GADAMER'İN FELSEFİ HERMENEUTİĞİNDE 'ÖNYARGI' KAVRAMI ve DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ - 2
|
Ayrıca, her inceleme ya da yaklaşımın, mutlaka bir duruş noktası, bir başlangıç yeri ya da bir bakış açısı olmak zorundadır. Bunun aksi mümkün değildir. Yani, 'hiçbir yer'den bir bakış ya da inceleme imkansız bir şeydir. Şu halde, en azından duruş noktası ya da başlangıç yeri, incelemenin şekillenmesinde ayrıcalıklı ve belirleyici bir faktör ya da ön yargı olacaktır. Oysa aydmlanmacı eleştirel bilincin, bunu görmeksizin (ya da görmezlikten gelerek), her türlü ön yargı ve bağımlılığa dikkat çekip işaret etmesine rağmen kendisini her türlü ön yargı ve bağımlılıktan mutlak surette uzak ve âzâde görmesi, zorunlu olarak, bir 'illüzyon görme' tuzağına düşmesi anlamına gelir. Çünkü bu bilincin kendisi de, her şeyden önce, eleştiri konusu ettiği şey tarafından motive edilerek harekete geçirilmiştir. Dolayısıyla, onun, eleştirip yerle bir ettiği bu motivasyon gücüne olan (en azından bu anlamdaki) bağımlılığı kaçınılmazdır.
Dahası, tüm ön yargılardan kurtulmamızı isteyen aydınlanma düşüncesinin kendisi, ütopik amaçlı bir ön yargı konumundadır—yani, 'ön yargılardan kurtulmamız gerektiği' ön yargısı.
Gadamer, belirttiği bu sorunları ve aydmlanmacı anlayışa yaptığı eleştirileri biraz daha açar. Bu açma işi ona, bir yandan aydmlanmacı yaklaşımı eleştirme, diğer yandan da kendi anlayışını sergileme fırsatını verir. Kendi anlayışını sergileme işini ise, ön yargı kavramının ilişkisel boyutlarını ele alarak gerçekleştirir. Şimdi bu konuya dönüyoruz.
III- 'ÖN YARGI' KAVRAMININ İLİŞKİSEL BOYUTLARI
a- 'Ön yargı'nın Anlamanın Tarihseiliği İle Olan İlişkisi
Aydmlanmacı ön yargı anlayışının sorunlarından ilki—yani, bugünü esas alarak geçmişi eleştirmenin doğru olup-olmadığının sorgulanması—şöyle bir yaklaşımı doğurmuştur: Tarihsel olayları bugünü esas alarak incelemek ve değerlendirmek doğru olmaz. Onları, kendi şartlan ve bağlanılan içinde—aydınlanmacı deyim ile ifade edecek olursak, 'oldukları gibi'—ele almalıyız. Çünkü, eğer aydınlanmacının dediği gibi tarihsel olayları—kendi şartları ve bağlamları içinde değil de—bugünü esas alarak inceleyip değerlendirecek olursak, bu, bir anlamda onlan çarpıtmak—ya da en azından onları 'doğru' veya 'oldukları gibi' anlamamak—olacaktır. Tarihsel 'bilgi' arayışı ve tarihselcilik akımı, işte böyle—yani, aydınlanmacı görüşü eleştirmekle—başlar. Ancak, ilk bakışta aydınlanmacı görüşü eleştiriyor ve bu nedenle haklı gibi görünen tarihselci okul, aslında aydınlanmacı yaklaşım tarzından kendini kurtaramamakta, dolayısıyla da gerçek anlamda tarihselci olmamaktadır.
Gadamer bunun nedenini şöyle açıklar: Tarihselci okul, tarihsel olayları, kendi bağlamları içinde ve 'oldukları gibi' ele alıp incelemek istemektedir. Fakat, incelenen obje ya da konu tarihsel olaylar da olsa, 'olduğu gibi' ele alıp inceleme yaklaşımı, özü itibariyle objektivist ve bir bakıma pozitivist olan aydınlanmacı yaklaşım tarzından başka bir şey değildir. Şu halde, tarihselci okul böyle bir yaklaşım ile tarihsel olayları da inceliyor olsa, aydmlanmacı yaklaşım tarzının içine düşmekten kendini kurtaramamaktadır. Tarihsel olayların, şurada durup analiz edilmeyi bekleyen 'objeler' gibi görülerek onlara dışarıdan bakan bir suje bakış açısından incelenmesi, doğa bilimcilerinin yöntemidir. Rudolf Bultmann'ın deyimiyle, bu yöntemin garanti edeceği tek şey vardır; o da onların anlaşılmayacak olmasıdır. Çünkü, zannedildiği gibi geçmişin rolü, sadece, yorumlamanın 'nesneleri'ni oluşturan metin ya da olayları sunmaktan ibaret değildir. Bir ön yargı ve gelenek olarak geçmiş, aynı zamanda, anlama esnasında yorumcunun üzerine bastığı zemini de belirlemektedir.
Tarihselci okulun gerçek anlamda tarihselci olmamasına gelince, Gadamer bunun nedenini de şöyle açıklar: İnsan aklı, kendi arkaplanını oluşturan tarihsel unsurların bir bakıma bileşkesi durumundadır. Aklı, —onu etkileyen ön yargı olacakları gerekçesiyle—kendisini meydana getiren tarihsel unsurlardan temizlemeye çalışmak, gerçek anlamda tarihselcilik olmayacağı gibi, aynı zamanda, hem tarihselliği ve hem de aklı ortadan kaldırmak olacaktır.
Pratikte, böyle bir şey zaten mümkün de değildir. Eğer biz insanın sonlu ve tarihsel olan benlik ve varoluşuna hakkını vermek istiyorsak—yani, gerçek anlamda tarihselci olmak istiyorsak—-yukarıdakinin tam tersine, onu tüm unsurlanyla (buna tarihsel olanlar da dahil) birlikte kabul etmeliyiz. Yukarıda da söylediğimiz gibi, olgusal olarak zaten bunun aksi de mümkün değildir. Tarihselci okulun naif olan yanı, bunun farkına varamamasıdır; yani, metodik prosedürüne güvenerek kendi tarihselliğini unutmasıdır. Oysa gerçek tarihsel düşünce, kendi tarihselliğini de hesaba katmak zorundadır. J. Paul Sartre'a atfedilen şu ifadeler, burada anlatılmak istenen şeyi mükemmel bir şekilde dile getirmektedir: Geçmişte annemi öldürmüş olsam da, o benim geçmişimdir. Hatta bunu inkar etsem dahi bu böyledir. O halde, geçmişimdeki kimi şeyler nedeniyle asla herhangi bir pişmanlık duymam. Çünkü, ben tüm geçmişimle birlikte ben olduğum için, onun hakkındaki herhangi bir pişmanlık, kendimi inkar etmem anlamına gelir. Bunu ise asla yapmam.
Dahası, üstelik bir de kişinin, benini oluşturan tarihsel unsurları ön yargı olarak görmesi ve bu nedenle onları reddetmesi (ya da onlardan kurtulmaya çalışması), onun, kendi tarihsel gerçekliğini reddetmesi anlamına gelir. Tarihsel gerçekliği reddetmek ise gerçek anlamda tarihselcilik olamaz. Kaldı ki, tarihsel gerçeklik reddedilince geriye incelenecek neyin kaldığı da merak edilecek bir husustur.
İmdi, insan varoluşu tarihsel olduğuna göre, onun varoluş unsurları olan anlama ve bunun bir türü olan yorumlama da tarihsel olmak durumundadır. Gadamer'in kendi deyimiyle, "...biz ister açıkça farkında olalım isterse olmayalım, tarihin etkinliği, her türlü anlamada iş başındadır. (...) Etkin tarihin gücü, onun farkedilmesine bağlı değildir. Tarihin sonlu insan bilinci üzerindeki gücü, işte tam da budur; yani, bir metoda olan inanç kişiyi kendi tarihselliğini inkar etmeye götürse dahi, tarih, burada bile varlığını sürdürmektedir. Hatta, tarihsel olarak etkilenmiş bilinç ( wirkungsgeschichtliches Bewubtsein), anlama eyleminin kendisini oluşturan unsurlardan biridir."
Bu ifadelerin anlamı şudur: Herhangi bir anlamanın, (tarihsel) 'ön yargıları'dan bağımsız olmasına ya da onlardan kurtulmasına imkan yoktur..Çünkü onlar onun yapı taşları durumundadır. Şu halde diyebiliriz ki, gerçek tarihsellik, aydınlanma ön yargı anlayışının hem yanlışlığını hem de imkansızlığını ortaya koymakta ve bizi de ön yargılara (en azından tarihsel ön yargılara) olumsuz değil olumlu bakmaya sevketmektedir. Benzer bir işlev gören diğer bir faktör de ön yargının 'anlamanın döngüselliği' ile olan ilişkisidir. Gadamer, 'ön yargıların kaçınılmaz olduğu ve dolayısıyla onlara olumlu bakmak zorunluluğunun bulunduğu' tezini, bu konuyu inceleyerek de desteklemektedir. Şimdi Gadamer'in bu incelemesini ele alıp, tezini nasıl desteklediğini görelim.
b- 'Ön yargı' nın Anlamanın Döngüselllği İle Olan İlişkisi
Yukarıda, aydınlanman ön yargı anlayışının iki temel sorunundan söz etmiştik. Bu sorunlardan ikincisi—yani, her yaklaşımın mutlaka bir duruş noktası ve başlangıç yerinin bulunmak zorunda olduğu sorunu—bize, anlama olayının döngüsel olduğunu gösterir. Bunun anlamı şudur: Bir konu ya da objeyi inceleme esnasında anlama diye bir şeyin gerçekleşebilmesi için, o konu ya da obje hakkında az-çok, îyi-kötü, bir şekilde bir ön-bilgi ya da ön-anlamanın zihinde bulunması zorunludur. Aksi halde anlama olay ya da eylemi başlamayacaktır. Çünkü bizim zihnimizin çalışma prosedürü şu şekilde gerçekleşmektedir: Tamamen yabancı olduğu bir obje ya da konu hakkında, öncelikle bildiklerine benzetmek suretiyle bir ön-kanaate ulaşır. Daha sonra onun üzerine anlamasını gerçekleştirmeye çalışır. Ancak, kimi zaman bu ön-kanaatini doğrulayan kimi zaman da yanlışlayan veriler elde ederek anlama sürecini işletir.
Anlama yetimizin çalışma şeklini, bilimsel bir araştırmaya benzetebiliriz. Bilimsel bir araştırmada da belli bir (veya konunun mahiyetine göre, bir kaç) varsayımdan yola çıkar, daha sonra araştırmanın sonunda tekrar geriye döner ve başlangıçtaki varsayımımızı araştırma esnasında bulduğumuz verilerle test ederiz; sonuçta veriler varsayımımızı ya doğrular ya da yanlışlar. İşte anlama yetimiz de, aynı bunun gibi, elinde hazır bulunan verilerden yola çıkarak işe başlar; daha sonra yine bu verilere geri dönerek onları doğrular ya da yanlışlar. Yani, anlama yetimiz de işlevini dairesel bir hareketle gerçekleştirir. Kısacası, anlama, döngüsel bir zihin eylemidir.
Burada bir noktanın daha altının çizilmesi gerekmektedir: Anlamadaki döngüselliğin, bizim ön-bilgi ve kanaatlerimiz ile metnin bize sunduğu veriler arasında olduğu yukarıda söylenmişti. Peki bu ön-bilgi ve kanaatlerimizin kaynağı nedir? Yani, biz onları nereden aldık?
Tabii ki, içinde bulunduğumuz (ya da yetiştiğimiz) gelenekten. O halde sözü edilen döngüsellik, aslında, aynı zamanda, gelenek ile günümüz arasında gerçekleşen bir döngüselliktir de. Durum böyle olunca, zihnimizi tüm ön-bilgi ve kanaatlerden temizlemek demek anlamanın başlamaması demek olacağından, ön-bilgi ve ön-kanaatlerimizi, kurtulmamız gereken ön yargılar olarak göremeyiz. Tam tersine, ön-bilgi, ön-kanaat ve ön-anlamalarımız, anlama denilen zihin eylemimizin ön-şartı (hatta diyebiliriz ki, olmazsa olmaz şartı) konumundadırlar. Hatta, Gadamer'in deyimiyle, "bizim benliğimizi, yargılarımızdan çok ön yargılanınız oluşturur". Diğer yandan, ait olduğumuz gelenek de günümüzü anlamanın ön-şartı ya da başladığı (veya ateşlendiği) yerdir.
Buraya kadarki incelemelerimizde, ön yargı kavramının, anlamanın iki ayrı boyutu—tarihsellik ve döngüsellik boyutları—ile olan ilişkilerini ayrı ayrı ele aldık. Bundan, bu ilişkilerin birbirinden kopuk ve bağımsız ilişkiler oldukları şeklinde bir izlenim uyanabilir. Ancak durum böyle değil, tam tersidir. Ön yargılarımız ile tarihselliğimiz ve anlamamızın döngüselliği arasındaki ilişkiler, birbiriyle sıkı sıkıya bağlı ilişkilerdir. Bu bağ, 'birinin diğerini gerektirmesi' ve 'birinin diğerinin şartı ya da sonucu olması' şeklinde bir bağdır. Söz konusu bağın bu nitelikleri, Gadamer'in şu ifadelerinde açık ve net bir şekilde özetlenmektedir: "Aslında varoluşumuzun tarihselliği,—kelimenin literal anlamıyla—ön yargıların, bizim tüm tecrübe yetimizin ilk yönelmişliğini oluşturmasını gerektirir. Onlar, bizim kendileri vasıtasıyla bir şeyler tecrübe ettiğimiz—veya karşılaştığımız herhangi bir şeyin kendileri vasıtasıyla bize bir şeyler söylediği—şartlardan ibarettirler."
IV- SONUÇ VE DEĞERLENDİRME
Hans-Georg Gadamer, 17. yy.'da ortaya çıkan aydınlanma düşüncesinin etkisiyle neredeyse üç yüzyıl boyunca olumsuz nitelik ve çağrışımlar taşıyan bir karaktere bürünmüş vé bugüne—yani, 20. yy.'a—kadar hep böyle anlaşılagelmiş olan 'ön yargı kavramına, farklı—hatta denebilir ki, eskisiyle taban tabana zıt—bir yorum getirmektedir. Özetle belirtecek olursak, zihinlerde her türlü olumsuzluğu çağrıştıran ve insanları yanıltarak objektiflikten uzaklaştırdığı düşünülen ön yargılar, Gadamer'e göre, anlamanın ön-şartı ve yapı taşları durumundadırlar.
Gadamer'e göre, bırakınız zihnimizi ön yargılardan temizleyerek onlardan kurtulmayı, onlarsız anlama ne düşünülebilir ne de gerçekleşebilir. Kısacası, önceleri zararlı ve kurtulmamız gereken baş belâsı şeyler olarak değerlendirilen ön yargılara, Gadamerci yaklaşımda 'gerekli şeyler' gözüyle bakılmakta ve hatta bir bakıma 'anlamanın hammaddesi' olma rolü verilmektedir.
Hemen belirtelim ki, böyle bir ön yargı anlayışının bir kısım sonuçlan olacaktır. Her şeyden önce, ön yargı içermeyen hiç bir anlama ya da yorumlama olmayacaktır. Çünkü, yukarıda da belirtildiği gibi, her anlamanın, meydana gelmesinde kullanılan bir hammaddesi —yani, bir tarihsel birikim ve arkaplanı, bir duruş yeri ve başlangıç noktası—olacaktır. Dolayısıyla, tam anlamıyla objektif, tarafsız ve her türlü ön yargıdan bağımsız bir anlama ya da yorumlama peşinde koşmak, gerçekleşmesi mümkün olmayan ütopik bir emelden ibaret olacaktır.
Dahası, tüm ön yargılardan kurtulmamızı isteyen aydınlanma düşüncesinin kendisi, ütopik amaçlı bir ön yargı konumundadır—yani, 'ön yargılardan kurtulmamız gerektiği' ön yargısı.
Gadamer, belirttiği bu sorunları ve aydmlanmacı anlayışa yaptığı eleştirileri biraz daha açar. Bu açma işi ona, bir yandan aydmlanmacı yaklaşımı eleştirme, diğer yandan da kendi anlayışını sergileme fırsatını verir. Kendi anlayışını sergileme işini ise, ön yargı kavramının ilişkisel boyutlarını ele alarak gerçekleştirir. Şimdi bu konuya dönüyoruz.
III- 'ÖN YARGI' KAVRAMININ İLİŞKİSEL BOYUTLARI
a- 'Ön yargı'nın Anlamanın Tarihseiliği İle Olan İlişkisi
Aydmlanmacı ön yargı anlayışının sorunlarından ilki—yani, bugünü esas alarak geçmişi eleştirmenin doğru olup-olmadığının sorgulanması—şöyle bir yaklaşımı doğurmuştur: Tarihsel olayları bugünü esas alarak incelemek ve değerlendirmek doğru olmaz. Onları, kendi şartlan ve bağlanılan içinde—aydınlanmacı deyim ile ifade edecek olursak, 'oldukları gibi'—ele almalıyız. Çünkü, eğer aydınlanmacının dediği gibi tarihsel olayları—kendi şartları ve bağlamları içinde değil de—bugünü esas alarak inceleyip değerlendirecek olursak, bu, bir anlamda onlan çarpıtmak—ya da en azından onları 'doğru' veya 'oldukları gibi' anlamamak—olacaktır. Tarihsel 'bilgi' arayışı ve tarihselcilik akımı, işte böyle—yani, aydınlanmacı görüşü eleştirmekle—başlar. Ancak, ilk bakışta aydınlanmacı görüşü eleştiriyor ve bu nedenle haklı gibi görünen tarihselci okul, aslında aydınlanmacı yaklaşım tarzından kendini kurtaramamakta, dolayısıyla da gerçek anlamda tarihselci olmamaktadır.
Gadamer bunun nedenini şöyle açıklar: Tarihselci okul, tarihsel olayları, kendi bağlamları içinde ve 'oldukları gibi' ele alıp incelemek istemektedir. Fakat, incelenen obje ya da konu tarihsel olaylar da olsa, 'olduğu gibi' ele alıp inceleme yaklaşımı, özü itibariyle objektivist ve bir bakıma pozitivist olan aydınlanmacı yaklaşım tarzından başka bir şey değildir. Şu halde, tarihselci okul böyle bir yaklaşım ile tarihsel olayları da inceliyor olsa, aydmlanmacı yaklaşım tarzının içine düşmekten kendini kurtaramamaktadır. Tarihsel olayların, şurada durup analiz edilmeyi bekleyen 'objeler' gibi görülerek onlara dışarıdan bakan bir suje bakış açısından incelenmesi, doğa bilimcilerinin yöntemidir. Rudolf Bultmann'ın deyimiyle, bu yöntemin garanti edeceği tek şey vardır; o da onların anlaşılmayacak olmasıdır. Çünkü, zannedildiği gibi geçmişin rolü, sadece, yorumlamanın 'nesneleri'ni oluşturan metin ya da olayları sunmaktan ibaret değildir. Bir ön yargı ve gelenek olarak geçmiş, aynı zamanda, anlama esnasında yorumcunun üzerine bastığı zemini de belirlemektedir.
Tarihselci okulun gerçek anlamda tarihselci olmamasına gelince, Gadamer bunun nedenini de şöyle açıklar: İnsan aklı, kendi arkaplanını oluşturan tarihsel unsurların bir bakıma bileşkesi durumundadır. Aklı, —onu etkileyen ön yargı olacakları gerekçesiyle—kendisini meydana getiren tarihsel unsurlardan temizlemeye çalışmak, gerçek anlamda tarihselcilik olmayacağı gibi, aynı zamanda, hem tarihselliği ve hem de aklı ortadan kaldırmak olacaktır.
Pratikte, böyle bir şey zaten mümkün de değildir. Eğer biz insanın sonlu ve tarihsel olan benlik ve varoluşuna hakkını vermek istiyorsak—yani, gerçek anlamda tarihselci olmak istiyorsak—-yukarıdakinin tam tersine, onu tüm unsurlanyla (buna tarihsel olanlar da dahil) birlikte kabul etmeliyiz. Yukarıda da söylediğimiz gibi, olgusal olarak zaten bunun aksi de mümkün değildir. Tarihselci okulun naif olan yanı, bunun farkına varamamasıdır; yani, metodik prosedürüne güvenerek kendi tarihselliğini unutmasıdır. Oysa gerçek tarihsel düşünce, kendi tarihselliğini de hesaba katmak zorundadır. J. Paul Sartre'a atfedilen şu ifadeler, burada anlatılmak istenen şeyi mükemmel bir şekilde dile getirmektedir: Geçmişte annemi öldürmüş olsam da, o benim geçmişimdir. Hatta bunu inkar etsem dahi bu böyledir. O halde, geçmişimdeki kimi şeyler nedeniyle asla herhangi bir pişmanlık duymam. Çünkü, ben tüm geçmişimle birlikte ben olduğum için, onun hakkındaki herhangi bir pişmanlık, kendimi inkar etmem anlamına gelir. Bunu ise asla yapmam.
Dahası, üstelik bir de kişinin, benini oluşturan tarihsel unsurları ön yargı olarak görmesi ve bu nedenle onları reddetmesi (ya da onlardan kurtulmaya çalışması), onun, kendi tarihsel gerçekliğini reddetmesi anlamına gelir. Tarihsel gerçekliği reddetmek ise gerçek anlamda tarihselcilik olamaz. Kaldı ki, tarihsel gerçeklik reddedilince geriye incelenecek neyin kaldığı da merak edilecek bir husustur.
İmdi, insan varoluşu tarihsel olduğuna göre, onun varoluş unsurları olan anlama ve bunun bir türü olan yorumlama da tarihsel olmak durumundadır. Gadamer'in kendi deyimiyle, "...biz ister açıkça farkında olalım isterse olmayalım, tarihin etkinliği, her türlü anlamada iş başındadır. (...) Etkin tarihin gücü, onun farkedilmesine bağlı değildir. Tarihin sonlu insan bilinci üzerindeki gücü, işte tam da budur; yani, bir metoda olan inanç kişiyi kendi tarihselliğini inkar etmeye götürse dahi, tarih, burada bile varlığını sürdürmektedir. Hatta, tarihsel olarak etkilenmiş bilinç ( wirkungsgeschichtliches Bewubtsein), anlama eyleminin kendisini oluşturan unsurlardan biridir."
Bu ifadelerin anlamı şudur: Herhangi bir anlamanın, (tarihsel) 'ön yargıları'dan bağımsız olmasına ya da onlardan kurtulmasına imkan yoktur..Çünkü onlar onun yapı taşları durumundadır. Şu halde diyebiliriz ki, gerçek tarihsellik, aydınlanma ön yargı anlayışının hem yanlışlığını hem de imkansızlığını ortaya koymakta ve bizi de ön yargılara (en azından tarihsel ön yargılara) olumsuz değil olumlu bakmaya sevketmektedir. Benzer bir işlev gören diğer bir faktör de ön yargının 'anlamanın döngüselliği' ile olan ilişkisidir. Gadamer, 'ön yargıların kaçınılmaz olduğu ve dolayısıyla onlara olumlu bakmak zorunluluğunun bulunduğu' tezini, bu konuyu inceleyerek de desteklemektedir. Şimdi Gadamer'in bu incelemesini ele alıp, tezini nasıl desteklediğini görelim.
b- 'Ön yargı' nın Anlamanın Döngüselllği İle Olan İlişkisi
Yukarıda, aydınlanman ön yargı anlayışının iki temel sorunundan söz etmiştik. Bu sorunlardan ikincisi—yani, her yaklaşımın mutlaka bir duruş noktası ve başlangıç yerinin bulunmak zorunda olduğu sorunu—bize, anlama olayının döngüsel olduğunu gösterir. Bunun anlamı şudur: Bir konu ya da objeyi inceleme esnasında anlama diye bir şeyin gerçekleşebilmesi için, o konu ya da obje hakkında az-çok, îyi-kötü, bir şekilde bir ön-bilgi ya da ön-anlamanın zihinde bulunması zorunludur. Aksi halde anlama olay ya da eylemi başlamayacaktır. Çünkü bizim zihnimizin çalışma prosedürü şu şekilde gerçekleşmektedir: Tamamen yabancı olduğu bir obje ya da konu hakkında, öncelikle bildiklerine benzetmek suretiyle bir ön-kanaate ulaşır. Daha sonra onun üzerine anlamasını gerçekleştirmeye çalışır. Ancak, kimi zaman bu ön-kanaatini doğrulayan kimi zaman da yanlışlayan veriler elde ederek anlama sürecini işletir.
Anlama yetimizin çalışma şeklini, bilimsel bir araştırmaya benzetebiliriz. Bilimsel bir araştırmada da belli bir (veya konunun mahiyetine göre, bir kaç) varsayımdan yola çıkar, daha sonra araştırmanın sonunda tekrar geriye döner ve başlangıçtaki varsayımımızı araştırma esnasında bulduğumuz verilerle test ederiz; sonuçta veriler varsayımımızı ya doğrular ya da yanlışlar. İşte anlama yetimiz de, aynı bunun gibi, elinde hazır bulunan verilerden yola çıkarak işe başlar; daha sonra yine bu verilere geri dönerek onları doğrular ya da yanlışlar. Yani, anlama yetimiz de işlevini dairesel bir hareketle gerçekleştirir. Kısacası, anlama, döngüsel bir zihin eylemidir.
Burada bir noktanın daha altının çizilmesi gerekmektedir: Anlamadaki döngüselliğin, bizim ön-bilgi ve kanaatlerimiz ile metnin bize sunduğu veriler arasında olduğu yukarıda söylenmişti. Peki bu ön-bilgi ve kanaatlerimizin kaynağı nedir? Yani, biz onları nereden aldık?
Tabii ki, içinde bulunduğumuz (ya da yetiştiğimiz) gelenekten. O halde sözü edilen döngüsellik, aslında, aynı zamanda, gelenek ile günümüz arasında gerçekleşen bir döngüselliktir de. Durum böyle olunca, zihnimizi tüm ön-bilgi ve kanaatlerden temizlemek demek anlamanın başlamaması demek olacağından, ön-bilgi ve ön-kanaatlerimizi, kurtulmamız gereken ön yargılar olarak göremeyiz. Tam tersine, ön-bilgi, ön-kanaat ve ön-anlamalarımız, anlama denilen zihin eylemimizin ön-şartı (hatta diyebiliriz ki, olmazsa olmaz şartı) konumundadırlar. Hatta, Gadamer'in deyimiyle, "bizim benliğimizi, yargılarımızdan çok ön yargılanınız oluşturur". Diğer yandan, ait olduğumuz gelenek de günümüzü anlamanın ön-şartı ya da başladığı (veya ateşlendiği) yerdir.
Buraya kadarki incelemelerimizde, ön yargı kavramının, anlamanın iki ayrı boyutu—tarihsellik ve döngüsellik boyutları—ile olan ilişkilerini ayrı ayrı ele aldık. Bundan, bu ilişkilerin birbirinden kopuk ve bağımsız ilişkiler oldukları şeklinde bir izlenim uyanabilir. Ancak durum böyle değil, tam tersidir. Ön yargılarımız ile tarihselliğimiz ve anlamamızın döngüselliği arasındaki ilişkiler, birbiriyle sıkı sıkıya bağlı ilişkilerdir. Bu bağ, 'birinin diğerini gerektirmesi' ve 'birinin diğerinin şartı ya da sonucu olması' şeklinde bir bağdır. Söz konusu bağın bu nitelikleri, Gadamer'in şu ifadelerinde açık ve net bir şekilde özetlenmektedir: "Aslında varoluşumuzun tarihselliği,—kelimenin literal anlamıyla—ön yargıların, bizim tüm tecrübe yetimizin ilk yönelmişliğini oluşturmasını gerektirir. Onlar, bizim kendileri vasıtasıyla bir şeyler tecrübe ettiğimiz—veya karşılaştığımız herhangi bir şeyin kendileri vasıtasıyla bize bir şeyler söylediği—şartlardan ibarettirler."
IV- SONUÇ VE DEĞERLENDİRME
Hans-Georg Gadamer, 17. yy.'da ortaya çıkan aydınlanma düşüncesinin etkisiyle neredeyse üç yüzyıl boyunca olumsuz nitelik ve çağrışımlar taşıyan bir karaktere bürünmüş vé bugüne—yani, 20. yy.'a—kadar hep böyle anlaşılagelmiş olan 'ön yargı kavramına, farklı—hatta denebilir ki, eskisiyle taban tabana zıt—bir yorum getirmektedir. Özetle belirtecek olursak, zihinlerde her türlü olumsuzluğu çağrıştıran ve insanları yanıltarak objektiflikten uzaklaştırdığı düşünülen ön yargılar, Gadamer'e göre, anlamanın ön-şartı ve yapı taşları durumundadırlar.
Gadamer'e göre, bırakınız zihnimizi ön yargılardan temizleyerek onlardan kurtulmayı, onlarsız anlama ne düşünülebilir ne de gerçekleşebilir. Kısacası, önceleri zararlı ve kurtulmamız gereken baş belâsı şeyler olarak değerlendirilen ön yargılara, Gadamerci yaklaşımda 'gerekli şeyler' gözüyle bakılmakta ve hatta bir bakıma 'anlamanın hammaddesi' olma rolü verilmektedir.
Hemen belirtelim ki, böyle bir ön yargı anlayışının bir kısım sonuçlan olacaktır. Her şeyden önce, ön yargı içermeyen hiç bir anlama ya da yorumlama olmayacaktır. Çünkü, yukarıda da belirtildiği gibi, her anlamanın, meydana gelmesinde kullanılan bir hammaddesi —yani, bir tarihsel birikim ve arkaplanı, bir duruş yeri ve başlangıç noktası—olacaktır. Dolayısıyla, tam anlamıyla objektif, tarafsız ve her türlü ön yargıdan bağımsız bir anlama ya da yorumlama peşinde koşmak, gerçekleşmesi mümkün olmayan ütopik bir emelden ibaret olacaktır.
2 Yorumlar
''Tarihsel olayları bugünü esas alarak incelemek ve değerlendirmek doğru olmaz. Onları, kendi şartlan ve bağlanılan içinde—aydınlanmacı deyim ile ifade edecek olursak, 'oldukları gibi'—ele almalıyız.''
Peki bunu nasıl başarıcaz mademki içinde bulunduğum paradigma şu anda şu zamanda beni kuşatmışsa o zaman bu paradigma dışından bakmaya çalışmak aydınlanma çağını eleştirirken ki hataya düşmüş olmak olmuyor mu?
Takdire şayan bir makale. makalenin 2. kısmına bakarak şunu rahatça söyleyebiliriz; ne kadar tarihçi varsa o kadar tarih vardır..