gelir. Gramer kuralları her zaman, kurulan iletişimlerin de kurallarıdırlar, ve bu iletişimler yalnızca yaşam, biçimlerinin sosyal bağlamında gerçekleşirler. Bu yüzden, anlayıcı bir sosyolojinin dil analiziyle temellendirilmesinin merkezinde dil oyununun ve yaşama biçiminin bağlantısı vardır .
Gerçi, yerleşmiş dil oyunları çerçevesindeki simgesel ilişkilerin aynı zamanda toplumsal etkileşimlerin nesnel ilişkileri oldukları iddiası nın temellendirilmesi gerekir. Winch, dilsel iletişimin, mantıksal ne denlerle sosyal eyleme gönderme yaptığını gösterebilmelidir. Dil ile praksisin bağlantısı, pragmatik dil analizinin rol sistemleri içindeki iletişimsel eylemde bulduğu bağlantının aynısıdır. Ama dilbilimsel felsefe karşıt yolu izler. Mead’in dil pragmatizmi gibi, genetik bir bakışla, organik uyum saglama davranışlarından yola çıkmaz, tersine, dilin toplumsal kurumlara yerleştirilmesini mantıksal olarak türetmeye çalışır. Winch’in analizi, bir imlemin nasıl tanılanabileceği sorusu üzerinden, kıstasların uygulanması sorunsalına götürür ve Wittgenstein’ın kuralla yönlendirilen davranış kavramıyla sonuçlanır. Bu arada, dilbilimsel kuralların geçerliliginin öznelerarasılığı hakkında, daha öteye götürmez; gramerin ve yaşama biçiminin bağlantısını eskisi gibi karanlıkta bırakır. Winch, bu birleşikliğin üzerinde gerçi anlaşılır bir biçimde durmamış olan Wittgenstein’dan daha iyi bir ipucu alabilirdi.