AHMED RIZA (1859-1930) - 2
|
Düşünürümüzün pozitivizmi kabul ettiğinin başka bir belirtisi de, "Revue Occiden tale"ın ikinci serisinin 19. sayısındaki listede, Türkiye temsilcisi olarak resmen zikredilişidir. Ayrıca annesine ithaf ettiği birinci layihasında pozitivist üstadını da şöyle belirtiyor:
"Altı yıldan beri senden ayrı gurbette hüzün ve iştiyakla geçirdiğim ömrün acısını, mösyö Laffitte isminde bir alimin hakimane sözleri hafifletti. Fazl ve kemali bana rehber oldu. Ona da başkaca minnettarım."
Pozitivizmle ilişkisini belirtmeye çalıştığımız Ahmed Rıza birçok görüşlerinde pozitivist etkileri sergiler. Bundan sonra ortaya koymaya çalışacağımız hususlarda da bu durumun açıkça görüleceği kanısındayız.
Din Anlayışı:
Ahmed Rıza'nın pozitivizmin etkisinde kalışı, yüksek tahsil için Paris'e gidişinin ilk günlerinde başlamış gibi görünüyor. Paris'ten, kız kardeşi Fahire Hanıma yazdığı bir mektubunda şöyle diyor:
"... O çocukluklardan vazgeç, namaz kılacağım diye ayaklarını üşütme, namazına, orucuna itirazen arasıra yazdığım şeyler biliyorum ki gücüne gidiyor, seni hiddetlendiriyor. Ah Fahireciğim seni, anlamayarak okuduğun Kur'an'dan, dünyadan ve ne olduğunu bilmeyerek inandığın cennetten, hasılı itikadında ne kadar mukaddes şey varsa hepsinden ziyade severim..."
Yine Paris'ten yazdığı 27 Kânûn-i evvel (Aralık) 1885 tarihini taşıyan başka bir mektubunda da kız kardeşine şöyle hitab ediyor:
"... Ben kadın olsaydım dinsizliği ihtiyar eder de îslâm olmasını istemezdim: Üzerime üç karı ve istediği kadar odalıklar almasına cevaz veren, kocama cennette huriler hazırlayan, başımı yüzümü dolab beygiri gibi örttürdükten ma'adabeni herbir eğlenceden men den kocamı boşayamamak, dögerse sesimi çıkaramamak gibi daima erkeklere hayırlı kadınlara muzır kanunlar vaz eden bir din benden uzak olsun derim. Tuhaf! Bu da bir nevi sinir hastalığı olmalı, dine dair bahsi açıldı mı kendimi zapta muktedir olamıyorum."
Bu ifadeleri ile tam bir pozitivist tavır takman Ahmed Rıza, 1922 yılında yayınladığı bir eserinde değişik bir görünüm arzediyor. îslâm dinine karşı yukardaki gibi inkarcı bir tavır alan düşünürümüz şu ifadeleri kullanıyor:
"Bununla beraber islâm alemiyle iki yüzyıl boyunca devam eden temaslar, Haçlılar üzerine geniş bir tesir icra etmiş, bilhassa şövalyeler, İslâm halkının üst tabakasıyla münasebet kurmuş olduklarından, daha fazla etki altında kaldılar.(...) Şövalyeler böylece birçok fikrin uyanmasını ve birçok hissin canlanmasını sağladılar. Kadınlar bağımsızlıklarını bu gelişmeye ve dolaylı olarak İslâm Medeniyetine borçludurlar."
İslâm dininin kadına tanıdığı üstün haklan belirtmeye devam eden görüşlerini şu düşünceleriyle sürdürüyor:
"Müslüman kadının sosyal hayatı, mal ve mülkü serbestçe idare etme hakkına sahip oluşu-ki bu hayat tarzı kayıtsız şartsız Hristiyan kadının sosyal hayatından üstündü- derebeyi eşlerinde olduğu kadar diğer kadınlara da, Doğudaki hem cinslerininki gibi haklara sahib olabilmek için, onlara pek tabii olarak arzular uyandırıyordu."
Görüldüğü gibi mektubundaki ifadelerinin aksine, kadına gerçek değer ve hakkının İslâm dini tarafından verildiğini belirtmeye çalışan Ahmed Rıza'ya göre Batıyı, İspanya islâm kültürü kısmen etkileyip uyarmıştır. Batıya müessese fikrini ve bazı sanayi usullerini bu medeniyet vermiştir. Fakat Avrupa'da gerçek uyanış ilk haçlıların dönüşüyle başlamıştır. "Ikiyüz yıl devam eden seferleri Haçlıların müslümanlarla doğrudan doğruya temaslarının yol açtığı tesirler dikkate alınmayacak olsa bile, Tuleytule'de (Toledo) Baş piskoposu Raymond'un nezaretinde ve sadece Arapların en önemli ilmi eserlerinin Latinceye tercüme edilmesi için kurulmuş bulunan "Mütercimler Encümeninin" varlığını inkar etmek, elbetteki imkansızdır. Bu encümen 1130'dan 1160'a kadar otuz sene faaliyet göstermiştir. "
Böylece Avrupa'yı uyandıran islâm kültürü dolayısıyla İslâm dini olmuştur. Bu gerçekleri ortaya koyan Ahmed Rıza Pozitivizme inancını da şöyle belirtiyor:
"Birçok vatandaşım gibi, 18. yüzyılın eserlerini iştiyakla okudum, Baron d'Holbach'ın (1723-1789) La Morale Unuverselle isimli eserini okurken edindiğim zevki hâlâ hatırlıyorum. Daha sonra pozitivizm hislerimi ve inançlarımı geliştirdi. Bu inancın etkisiyle, "Cenab-ı Hak benim, bir dünya vatandaşı olmamı önleyecek kadar vatanperver olmamı önlesin!" diyor.
Pozitivizmin etkisiyle yukarda belirttiğimiz fikirlerine muhalif görüşler ileri sürerek, din ile medeniyeti birbirine zıt görüyor. David Frédéric Strauss (1808-1874)'tan şu sözleri naklediyor "Büyük Condorcet haklıydı, din ve medeniyetin birbirine bağlılıkları yekdiğerine zıt bir ilintiyledir, birinin ilerlemesi diğerinin gerilemesine yol açar." Bu ifadeleri, "gerçekten de böyle olmuştur" diyerek tasdikliyor.
Düşünürümüze göre ilahiyata dayanan fikirler milletlerin birliğini de, birbirine yaklaşmalarını da sağlayamıyorlar. Hatta aynı dinde oldukları halde katoliklerle Protestanların ve Ortodoksların bile birbiriyle anlaşmalarında başarılı olamıyor. Sadece müsbet gerçek insanları birbirine bağlayabilir.
Ahmed Rıza'ya göre tecrübî ilimlerin gelişmesini isteyenler, bağımsızlık için çalışanlar, kin ve ihtilaflara sebep olan dinin, siyasi meselelerde geçerli rol oynamasına müsaade etmemelidirler, istikran arayan insanlık kindar ve haris olmayan bir rejime muhtaçtır. Günümüz ittifakı müsbet bir temele dayanmalıdır. Menfaati amaçlayan din veya politika bu temeli sağlayamaz.
Siyasi amacı olmayan, sükun içinde yapılan dini vecibeler serbest olmalıdır. Geçmişte olduğu gibi bu günde, bir takım şahsi ıztırapları dindiren, birçok kimseleri teselli eden dine müdahale etmeyip rahat bırakmak gerekir. Bu şekilde serbest bırakılan dinler, sosyal kanunların boşluğunu doldurur.
Yukarıda belirtilenlerden de açıkça anlaşılacağı üzere Ahmed Rıza, A.Comte'un sistemleştirdiği üç hal kanununa uygun bir din anlayışına sahip gibi görünüyor. Dinler devresini tamamlamıştır. Siyasi ve sosyal problemlere kanşmamalıdır. Din bir gönül işidir, ferdin iç dünyası dışına çıkmamalıdır.
Düşünürümüz, siyasete karışmasına izin vermediği dinin özellikle İslâm dininin meydana getirdiği medeniyeti, terakkiyi belirtmeden de duramıyor. Ona göre geçmişte Müslümanların çok büyük medeniyet kurmasını gerçekleştiren dört unsur şunlardır:
Birinci unsur: îslâm dininin maziyi tanıyarak ona hürmet etmesidir. Ahmed Rıza'ya göre eğer müslümanlann medeniyeti süratle gelişip, nefis meyveler vermeğe başladıysa, sebebi, köklerini, çok gerilerdeki mazinin hatıralarına salmış olmasıdır.
ikinci unsur: islâm dininin, bütün müslümanları, K.Kerim okumaya mecbur tutmasıdır. Ayrıca islamiyet mensublanna beşikten mezara kadar ilim öğrenmeyi ve hakikati araştırmayı emreder.
Üçüncü unsur: îslâmiyetin esası içinde hiçbir ruhbanlık sınıfının olmayışıdır. Allah ile kul arasına hiçbir vasıtanın giremeyişidir.
Dördüncü unsur: îslâmiyetin esasında bulunan müsamahadır. Bu müsamaha Batı'da yoktur. Türkiye'nin başına gelen felaketlerin sebebi budur.
islâm medeniyetinin gelişmesindeki unsurları yukardaki şekilde sayan Ahmed Rıza'ya göre, islâm alemindeki gerileyişin sebebi iç ve dış kargaşadır. Kargaşalık ve fiili mücadele devrelerinde insan iç güdüsüyle hareket eder ve düşünemez. Bir fikrin verimli olabilmesi için sükun zaruridir. "Kurtuba'nın, Gırnata'nın ve Bağdad'ın bir zaman sürmüş olduğu sulh ve sükun devri, buraların büyük ve parlaklık devirleri olmuştur. Bu gerçek sulh o zamandan beri doğuda yaşanmadı. Avrupa için bu psikolojik teferruat meçhul değildir. Bu yüzden de îslâm aleminin asla sulh ve sükun içinde yaşamasına izin vermemiştir. Rusya'nın Büyük Petro'su, meşhur vasiyetnamesinde: "Hiç değilse her yirmi senede bir Türkiye'yi sarsmak lazım geldiğini" söyler (...) Şahıs hayatında hastalık ve acı ne ise, sosyal hayatta da fakirlik ve kargaşalık odur. (...) Fakirlik ve barbarlık hiçbir zaman gelişme ve ilerlemeye müsait bir zemin temin edemez."
Yukardaki tarihi gerçekleri muntazam bir şekilde belirten Ahmed Rıza'ya göre "Hz.Muhammed'in inançta mezhepte, dinde, müesseselerde tek bir Allah'ın varlığını kabul eden ve şahsında hem dini, hem dünyevi kudreti toplayan Halifesinin idaresinde bütün insanların birliğini temin etmek fikri, cidden pek yüce bir düşünceydi. Vatan olarak dünyayı, millet olarak beşeriyeti kabul etmek.(...)
"îslâmiyetin özelliği olan bu yüce vahdet, fiiliyatta pek tatmin edici neticeler vermedi, islamiyet, çok büyük ve cüretkâr olan bu teşebbüs önünde başarıya ulaşamadı, kendisinden önceki Hristiyanhğın uğradığı başarısızlık gibi. Her iki din de son derece arzu olunan umumi kardeşliği sağlayamadıkları gibi, ırklar arasındaki kinleri de ortadan kaldıramadılar."
Burada A.Comte'un dünya sulhu için öne sürdüğü fikirler işleniyor gibi görünüyor. Çünkü A.Comte'a göre Hristiyanlık ve Müslümanlık Dünya barışını temin edememiştir. Bu barışı, yeni bir din olan pozitivizm sağlayacaktır.
Yukarda görüldüğü gibi islâm dininin de dünya sulhundan aciz kaldığını söyleyen Ahmed Rıza, islam Medeniyetinin gerilemesinde K.Kerim'in bir suçunun olmadığını belirtmek için şöyle diyor: "Şu gerçeği haykırmak şarttır: K.Kerim bu muazzam gelişmenin sağlanmasında katkıda bulunmuş fakat tereddiye yol açan asla o olmamıştır."
Düşünürümüzün din hakkında ortaya koyduğu çelişkili tavır, o zamanki Jön Türklerin takibettiği siyasetle açıklanabilir gibi görünüyor. "Jön Türklere göre yapılması gereken, kitleye kendi benimsedikleri değişiklikleri icabında bir dini elbise içinde halka malettirmekten ibarettir. Pek çok modern fikrin îslâmi bir şekilde, hadiseler desteğiyle ortaya konmasının nedeni budur". (...) yapılması gereken kitleyi etkileyebilmek için, kitlenin tamamen dışlayabileceği yaklaşımları en azından iktidara gelinceye kadar tartışma konusu yapmamaktır."
"Altı yıldan beri senden ayrı gurbette hüzün ve iştiyakla geçirdiğim ömrün acısını, mösyö Laffitte isminde bir alimin hakimane sözleri hafifletti. Fazl ve kemali bana rehber oldu. Ona da başkaca minnettarım."
Pozitivizmle ilişkisini belirtmeye çalıştığımız Ahmed Rıza birçok görüşlerinde pozitivist etkileri sergiler. Bundan sonra ortaya koymaya çalışacağımız hususlarda da bu durumun açıkça görüleceği kanısındayız.
Din Anlayışı:
Ahmed Rıza'nın pozitivizmin etkisinde kalışı, yüksek tahsil için Paris'e gidişinin ilk günlerinde başlamış gibi görünüyor. Paris'ten, kız kardeşi Fahire Hanıma yazdığı bir mektubunda şöyle diyor:
"... O çocukluklardan vazgeç, namaz kılacağım diye ayaklarını üşütme, namazına, orucuna itirazen arasıra yazdığım şeyler biliyorum ki gücüne gidiyor, seni hiddetlendiriyor. Ah Fahireciğim seni, anlamayarak okuduğun Kur'an'dan, dünyadan ve ne olduğunu bilmeyerek inandığın cennetten, hasılı itikadında ne kadar mukaddes şey varsa hepsinden ziyade severim..."
Yine Paris'ten yazdığı 27 Kânûn-i evvel (Aralık) 1885 tarihini taşıyan başka bir mektubunda da kız kardeşine şöyle hitab ediyor:
"... Ben kadın olsaydım dinsizliği ihtiyar eder de îslâm olmasını istemezdim: Üzerime üç karı ve istediği kadar odalıklar almasına cevaz veren, kocama cennette huriler hazırlayan, başımı yüzümü dolab beygiri gibi örttürdükten ma'adabeni herbir eğlenceden men den kocamı boşayamamak, dögerse sesimi çıkaramamak gibi daima erkeklere hayırlı kadınlara muzır kanunlar vaz eden bir din benden uzak olsun derim. Tuhaf! Bu da bir nevi sinir hastalığı olmalı, dine dair bahsi açıldı mı kendimi zapta muktedir olamıyorum."
Bu ifadeleri ile tam bir pozitivist tavır takman Ahmed Rıza, 1922 yılında yayınladığı bir eserinde değişik bir görünüm arzediyor. îslâm dinine karşı yukardaki gibi inkarcı bir tavır alan düşünürümüz şu ifadeleri kullanıyor:
"Bununla beraber islâm alemiyle iki yüzyıl boyunca devam eden temaslar, Haçlılar üzerine geniş bir tesir icra etmiş, bilhassa şövalyeler, İslâm halkının üst tabakasıyla münasebet kurmuş olduklarından, daha fazla etki altında kaldılar.(...) Şövalyeler böylece birçok fikrin uyanmasını ve birçok hissin canlanmasını sağladılar. Kadınlar bağımsızlıklarını bu gelişmeye ve dolaylı olarak İslâm Medeniyetine borçludurlar."
İslâm dininin kadına tanıdığı üstün haklan belirtmeye devam eden görüşlerini şu düşünceleriyle sürdürüyor:
"Müslüman kadının sosyal hayatı, mal ve mülkü serbestçe idare etme hakkına sahip oluşu-ki bu hayat tarzı kayıtsız şartsız Hristiyan kadının sosyal hayatından üstündü- derebeyi eşlerinde olduğu kadar diğer kadınlara da, Doğudaki hem cinslerininki gibi haklara sahib olabilmek için, onlara pek tabii olarak arzular uyandırıyordu."
Görüldüğü gibi mektubundaki ifadelerinin aksine, kadına gerçek değer ve hakkının İslâm dini tarafından verildiğini belirtmeye çalışan Ahmed Rıza'ya göre Batıyı, İspanya islâm kültürü kısmen etkileyip uyarmıştır. Batıya müessese fikrini ve bazı sanayi usullerini bu medeniyet vermiştir. Fakat Avrupa'da gerçek uyanış ilk haçlıların dönüşüyle başlamıştır. "Ikiyüz yıl devam eden seferleri Haçlıların müslümanlarla doğrudan doğruya temaslarının yol açtığı tesirler dikkate alınmayacak olsa bile, Tuleytule'de (Toledo) Baş piskoposu Raymond'un nezaretinde ve sadece Arapların en önemli ilmi eserlerinin Latinceye tercüme edilmesi için kurulmuş bulunan "Mütercimler Encümeninin" varlığını inkar etmek, elbetteki imkansızdır. Bu encümen 1130'dan 1160'a kadar otuz sene faaliyet göstermiştir. "
Böylece Avrupa'yı uyandıran islâm kültürü dolayısıyla İslâm dini olmuştur. Bu gerçekleri ortaya koyan Ahmed Rıza Pozitivizme inancını da şöyle belirtiyor:
"Birçok vatandaşım gibi, 18. yüzyılın eserlerini iştiyakla okudum, Baron d'Holbach'ın (1723-1789) La Morale Unuverselle isimli eserini okurken edindiğim zevki hâlâ hatırlıyorum. Daha sonra pozitivizm hislerimi ve inançlarımı geliştirdi. Bu inancın etkisiyle, "Cenab-ı Hak benim, bir dünya vatandaşı olmamı önleyecek kadar vatanperver olmamı önlesin!" diyor.
Pozitivizmin etkisiyle yukarda belirttiğimiz fikirlerine muhalif görüşler ileri sürerek, din ile medeniyeti birbirine zıt görüyor. David Frédéric Strauss (1808-1874)'tan şu sözleri naklediyor "Büyük Condorcet haklıydı, din ve medeniyetin birbirine bağlılıkları yekdiğerine zıt bir ilintiyledir, birinin ilerlemesi diğerinin gerilemesine yol açar." Bu ifadeleri, "gerçekten de böyle olmuştur" diyerek tasdikliyor.
Düşünürümüze göre ilahiyata dayanan fikirler milletlerin birliğini de, birbirine yaklaşmalarını da sağlayamıyorlar. Hatta aynı dinde oldukları halde katoliklerle Protestanların ve Ortodoksların bile birbiriyle anlaşmalarında başarılı olamıyor. Sadece müsbet gerçek insanları birbirine bağlayabilir.
Ahmed Rıza'ya göre tecrübî ilimlerin gelişmesini isteyenler, bağımsızlık için çalışanlar, kin ve ihtilaflara sebep olan dinin, siyasi meselelerde geçerli rol oynamasına müsaade etmemelidirler, istikran arayan insanlık kindar ve haris olmayan bir rejime muhtaçtır. Günümüz ittifakı müsbet bir temele dayanmalıdır. Menfaati amaçlayan din veya politika bu temeli sağlayamaz.
Siyasi amacı olmayan, sükun içinde yapılan dini vecibeler serbest olmalıdır. Geçmişte olduğu gibi bu günde, bir takım şahsi ıztırapları dindiren, birçok kimseleri teselli eden dine müdahale etmeyip rahat bırakmak gerekir. Bu şekilde serbest bırakılan dinler, sosyal kanunların boşluğunu doldurur.
Yukarıda belirtilenlerden de açıkça anlaşılacağı üzere Ahmed Rıza, A.Comte'un sistemleştirdiği üç hal kanununa uygun bir din anlayışına sahip gibi görünüyor. Dinler devresini tamamlamıştır. Siyasi ve sosyal problemlere kanşmamalıdır. Din bir gönül işidir, ferdin iç dünyası dışına çıkmamalıdır.
Düşünürümüz, siyasete karışmasına izin vermediği dinin özellikle İslâm dininin meydana getirdiği medeniyeti, terakkiyi belirtmeden de duramıyor. Ona göre geçmişte Müslümanların çok büyük medeniyet kurmasını gerçekleştiren dört unsur şunlardır:
Birinci unsur: îslâm dininin maziyi tanıyarak ona hürmet etmesidir. Ahmed Rıza'ya göre eğer müslümanlann medeniyeti süratle gelişip, nefis meyveler vermeğe başladıysa, sebebi, köklerini, çok gerilerdeki mazinin hatıralarına salmış olmasıdır.
ikinci unsur: islâm dininin, bütün müslümanları, K.Kerim okumaya mecbur tutmasıdır. Ayrıca islamiyet mensublanna beşikten mezara kadar ilim öğrenmeyi ve hakikati araştırmayı emreder.
Üçüncü unsur: îslâmiyetin esası içinde hiçbir ruhbanlık sınıfının olmayışıdır. Allah ile kul arasına hiçbir vasıtanın giremeyişidir.
Dördüncü unsur: îslâmiyetin esasında bulunan müsamahadır. Bu müsamaha Batı'da yoktur. Türkiye'nin başına gelen felaketlerin sebebi budur.
islâm medeniyetinin gelişmesindeki unsurları yukardaki şekilde sayan Ahmed Rıza'ya göre, islâm alemindeki gerileyişin sebebi iç ve dış kargaşadır. Kargaşalık ve fiili mücadele devrelerinde insan iç güdüsüyle hareket eder ve düşünemez. Bir fikrin verimli olabilmesi için sükun zaruridir. "Kurtuba'nın, Gırnata'nın ve Bağdad'ın bir zaman sürmüş olduğu sulh ve sükun devri, buraların büyük ve parlaklık devirleri olmuştur. Bu gerçek sulh o zamandan beri doğuda yaşanmadı. Avrupa için bu psikolojik teferruat meçhul değildir. Bu yüzden de îslâm aleminin asla sulh ve sükun içinde yaşamasına izin vermemiştir. Rusya'nın Büyük Petro'su, meşhur vasiyetnamesinde: "Hiç değilse her yirmi senede bir Türkiye'yi sarsmak lazım geldiğini" söyler (...) Şahıs hayatında hastalık ve acı ne ise, sosyal hayatta da fakirlik ve kargaşalık odur. (...) Fakirlik ve barbarlık hiçbir zaman gelişme ve ilerlemeye müsait bir zemin temin edemez."
Yukardaki tarihi gerçekleri muntazam bir şekilde belirten Ahmed Rıza'ya göre "Hz.Muhammed'in inançta mezhepte, dinde, müesseselerde tek bir Allah'ın varlığını kabul eden ve şahsında hem dini, hem dünyevi kudreti toplayan Halifesinin idaresinde bütün insanların birliğini temin etmek fikri, cidden pek yüce bir düşünceydi. Vatan olarak dünyayı, millet olarak beşeriyeti kabul etmek.(...)
"îslâmiyetin özelliği olan bu yüce vahdet, fiiliyatta pek tatmin edici neticeler vermedi, islamiyet, çok büyük ve cüretkâr olan bu teşebbüs önünde başarıya ulaşamadı, kendisinden önceki Hristiyanhğın uğradığı başarısızlık gibi. Her iki din de son derece arzu olunan umumi kardeşliği sağlayamadıkları gibi, ırklar arasındaki kinleri de ortadan kaldıramadılar."
Burada A.Comte'un dünya sulhu için öne sürdüğü fikirler işleniyor gibi görünüyor. Çünkü A.Comte'a göre Hristiyanlık ve Müslümanlık Dünya barışını temin edememiştir. Bu barışı, yeni bir din olan pozitivizm sağlayacaktır.
Yukarda görüldüğü gibi islâm dininin de dünya sulhundan aciz kaldığını söyleyen Ahmed Rıza, islam Medeniyetinin gerilemesinde K.Kerim'in bir suçunun olmadığını belirtmek için şöyle diyor: "Şu gerçeği haykırmak şarttır: K.Kerim bu muazzam gelişmenin sağlanmasında katkıda bulunmuş fakat tereddiye yol açan asla o olmamıştır."
Düşünürümüzün din hakkında ortaya koyduğu çelişkili tavır, o zamanki Jön Türklerin takibettiği siyasetle açıklanabilir gibi görünüyor. "Jön Türklere göre yapılması gereken, kitleye kendi benimsedikleri değişiklikleri icabında bir dini elbise içinde halka malettirmekten ibarettir. Pek çok modern fikrin îslâmi bir şekilde, hadiseler desteğiyle ortaya konmasının nedeni budur". (...) yapılması gereken kitleyi etkileyebilmek için, kitlenin tamamen dışlayabileceği yaklaşımları en azından iktidara gelinceye kadar tartışma konusu yapmamaktır."