AHMED RIZA (1859-1930) - 3
|
Tıpkı bunun gibi, dini taassubun, yaymak istdiği pozitivizme engel olmasını önleyebilmek için Ahmed Rıza, yukardaki tutumunu sergilemiş olabilir. Ancak düşünürümüzün bu tutumunu şu şekilde açıklayanlar da vardır: "Pariste iken tüm hür düşünce derneklerine ve özellikle Türkiye temsilcisi olarak kabul edildiği pozitivist komiteye üye idi. Comte'un doktrinini kendi memleketinde yaymak görevini üzerine aldığını Fransız pozitivistlerine kesin olarak söz verdiği halde, İstanbul'da, Mecliste açık olarak günde beş vakit namazını muntazaman eda ediyordu. Bundaki amacı Paris'te iken inkar ettiği müslümanlığın güvencesini din taraftarlarına göstermektir.
Buraya kadar din anlayışını belirtmeye çalıştığımız Ahmed Rıza, Ahlâk anlayışında da, ahlakı bir problem olarak ele alıp incelenmiş değildir. Haksızlık olarak gördüğü hususların, ahlâki açıdan kötü olduğunu ortaya koymaya çalışmıştır. Bu hususta, Hristiyanların müslümanlara yaptığı haksız saldırılar ağırlık taşıyor.
Ahlak Anlayışı:
Ahmed Rıza'ya göre "Haçlı seferleri döneminde Avrupa, barbarlığına rağmen, bu gün Avrupa'yı idare edenlere kıyasla çok daha ahlak sahibi idi. Hilâle karşı salibin zaferini sağlamak için döğüşüyor, düşmanlığını ilan ediyor, hasımına karşı açıkça yürüyordu. Ancak yeni "şark politikasının" saiki ne olursa olsun, Haçlıları müslümanlara karşı ayaklandıran kin ve intikam hisleri yokolmuş değildir.
Kilise müminlerinin düşüncelerini iki kinle zehirlemiştir. Biri îslamiyete karşı diğeri ise, ilme karşı intikamcı arzusuna da dehşet saçarak uygulamıştır. Anna Comnen'in naklettiğine göre Haçlıların "en büyük eğlencelerinden biri, rastladıkları müslüman çocukları öldürmek, kızartmak ve yemekti. Mils, Anna Comnen'in anlattıklarını doğrular, Haçlılar insan eti yerlerdi, der. Antakya'da Bahemord, birkaç Türk esirini boğazlattı, herkesin gözü önünde kızarttı, sonra seyredenlere seslenerek, iştahını tatmin için geldiğini söyledi.
Düşünürümüze göre kilisenin diri diri, bazan da önce dilini kesip, sonra yaktırdığı veya işkenceye tabi tuttuğu ilim adamlarının isimleri hayli kabarıktır. Bunlardan bazıları şu kimselerdir: Pier de Bruys de Provence (1147), R.Bacon (1278), Bilgin Ramus (1544), Etienne Dolet (1546), Bruno (1600), Campenalla (1639), Vanini (1619), Şövalye de la Barr (1766).
İlim adamına gösterdiği tavrı, ilim eserine de gösteren kilisenin ahlaksızlığını, Ahmed Rıza şöyle belirtiyor: "Viardot, sadece Kurtuba'da Ferdinand'ın mutassıp ordusu tarafından yakılan kıymetli yazma eserlerin bir milyondan fazla olduğunu kaydeder. J.Conde, bu hususta şunları söylüyor:
"Bugün inanmak mümkün müdür ki, tarihçilerin anlattıkları gibi Gırnatanın, katolik krallar tarafından fethinden sonra, 1042'de, İspanya'nın her tarafından toplatılıp getirilen kitaplarla kurulan insan yakma sehpalarında bu eserlerin alevlerle mahvedildiğini tasavvur edelim? Çağdaş tarihçiler bu şekilde imha olunan kitap sayısının bir milyondan fazla olduğunu kaydetmektedirler."
Ahmed Rıza Bey Halife Hz.Ömer'e isnad edilen kütüphane yakma iftirasını da G.le Bon'dan naklen şöyle belirtiyor: "îskenderiyye kütüphanesinin yakılması rivayetine gelince, Araplardan çok evvel, hristiyanlar, Iskenderiyyedeki din ve ahlaksız saydıkları bütün kitapları, mevcut heykelleri parçalamak ve yıkmak için gösterdikleri gayret ve itina ile imha etmiş ve yakmışlardır. Bu itibarla Araplar için zaten yakılacak bir şey kalmamıştı."
Bu kütüphanenin büyük bir kısmı Sezar istilasında (M.Ö. 48'de) yakıldı. Geri kalan kısmı da Bizans imparatoru Teodosius zamanında, iskenderiye Piskoposu Teofilos'un emriyle, M.391'de tamamıyla yakıldı.
Düşünürümüz, ilim ve ilim adamına gösterilen tavırları sergilerken, Avrupalıların Türklere karşı tutumunu belirtmeyi de ihmal etmiyor. Ona göre "Avrupa devletleri, Rusya dahil tarihin hiçbir devrinde Osmanlı imparatorluğu ile samimi bir dostluk tesis etmemişlerdir. Bazen aralarından bir kaçı bizim yardımımıza gelmişse, bunu diğer eserimde belirteceğim gibi, bize yardım etmekten ziyade kendi rakiblerini izale etmek için yapmışlardır."
Ahmed Rıza Bey, kötülük veya nankörlük olarak gördüğü hususları böylece ahlak dışı kabul ettiğini belirttikten sonra, insanlann barışa nasıl ulaşabileceği hakkında da görüşler beyan ediyor.
Barış Anlayışı:
Düşünürümüze göre "gerek Batıda, gerekse Doğuda idarecilerimizin ileri sürmekten adeta haz duydukları birbirinden farklı düşünce çeşitleri bizleri yekdiğerimizden uzaklaştırdığı gibi, çatışmamıza da sebeb oluyor." Bu duruma düşmemek için Doğu ve Batı insanının birbirini tanıması, karşılıklı görevleri yerine getirmesi gerekir. Ülkeler arası fikir alış verişleride tamamen serbest yapılmalıdır. Bu faydalı vazifeyi "girişirken ve kendilerini gerçekten milletine vermiş, yurtlarına hizmet etmeyi seven kalbierinde ecnebiye karşı bir kin ve gayz beslemeyen, öğrenmeyi cidden isteyen, harekete geçmeden evvel dşünen ve müşavere eden, vatanperverler," yapar.
Ahmed Rıza'ya göre "dinî ve millî kin ve gayzler, bencil ve mağrur tasavvurlar terk olunmadıkça, maddi silahları terketmek bir hayalden veya yeni bir tuzaktan ibaret kalır."
Barış için dünya kamu oyunu şarüanmışlıktan vazgeçirmek, sonra şuurlandırmak, yaşanmış, tecrübe edilmiş vakıalarla ikna etmek gerekir. Gerçek bir sulh ancak geleneklerin ve kanaatlerin yeniden ihyası ile mümkün olabilir. Düşünürümüz bu hususta şöyle diyor "Bu fikir bende o kadar yer etmiştir ki mütemadiyen tekrarlamadan edemiyorum."
Bu görüşüyle Ahmed Rıza, yeni bir din olan pozitivizmin ilkelerinde birleşmedikçe dünya barışının olamayacağını vurgular gibi görünüyor. Ona göre harplerde meydana gelen maddi hasar kadar, manevi hasar üzerinde de durulmalıdır. Harbde yıkılan maddi yapıların iman gibi, manevi yapılann iman da söz konusu olmalıdır. "Eğer Avrupa, barışı gerçekten ve samimi olarak arzu ediyorsa, bu sadece aynı seviyede tutulacak milletlerin karşılıklı tabii hakları üzerine değil, aynı zamanda karşılıklı haysiyetleri ve milli kıymetleri üzerine kurulmalıdır.
Ahmed Rıza'ya göre banşı temin edecekler enerjik, inançlı ve faziletli olmalıdırlar. Milletler ve devletler ihtilale başvurulmadan yeniden düzenlenmelidir. Bunun için de halkın hissiyata dayanarak hareket ettiği hesaba katılarak akl ve mantık dışına çıkmadan, sebeplerden neticelere uzanmak lazımdır.
Sonuç olarak diyebiliriz ki: Ahmed Rıza, kabul ettiği felsefi sisteme hiçbir yenilik getiremeyip, onu nakilcilikle yetinmiştir. Din ve ahlakı bir problem olarak ele almayıp inandığı felsefî sisteme yakın, siyasi bir açıdan incelemiştir. Bu bakımdan araştırmamız boyunca görüldüğü gibi Ahmed Rıza'nın islâm dini karşısında takındığı tavır şöyle ifade edilebilir: Pozitivist düşünce dinin yerini tamamen alıncaya kadar dinden vazgeçmeye imkan yoktur. "Osmanlı imparatorluğunda, Brezilya'da olduğu gibi pozitivizm bir din halini aldığı zaman İslâm tamamen bir tarafa bırakılabilir." Fakat bu amacına da tam olarak ulaşamamıştır.
Bu nedenle Cumhuriyetin ilanından sonra, Bursa'da karşılaştığı Dr.îbrahim Temo'ya şöyle dert yanıyor: "Eh Temo Bey arkadaş, biz bunun için mi çalıştık, vücut yıprattık, bu neticeyi mi bekliyorduk?" diyerek tessüflerini gösterir. İbrahim Temo da cevaben "azizim elbette bunu beklemezdik, lakin hürriyetin ilanından sonra arkadaşlarımızın tuttukları zikzaklı yol ve uzağı görememelerinden başka ne beklenirdi. Sabır edelim, çalışalım, ümidi kesmeyelim dedim" der.
Buraya kadar din anlayışını belirtmeye çalıştığımız Ahmed Rıza, Ahlâk anlayışında da, ahlakı bir problem olarak ele alıp incelenmiş değildir. Haksızlık olarak gördüğü hususların, ahlâki açıdan kötü olduğunu ortaya koymaya çalışmıştır. Bu hususta, Hristiyanların müslümanlara yaptığı haksız saldırılar ağırlık taşıyor.
Ahlak Anlayışı:
Ahmed Rıza'ya göre "Haçlı seferleri döneminde Avrupa, barbarlığına rağmen, bu gün Avrupa'yı idare edenlere kıyasla çok daha ahlak sahibi idi. Hilâle karşı salibin zaferini sağlamak için döğüşüyor, düşmanlığını ilan ediyor, hasımına karşı açıkça yürüyordu. Ancak yeni "şark politikasının" saiki ne olursa olsun, Haçlıları müslümanlara karşı ayaklandıran kin ve intikam hisleri yokolmuş değildir.
Kilise müminlerinin düşüncelerini iki kinle zehirlemiştir. Biri îslamiyete karşı diğeri ise, ilme karşı intikamcı arzusuna da dehşet saçarak uygulamıştır. Anna Comnen'in naklettiğine göre Haçlıların "en büyük eğlencelerinden biri, rastladıkları müslüman çocukları öldürmek, kızartmak ve yemekti. Mils, Anna Comnen'in anlattıklarını doğrular, Haçlılar insan eti yerlerdi, der. Antakya'da Bahemord, birkaç Türk esirini boğazlattı, herkesin gözü önünde kızarttı, sonra seyredenlere seslenerek, iştahını tatmin için geldiğini söyledi.
Düşünürümüze göre kilisenin diri diri, bazan da önce dilini kesip, sonra yaktırdığı veya işkenceye tabi tuttuğu ilim adamlarının isimleri hayli kabarıktır. Bunlardan bazıları şu kimselerdir: Pier de Bruys de Provence (1147), R.Bacon (1278), Bilgin Ramus (1544), Etienne Dolet (1546), Bruno (1600), Campenalla (1639), Vanini (1619), Şövalye de la Barr (1766).
İlim adamına gösterdiği tavrı, ilim eserine de gösteren kilisenin ahlaksızlığını, Ahmed Rıza şöyle belirtiyor: "Viardot, sadece Kurtuba'da Ferdinand'ın mutassıp ordusu tarafından yakılan kıymetli yazma eserlerin bir milyondan fazla olduğunu kaydeder. J.Conde, bu hususta şunları söylüyor:
"Bugün inanmak mümkün müdür ki, tarihçilerin anlattıkları gibi Gırnatanın, katolik krallar tarafından fethinden sonra, 1042'de, İspanya'nın her tarafından toplatılıp getirilen kitaplarla kurulan insan yakma sehpalarında bu eserlerin alevlerle mahvedildiğini tasavvur edelim? Çağdaş tarihçiler bu şekilde imha olunan kitap sayısının bir milyondan fazla olduğunu kaydetmektedirler."
Ahmed Rıza Bey Halife Hz.Ömer'e isnad edilen kütüphane yakma iftirasını da G.le Bon'dan naklen şöyle belirtiyor: "îskenderiyye kütüphanesinin yakılması rivayetine gelince, Araplardan çok evvel, hristiyanlar, Iskenderiyyedeki din ve ahlaksız saydıkları bütün kitapları, mevcut heykelleri parçalamak ve yıkmak için gösterdikleri gayret ve itina ile imha etmiş ve yakmışlardır. Bu itibarla Araplar için zaten yakılacak bir şey kalmamıştı."
Bu kütüphanenin büyük bir kısmı Sezar istilasında (M.Ö. 48'de) yakıldı. Geri kalan kısmı da Bizans imparatoru Teodosius zamanında, iskenderiye Piskoposu Teofilos'un emriyle, M.391'de tamamıyla yakıldı.
Düşünürümüz, ilim ve ilim adamına gösterilen tavırları sergilerken, Avrupalıların Türklere karşı tutumunu belirtmeyi de ihmal etmiyor. Ona göre "Avrupa devletleri, Rusya dahil tarihin hiçbir devrinde Osmanlı imparatorluğu ile samimi bir dostluk tesis etmemişlerdir. Bazen aralarından bir kaçı bizim yardımımıza gelmişse, bunu diğer eserimde belirteceğim gibi, bize yardım etmekten ziyade kendi rakiblerini izale etmek için yapmışlardır."
Ahmed Rıza Bey, kötülük veya nankörlük olarak gördüğü hususları böylece ahlak dışı kabul ettiğini belirttikten sonra, insanlann barışa nasıl ulaşabileceği hakkında da görüşler beyan ediyor.
Barış Anlayışı:
Düşünürümüze göre "gerek Batıda, gerekse Doğuda idarecilerimizin ileri sürmekten adeta haz duydukları birbirinden farklı düşünce çeşitleri bizleri yekdiğerimizden uzaklaştırdığı gibi, çatışmamıza da sebeb oluyor." Bu duruma düşmemek için Doğu ve Batı insanının birbirini tanıması, karşılıklı görevleri yerine getirmesi gerekir. Ülkeler arası fikir alış verişleride tamamen serbest yapılmalıdır. Bu faydalı vazifeyi "girişirken ve kendilerini gerçekten milletine vermiş, yurtlarına hizmet etmeyi seven kalbierinde ecnebiye karşı bir kin ve gayz beslemeyen, öğrenmeyi cidden isteyen, harekete geçmeden evvel dşünen ve müşavere eden, vatanperverler," yapar.
Ahmed Rıza'ya göre "dinî ve millî kin ve gayzler, bencil ve mağrur tasavvurlar terk olunmadıkça, maddi silahları terketmek bir hayalden veya yeni bir tuzaktan ibaret kalır."
Barış için dünya kamu oyunu şarüanmışlıktan vazgeçirmek, sonra şuurlandırmak, yaşanmış, tecrübe edilmiş vakıalarla ikna etmek gerekir. Gerçek bir sulh ancak geleneklerin ve kanaatlerin yeniden ihyası ile mümkün olabilir. Düşünürümüz bu hususta şöyle diyor "Bu fikir bende o kadar yer etmiştir ki mütemadiyen tekrarlamadan edemiyorum."
Bu görüşüyle Ahmed Rıza, yeni bir din olan pozitivizmin ilkelerinde birleşmedikçe dünya barışının olamayacağını vurgular gibi görünüyor. Ona göre harplerde meydana gelen maddi hasar kadar, manevi hasar üzerinde de durulmalıdır. Harbde yıkılan maddi yapıların iman gibi, manevi yapılann iman da söz konusu olmalıdır. "Eğer Avrupa, barışı gerçekten ve samimi olarak arzu ediyorsa, bu sadece aynı seviyede tutulacak milletlerin karşılıklı tabii hakları üzerine değil, aynı zamanda karşılıklı haysiyetleri ve milli kıymetleri üzerine kurulmalıdır.
Ahmed Rıza'ya göre banşı temin edecekler enerjik, inançlı ve faziletli olmalıdırlar. Milletler ve devletler ihtilale başvurulmadan yeniden düzenlenmelidir. Bunun için de halkın hissiyata dayanarak hareket ettiği hesaba katılarak akl ve mantık dışına çıkmadan, sebeplerden neticelere uzanmak lazımdır.
Sonuç olarak diyebiliriz ki: Ahmed Rıza, kabul ettiği felsefi sisteme hiçbir yenilik getiremeyip, onu nakilcilikle yetinmiştir. Din ve ahlakı bir problem olarak ele almayıp inandığı felsefî sisteme yakın, siyasi bir açıdan incelemiştir. Bu bakımdan araştırmamız boyunca görüldüğü gibi Ahmed Rıza'nın islâm dini karşısında takındığı tavır şöyle ifade edilebilir: Pozitivist düşünce dinin yerini tamamen alıncaya kadar dinden vazgeçmeye imkan yoktur. "Osmanlı imparatorluğunda, Brezilya'da olduğu gibi pozitivizm bir din halini aldığı zaman İslâm tamamen bir tarafa bırakılabilir." Fakat bu amacına da tam olarak ulaşamamıştır.
Bu nedenle Cumhuriyetin ilanından sonra, Bursa'da karşılaştığı Dr.îbrahim Temo'ya şöyle dert yanıyor: "Eh Temo Bey arkadaş, biz bunun için mi çalıştık, vücut yıprattık, bu neticeyi mi bekliyorduk?" diyerek tessüflerini gösterir. İbrahim Temo da cevaben "azizim elbette bunu beklemezdik, lakin hürriyetin ilanından sonra arkadaşlarımızın tuttukları zikzaklı yol ve uzağı görememelerinden başka ne beklenirdi. Sabır edelim, çalışalım, ümidi kesmeyelim dedim" der.