Dilbilimsel Yaklaşım Biçimi - 3

3. Wittgenstein dil oyunlarını dil ve pratiğin bir birleşikligi olarak kavrıyor. İlkel bir dil kullanımını, bu birleşiklığin bir bölümünün sözcükleri çağırıp, diger bölümünün de onlara göre eylemesi biçiminde anlıyor: “Çocuklar şu etkinlikleri yapmak, bu sırada şu sözcükleri kullanmak ve öteki kişilerin sözlerine şöyle tepki göstermek üzere eğitilirler.” (Phil. U. 6) Dil oyunu modeli, dili iletişimsel eylemle ilintilendirir: simgelerin kullanılması, davranış beklentilerine tepki verme ve buna eşlik eden, beklentilerin yerine getirilmesi hakkındaki görüş birliği, buna dahildir, bu görüş birliği bozulduğunda, eksik anlamanın düzeltilmesini gerektirir. Aksi durumda, etkileşim ke silir ve bozulur. Sonra dil artık işlemez olur.

Wittgenstein bunu şöyle tanımlıyor: “ben tümüne: dile ve dille iç içe geçmiş olan etkinlikle re, dil oyunu diyeceğim.” (PhiL U. 7) Eger Wittgenstein, yüzeysel ya da önyargılı incelemecilere ara sıra göründüğü gibi, bir pragmacı olsaydı, dili ve praksisi baglayan dokuma ipliğini, dili anlamanm koşullarından mantıksal olarak türetmez, davranışın ve işaretleri kullanmanın bağlantısından empirik olarak türetirdi.

Wittgenstein her zaman, pragmacılıkla görünürde bir uyuşma içinde, bir dilin kullanılma biçimlerine göre incelenmesini ve sözcük imlemlerinin tümcelerin işleyişinden türetilmesini ister; ama Wittgenstein’ın düşündüğü işlev bağlamı, içinde simgelerin ve etkinliklerin her zaman zaten, tüm katılanların bir görüş birliğiyle, karşılıklı başarı denetimi altında birbirlerine bağlı oldukları bir dil oyunudur. Dilin ve pratiğin içsel bağı, mantıksal olarak, anlamı anlamanın özgün bir içermesinde gösterilebilir. Bir dili ‘anlamak’ için, o dile ‘hakim’ olmalıyız. O zaman anlamak: üzerinde çalışılmış ve öğrenilmiş bir şeyi anlamak, onu yapabilmek ya da ona hakim olmak demektir. “Açık ki, ‘bilme’ sözcüğünün grameri ‘yapabilme’, ‘yetebilme’ sözcüklerinin grameriyle yakın akrabalık içindedir. Ama ‘anlama’ sözcüğünün grameriyle de yakın akrabalık içindedir. (Bir teknige ‘hakim olma’).” (PhiI. U. 150) Dili anlama ve dili konuşabilme, insanın beceriler edindiğine, etkinliklerin yapılmasını öğrendiğine işaret eder. El bette, yinelenmiş olan ‘bir tekniğe hakim olma’ anlatımı yanıltıcıdır, çünkü Wittgenstein bu bağlamda araçsal eylemi değil, daha çok dil kurallarının. tekniklerini, yani iletişimsel eylemin kurallarını düşünmektedir. Her durumda, dili anlama, görmezden gelinemeyecek bir biçimde, pratik bir anlam içerir. Wittgenstein bunun ayırdına çok erkenden varır “Dikkat çekici bir biçimde, dili anlama sorunsalı, isteme sorunsalıyla ilgilidir. Bir emri, onu yerine getirmeden önce anlamanın, bir eylemi yapmadan Önce onu istemekle bir akrabalığı vardır.” (PhU. Bern. 13)

Anlama, kendi açılarından öğrenme süreçlerini gerektiren eylemlerin gücül olarak öncelenmeleriyle ilgilidir. Dili anlamak eyleyebilmeye işaret eder, burada elbette bu iletişimsel eylemin kendisi de simgeselleştirilmiş davranış beklentisiyle bağlantılıdır: dil ve eyleme aynı dil oyunu modelinin momentleridirler.

Iki moment arasındaki bağlantı, anlamı anlamanın bağlı olduğu öğrenme süreçlerinin türünde belirginleşir: anlamak demek, pratik olarak bir şeyi anlamayı öğrenmiş olmak demektir. Dili anlamın ufkunda, simgelerin ‘arı’ kavranışı diye bir şey yoktur. Ancak, monologsal olarak, yani hesaplar biçiminde kurulmuş olan, biçimselleştirilmiş diller, pratik öğrenme süreçleri görmezden gelinerek, soyut bir biçimde anlaşılabilirler. Çünkü hesap dillerinin anlaşılması, işaret sıralanışlarının biçimsel kurallara göre yeniden üretilmesini gerektirir, araçların monologsal olarak kullanılmasına kimi açılardan benzeyen, işaretlerle tek başına yapılan bir işlemdir bu. Gündelik dilin anlaşılmasının özgün yönü, tam da bir iletişimin anlaşılmasıdır. Burada işaretleri perse olarak kullanmayız, tersine karşılıklı davranış beklentilerini izleriz. İçinde konuşmayı öğrendiğim süreçler, bu yüzden bir eylemi öğrenmeyi içerirler. Bu süreçlerde, normların içselleştirildiği tüm süreçler gibi, bir parça bastırma vardır. Wittgenstein terbiye etmekten söz ediyor: “dilin öğretilmesi, açıklamak değil, terbiye etmektir.” (Phil. U. 6) Dilin, içkin anlamı gereği pratiğe bağlı oluşu, dil öğrenme süreçlerindeki bu şiddet momentinde öne çıkar — yeter ki, dili anlama ve dili öğrenme arasında, simgelenen anlamın kavranılmasıyla simgelerin doğru kullanımı için terbiye etme arasında mantıksal bir bağlantı gerçekten var olsun.

Tractatus’u izleyerek, gelenekten öğrenilmiş tümceleri, analiz edilmemiş dilegetirimler olarak ele alabiliriz. Üzerinde konuşulabilen her şey hakkında, tam bir açıklıkla konuşulabilir. Bu koşullarda, dili anlama, indirgeyici dil analiziyle, yani evrensel dildeki önermelere çevirmeyle sınırlanırdı. İdeal dilin kendisiyle ilişki yalnızca onun gramerinin anlaşılmasına bağlıdır. Bu gramer izin verilen işaret işlemleri için üstdilsel göndermeler halinde verilebilirdi. Ancak, Wittgenstein da, bir üstdilin olanaklılığının koşullarından kuşkulandı. Bu yüzden, dil analizinin kullandığı, dilin betimsel geçerliliğini geri aldı; ama, gramer kurallarını apaçık kılacağından emin olarak, bu mecazi üstdilin uyandırıcı gücüne güvendi. Şimdi bu sorunu bir kenara bırakıyoruz. Belirleyici olan, ideal dilin gramer kurallarının, genel olarak bir ‘arı’ simgesel bağlamlar düzleminde anlaşılır olmaları gerektiğidir: Wittgenstein’ın o zamanlar kabul ettiği gibi sezgisel olarak ulaşılır olan, bu sözdizimi ister adeta görüngübilimsel bir biçimde kendini ‘göstersin’; isterse de Carnap’ın daha sonra önerdiği gibi, işlemsel olarak üretilsin ve bu yüzden yine bütünüyle saydam olsun. İndirgeyici dil analizi biçiminde dili anlama, hiçbir biçimde pratik bir anlam içermez.

Ama, tek dile ait bağlantı sisteminden vazgeçilmek zorunda olunduğunda, tam da bu içerme mantıksal olarak kaçınılmazlaşır. Bağlayıcı bir ideal dil olmadan, dili anlama artık indirgeme yoluyla ikame edilemez. Dil biçimlerimizin son analizi gibi bir şey artık var olamaz. Dile getirimleri, her şeye karşın formüle etme çabasının, pozitivist bir yanlış anlama olduğu görülür: “Tam olmayan, aslında bir aşağılamadır, ve ‘tam’ bir övgüdür. Ve bu demektir ki, tam olmayan, hedefine, tam olan kadar ulaşamamıştır. Bu da, bizim neyi ‘hedef’ diye adlandırdığımıza bağlıdır. Güneşin bizden uzaklığını 1 m. yaklaşıklıkla vermem, tam değilmidir; ve marangozun, masanın enini 0,00 1 mm yaklaşıklıkla vermesi, tam değil midir? Bir tamlık ideali öngörülmüş değildir: bununla neyi tasarımlayacağımızı bilmeyiz — meğer ki, neyin böyle adlandırılması gerektiğini sen kendin belirlemeyesin.” (Phil. U. 88)

Tamlık güvenceleyen bir evrensel dili keşfetmek ya da onun yerine biçimsel diller kurmak söz konusu olamaz: “Bir yandan açıktır ki […] belirsiz tümcelerimiz, henüz bütünüyle kusursuz anlamları yokmuş ve kusursuz bir dili önce bizim kurmamız gerekiyormuş gibi, bir ideale ulaşmaya çalışamayız. Öte yandan, anlamın olduğu yer de kusursuz bir düzenin olması gerektiği açık görünüyor. Yani, en müphem tümcede bile kusursuz düzen yeralmalıdır.” (Phil. U. 98) Dili anlamak o zaman doğal dile içkin bu düzeni analiz etmek anlamına gelir. Bu düzen açıkça gramer kurallarından oluşur. Ama bu sözdizimine artık, tek dilin grameriyle aynı düzlemde ulaşılabilir, yani ‘anlaşılabilir’ değildir: gündelik dili, gündelik dil olarak bozmadan, biçimselleştiremeyiz ve sonra üstdilsel olarak tanımlayamayız. Bizi sezgisel anlamanın eşiğine götüren bir mecazi üstdile de güvenemeyiz; çünkü bu ancak bir bütün olarak insan türü öznesine atfedilen, aşkınsal bir ‘genel olarak dil’ açısından inandırıcıdır.

Dil analizi şimdi bir üstdilden iki biçimde de yoksun bırakılmıştır; düşünsemeli dil kullanımına geri döner ve gelenekten öğrenilmiş bir dili, ancak o dilin kendi dilegetirimleriyle analiz edebilir. Dili anlama o zaman bir kısır döngüye girmiş olur: baglamı zaten her zaman anlamış olmalıdır. Düşünsemeci dil analizine, indirgemeci dil analizinin yolu kapanmıştır. Belirsiz bir dilegetirimi analiz etmek artık, onu yeniden biçimlendirmek ve daha net bir dilde yeniden kurmak anlamına gelemez. Önceleri, gelenekten öğrenilmiş dil biçimleri ile bütünüyle saydam bir dil arasında varmış gibi görünen mantıksal olarak uygun bağ, kopmuştur. Şimdi her dil, saydamlaştırılması gereken kendi düzenini, doğal gramer olarak içinde barındırır. Bu gramerler yalnızca ‘içerden’, yani, yine bu gramerlerin uygulanmasıyla aydınlatılabilirler. Tam da bu döngü, mantıksal bir zorlayıcılıkla, dilin praksisle ilişkisine gönderme yapıyor. Çünkü, bu koşullarda, gramer kuralları ve semantik imlemler nasıl açıklığa kavuşturulabilirler? Simgelerin kullanımlarının olası durumlarını tasarlamamız sayesinde:“Düşün ki, dili sana tümüyle yabancı olan, bilmedigin bir ülkeye araştırmacı olarak geldin. Hangi koşullarda, oradaki insanların (örneğin) emirler verdiklerini, emirleri anladıklarını, yerine getirdikleri ni, emirlere karşı koyduklannı vb., söyleyebilirsin? Ortak insani ey lem biçimi, onun aracılığıyla ya1 dilimizi yorumladığımız bağlantı sistemidir.” (Phil. U. 206)

Elbette, davranış biçimlerini gözlemlemek yeterli değildir. Dilini bilmedigi bir ülkeye gelen bir arıtropolog, gözlemledigi etkileşimlere, kendi dilsel önanlaması temelinde bir kural atfeder; bu tahmini ancak, bu kurala göre davrandığında, kuralın işleyip işlemediğini görmek için, gözlemlediği iletişime en azından gücül olarak katılarak, sınayabilir. Yapılan kabulün uygunluğunun kıstası, önceden alışılmış bir iletişime başarılı bir biçimde katılmaktır: etkileşimlerin bozulmayacagı bir biçimde eyleyebilirsem, kuralı anladım demektir. Bundan ancak iletişimin içinde emin olabilirim: “Doğru ve yanlış olan, insanların ne söyledikleridir; ve insanlar dilde uzlaşırlar. Bu göruşlerin değil, yaşam biçimlerinin bir uzlaşmasıdır.” (Phil. IL 241)

Birlikte eyleyenlerin sessiz görüş birliğinde onaylanması gereken doğruluk, simgelerin ve etkinliklerin bir birleşiminin ‘işlemesine’, öncelikle yalnızca görüşleri değil, bir yaşama biçimini de organize eden kurallara ‘hakim olmaya’ bağlıdır. Dilsel kuralları açıklığa kavuşturma çabası, beni, içkin bir zorlayıcılıkla bir yaşam praksisinin temeline götürür. Belirsiz bir dilegetirimi, kullanıldığı olası durumları üzerinde düşünerek analiz ederiz. Olası kullanılma durumlarını anımsamamız gerekir, onları basitçe yansıtamayız. Son kertede bu anımsama bizi, söz konusu dilegetirimi öğrenmiş olduğumuz duruma geri götürür. Dil analizi bir anlamda, öğrenme durumunu yineler. Bir dilegetirimi anlaşılır kılmak için, eğitim türünü, alıştırma süreci ni, yeniden bilince çıkarır: “Bu zorluk karşısında her zaman şu soruyu sor kendine: Bu sözcüğün imlemini biz nasıl öğrendik? Hangi örneklerde; hangi dil oyunlarıyla?” (Phil. 13. 77)

Dili anlamanın mantıksal analizi, gündelik bir dilin gramer kurallarından yalnızca, kendimizin bu kuralları ögrenirken yaptığımız alıştırmaları anımsamak yoluyla emin olabileceğimizi gösteriyor. Dili anlama, bir sosyalleşme sürecinin gücül olarak yinelenmesidir. Bu yüzden Wittgenstein ‘dil oyunu’ terimini, dili öğrenme süreçleriyle ilişkili olarak kullanıyor: “Sözcükleri kullanma sürecinin, çocukların ana dillerini ögrenirken oynadıkları oyunların süreci olduğunu da düşünebiliriz. Bu oyunlara dil oyunları diyeceğim.” (PhiI. 13. 7)

Dil oyunlarında, simgesel geçerlilik, mantıksal açıdan, anlamın doğuşundan ayrılamaz. Gelenekten öğrenilmiş. bir dil biçiminin ‘kusursuz düzenini’ belirleyen gramer kurallarının özgün bir statüsü vardır: bu kurallar artık simgelerin birbirine bağlanması için üstdilsel kurallar degil, dil eğitimi için didaktik kurallardırlar. Tam olarak söylenirse, dil oyunlarının grameri, çocukların belirli bir kültüre alıştırıldıkları kuralları içerirler. Gündelik dil, son üstdil olduğu için, içinde öğrenilebilecegi boyutu da içerir; bu yüzden bu dil, ‘salt’ dil değil, aynı zamanda praksistir. Bu bağlantı mantıksal olarak zorunludur, yoksa, gündelik diller sıkı sıkıya sürgülenmiş olurlardı; gelenekten öğrenilemezlerdi. Bu bağlantı, dili anlamanın içermelerin de, mantıksal olarak kanıtlanabilir. Ama gramer kuralları sadece simgelerin baglantısı degil, aynı zamanda, bu bağlantı aracılığıyla ögrenilebilen etkileşimleri de gösteriyorlarsa, o zaman, böyle bir sözdizimi” içiçe oldugu diller ve etkinlikler bütünüyle” ilişkili olmalıdır: — bir dili tasarımlamak demek, bir yaşam biçimini tasarımlamak demektir. (Phil. U. 19)

4. Winch, dil oyunu ve yaşama biçimi bağlantısını, dili anlamanın bu mantıksal yoluyla kanıtlamaktan kaçındı. Yoksa, dil analizini kullanarak çalışan bir sosyolojinin olanaklılığının koşullarını kendisi düşünsemek zorunda kalacaktı: çünkü dil analizi, dili anlamanın yal nızca belirgin bir biçimidir.

Her önerme yalnızca kendi dil oyununun bağlamı içinde anlamlıysa, ama öte yandan dil analizi monadsal dil oyunlarını, aile benzerliklerini ölçüp biçerek saydamlaştırıyorsa, o zaman, bu analizin hangi dil oyunundan yararlandığı sorulur. Wittgenstein bile dil analizinin üstdil oyunu sorusunu tutarlı bir biçimde yanıtlayamamıştır. Ama Wittgenstein’ın bu soruyu yanıtlaması gerekmez, bu soruyu reddedebilir. Bu yüzden, bu soru ancak, dil analizine ne zaman betimsel bir değer biçeriz, biçiminde sorulabilir. Wittgenstein’a dil analizinin ancak terapisel bir değeri vardır: dil analizi bir öğreti değil, bir etkinliktir. Dil analizinin ‘sonuçları’ aslına bakılırsa, söylenemezler, ancak gerçekleştirilebilirler; yani her defasında belirli bir dil oyununun işlemesine ya da boşa çıkmasına yarayan yardımlar olarak kullanılabilirler. Wittgenstein’ın Tractatus’u bitirdiği özgün tümceleri geri alması, Philosophische Untersuchungen için de geçerlidir. Winch bu çıkışa aldırmamaktadır. Dil analizini dil oyunlarının aşkınsal zihniyette bir etnografisi için, kendi kavrayışıyla, anlayıcı bir sosyoloji için öneriyorsa, tercüme etme sorununu ortaya koyması gerekir.

1 | 2 | 3 | 4

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP