İNSANIN DÜNYADAKİ YERİNİN YENİDEN SORGULANMASI ÜSTÜNE - 2

Tarihselcilik ve doğalcılığın her ikisinin bilgibilimsel bir eleştirisini Husserl'de, bakış açılan ve kaygıları ayn olsa da tarihselciliğin eleştirisini Nietzsche ve Popper'de buluyoruz. Başlıca önemde gördüğümüz bu eleştirilerden yararlanmakla birlikte, onlan burada yinelemek istemiyoruz. Fakat, doğada bile yasalann var olduğu söylenemez, yalnızca yasalı bağıntıların düşünülebildiği söylenirken, neden-sonuç bağıntısının ancak her bir tek olay için söz konusu olduğu, bunun asla genelleştirilemediği tarihte yasalardan söz eden tarihselciliğin bilgibilimsel bir temellendirmeden yoksun olduğunu belirtmekle yetiniyoruz. Doğanın keşfi yolunda ortaya konan bilimsel-teknolojik basanlar, doğalcılığa, doğalcılığın savlarının insanbilimlerine uygulanması da pozitivizme varma sonucunu doğurmuştu. Ülkemizde son zamanlarda çokça yaygınlaştığını gördüğümüz pozitivizm eleştirisine de burada girmeyeceğiz. Bizim doğalcılığı ve tarihselciliği eleştirmemiz, ancak günümüzde açıkça ayırdına varılmış bulunan fiziksel kirlenmenin temelinin kültürel kirlenmede olduğu, her ikisine, karşı karşıya olduğumuz, pratik ve acil çözüm bekleyen bir dünya sorunu olarak felsefi bir yaklaşım getirme amacıyla ortaya çıkıyor.

Doğabilime duyulan güvenin "doğabilimsel akıl" olarak akim yerini aldığı bu doğalcı bakışın düştüğü yanılgının bir benzeri, aynı yerin bu kez tarihselci akla verilmesiyle tarihselciliğin düştüğü yanılgıdır. Aralarındaki ayrım, birincisinin her şeyi doğa ve doğabilimde bulmuş olmasına karşın, ikincisinin her şeyi tarihte ve tinbilimlerinde görmüş olmasıdır. Daha sonra ortaya çıkan ikincisi, birincisinin yanılgısına, onun tersi yönde hareketle düşmüştür. Doğalcılıkta insan aklı, deneysel doğa araştırmaları ve bunların sonuçlarına teslim edilmesine karşın, tarihselcilikte insanın tarihsel oluşumu biricik belirleyici olarak alınır. Bunun sonucu olarak, insan doğası yoksanır, "tarihsel akıl" tek başına egemen görülür ve insansal-toplumsal alanda her türlü meşruluk tarihe verilir.

İnsan aklını, daha doğru bir deyimle, bilinç, istenç, hayalgücü gibi insanın tüm tinsel yetilerinin bütününü, onun bir yetisiyle veya bir ya da birkaç yetinin belli bir kullanımıyla ortaya çıkan, "salt akıl", "pratik akıl", "tarihsel akıl", "doğabilimsel akıl", "araçsal akıl" gibi kavramlarla özdeşleştirmek, tinsel bütünlüğün bozulması, bu bütünlükteki tek bir parçanın diğerlerini ortadan kaldırması sonucuna vanr. Bu tarz bir kullanıma, bize göre, ya eleştiri bağlamında ya da onun tinsel öğelerinden yalnızca biri olduğu daima göz önünde bulundurularak yer verilmelidir. Aksi halde akim bu bir tarz kullanımının tinsel bütünlüğün yerine geçmesi onaylanmış olur. Sanki yalnız başına aklın yerini tutacak biçimde kullanılan "tarihsel akıl" da diğerleri gibi bu tarz bir yanılgının deyimidir.

Bu deyimle her türlü meşruluğun tarihe verilmesi, bu meşruluğu sağlayan şeyin, tarihte daima haklı çıkan siyasal iktidarın her zaman onaylanması demektir. Tarih, siyasal iktidarların tarihi olmakla, tarih ile iktidarın meşruluğu bir ve aynı şey olmuş olur. Tarihseldi ik bu kadarla da yetinmez.

Her halkın tarihi acı olaylarla doludur. Bu olaylara bugünden bakıp geçmişten devşirilen kin ve intikam duygularının sözümona tarihsel bilinç adına savunulması, dünya barışını tehdit eden bir tehlike olarak karşımıza çıkıyor. Tarih ne örnek alınır ne de ona dayanan bir hak isteminde bulunulur. Tarihten alınabilecek tek miras derstir. Bu da daha çoğu ibret dersidir. Batı kaynaklı doğabilim, nasıl ki, doğa karşısında ben-merkezli idiyse, yine batı kaynaklı tarihselcilik de aynı ben-merkezci, yani batı-merkezcidir. Bunun tipik iki örneğini, insanlığa doğru ilerleme sürecinde Avrupa halklarını en yüksek basamakta, geri kalan halkları bu doruğa varan yolun döşeme taşları olarak gören Herder ile aynı yüksek yeri bu kez yalnızca Cermen uluslarına veren Hegel'in ben-merkezci tarihselciliği oluşturur. Avrupa merkezci tutum, temelini Avrupa merkezci tarihselcilikte bulur.

Modern fiziğin bilgi kuramında (Descartes) ben - ben-olmayan ayrımının tözsel olmasının tarihselcilikteki karşılığı, Avrupalı ya da batüı halklar ile diğer halklar arasındaki, özellikle verdiğimiz iki örnekte (Herder ve Hegel) görülen, neredeyse tözsel ayrımdır. "Düşünen ben" ile "yer kaplayan cismi" iki ayn töz olarak gören Descartes ve kartezyen bakışın karşısında, Herder ve Hegel'de Hıristiyan Avrupa ile dünyanın geri kalanının iki ayn tözmüş gibi görülmesi yer alır. Birinci bakış, nasıl öteki tözün, yani cismin bölünüp parçalanmasına yol açmışsa, ikincisi de öteki, yani batılı olmayan halkların toz duman edilmesine hizmet etmiştir.

Gerek doğalcılığın gerek tarihselciliğin doğurduğu kültürel kirlenmenin, doğalcı bakışın yol açtığı fiziksel kirlenmenin de nedeni olması, her ikisinin iktidar isteminden ileri gelmesindendir. Doğalcılıkla doğa üstüne egemenlik kurulmak istenir, doğaya efendilik taşlanırken, tarihselcilikle insan üzerine gerçekten kurulan iktidar, aynı istemden kaynaklanır. Doğaya egemen olunmaz. Belli ölçüde doğaya söz geçirilmesinde de yine doğaya uyulur. Aslında Bacon'm "doğaya egemen olmak" savsözü, yine insan üstüne egemenlik kurulması sonucunu doğurmuştur. Üstelik daha önce, salt fiziksel zorlamayla kurulan bu iktidarlar, bu kez bilim ve teknoloji aracılığıyla daha da güçlü hale gelmişlerdir. İnsanın iktidar baskısı altında tutulmasının, araç olarak kullanılmasının kültürel kirlenme bakımından verdiği en tehlikeli sonuç, onun bu durumu benimsemesidir. Açık, fiziksel baskı altında tutulan insan, etki-tepki ilkesinin gereği olarak, kendisine yapılan baskıyı benimsemez, içselleştirmez, tersine daima ona karşı bir tutum alır. Oysa iktidarın insanı şeyleştirmesi, bilimsel-teknolojik araçlarla, hatta estetik sunumlarla, çok sofistike hale getirilip yapılırsa, o zaman bu durum, insan tarafından kolayca benimsenir, içselleştirilir ve böylece o, istenildiği gibi güdülür ve yönlendirilir. Böyle bir insana gerek kendi türdeşini, gerek çevresini, doğayı tahrip ettirmek işten bile değildir.

Tarihselciliğin siyasal iktidarı' onaylaması durumu, bir yandan insanı, toplumsal birliğin yalnızca bir üyesi, bir elemanı olarak, büyük önderleri de tarih sahnesindeki oyunun baş aktörleri olarak görmekle bireyi, kişiyi yok sayarken, bir yandan da tarihin gidişini belli bir toplumun veya sınıfın eline vermekle toplumlar ve sınıflar arası savaşı, insanın insanı kıyımını sözümona meşru kılar. Geçmişin baş aktörlerinin yerini alan bugünün iktidarları ya da iktidar odaklan, eleman düzeyine inidirgedikleri araç-insanı birbirine kıydırmayı sürdürür. Böylece doğalcı görüşle kirletilmiş olan yeryüzünün, zaten öteden beri yapıldığı gibi, ama bu kez daha da zahmetsizce olarak insan kanıyla boyanması sürdürülür. O halde toprağın ve insanın kanının akıtılmadığı bir dünyada yaşamak için, bizi bu duruma getiren görüşü terk etmek, doğaya, dünyaya, insana yeni bir gözle bakmak gerekliliği, baştan beri yaptığımız saptama ve çözümlemelerin bir sonucu olarak karşımıza çıkıyor.

Bilimsel-teknolojik gelişmelerin, kültürel oluşum sürecinin sonucunda günümüzde varılan durumun insan soyunun yeryüzündeki varlığım ciddi olarak tehdit ettiği artık açıkça görülmektedir. Doğanın izin verdiği kadar insanın yeryüzünde kalabilmesi için, bu tehdit karşısında esasta meşru bir savunma olan, ama gerçekleşmesi olanaksız görünen, hayalci bir doğaya geri dönüşü öneren, yabanıl insan özlemini dile getiren kimi düşüncelerin, her zamankinden çok bugün gündemde olması kendiliğinden anlaşılırdır.

Ancak sorunun çözümünü, tümüyle boş bir hayal olan bu özlemde aramak da boşunadır. Bu tarz köktenci tutumlar, bize daima Montaigne'in şu güzel sözünü anımsatır: "Burnu akıyor diye, onu silecek yerde kökünden kesmek." Sorun, yabancılaşmanın nerede sorun noktasına vardığını saptamakla çözülebilir. Doğayla tam bir uyumun insanı hayvandan ayrımsız kılacağı, insanın olduğu yerde yabancılaşmanın kaçınılmazlığı görülürse, yapılması gereken ve yapılabilir olan tek şeyin, insan-doğa çelişkisinin ölçütünün belirlenmesinde, eş deyişle, çelişkinin onu ortadan kaldırmayacak dengede tutulmasında, onun hem doğanın hem insanın katlanabileceği düzeyde sürdürülmesinde olacağı anlaşılmış olur. Kısacası, çelişki baki kalacak, ama dengede tutulacak. Ufak tefek denge bozukluklarını da doğanın yeniden oluşturucu (rejenere edici) gücü düzeltir; yeter ki bu güce fazla bel bağlamayalım.

Şimdi yukarıda ertelediğimiz sorunun yanıtını aramaya sıra geldi. İnsanın çevresine ve doğaya, dünyaya bakışı, biri bütünsel, diğeri tek tek nesnelere yönelen çözümsel (analitik) olmak üzere iki tarzda kendini gösterir. İkincisinin birincisinden kopmasıyla ki bu kopuşun başlangıcı modern doğabilimdi- varılan sonucu gördük. Bu süreçte, gitgide doğa tasarımı, resmi ve doğa görüşü ortadan kalktı. Çözümsel bakış, bu kopuşla etik dayanağı da yitirdi. Çünkü doğalcı-çözümsel bakışın etik bir temeli olması için en azından onun bir doğa görüşü olması gerekiyordu. Etik temelden yoksun bir bilimin, etik kaygılara sırtını büsbütün çevirmiş meta ekonomisinin güç odaklarının eline geçmesi artık kaçınılmazdı. Nesneyi, nesne "yer kaplayan" olduğuna göre uzamı ve zamanı bölerek bilen çözümleyici bilim, Bergson'un deyişiyle zekânın ürünüdür. İnsan yalnızca bir tinsel yetisiyle dünyaya bakarsa, bundan elde edeceği dünya ve yaşam görüşü de tek yönlü olur. Üstelik onun yalnızca bir yetisini kullanan biri olarak kendi tinsel bütünlüğü de bozulur. O halde insanın doğaya bütünsel bakışı için öncelikle kendi tinsel bütünlüğünü korumuş olması gerekir. O yalnızca zekâlı bir varlık olarak değil, aynı zamanda istem, hayalgücü, duygu gibi yetilerinin bütününü koruyarak doğaya ve dünyaya bakarsa tam insan olarak dünyadaki yerini, kendine yakışır biçimde belirler.

Gerçi doğaya bütünsel bakışın insanın doğayla özdeşleştiği tarzı, öteden beri birçok kükürde vardı. Ama burada, yukarıda sözünü ettiğimiz ve korunması gereken çelişme henüz yoktu. Bizim ardında olduğumuz, doğadan hiçbir kopuşun, ayranlaşmanın henüz ortaya çıkmadığı bakış tarzı değil, tersine ayrımlaşmadan sonraki bütünlük arayışı isteyen bakış tarzıdır. İnsan-doğa özdeşliğinde doğayla bütünleşme arzusu olmaz. Böyle bir arzu,, ancak ayrımlaşmadan sonra ortaya çıkar. Çözümsel bakışın karşısında, bu anlamda doğaya bütünsel bakışın kaynağını da yine batıda buluyoruz; tıpkı bugün batı dışındaki toplumlarda çok yaygınlaşan, hatta bazen aşınlaştınlarak, tümden bir batı karşıcılığına varan, batı merkezciliğin eleştirisinin de yine batıdan gelmiş olması gibi. Bu kaynak, tek tek deneysel doğa bilimlerinin, yeni yeni gelişmeye başladığı, 18. yüzyıl sonları ve 19. yüzyıl başlarında, Goethe'de şiirsel, estetik bir tarzda, yaklaşık aynı yıllarda Schelling'de felsefi biçimde nazari (spekülatif) fizik olarak ortaya çıkan tutumdur. Öte yandan yine aynı yerde ve aynı dönemde Schliller'de, daha sonra da Bergson'da görülen, doğabilimsel gelişmenin getirdiği uzmanlaşmaya, bu uzmanlaşmanın insanın varlıksal bütünlüğünün parçalanmasına yol açmasına karşı eleştirel tutum da burada anılmalıdır.

Hem bir şair hem de bir doğa araştırıcısı olarak Goethe, bu iki yönünü şu sözlerinde birleştirir: "Bilim ile şiirin birleşebilir olduğu, hiçbir zaman kabul edilmek istenmedi. Bilimin şiirden çıkıp geliştiği, zamanların bir dönüşümünden sonra, her ikisinin karşılıklı yararına, daha yüksek mevkide yeniden dostça karşılaşabileceği düşünülmedi." Şiir ile bilimin birleşmesinin temelini de Goethe, doğa-insan birliğinde bulur: "İnsanların hepsi onun [doğanın] içinde, o da insanların içindedir." Biz, şiir ile bilimin birleşeceği, dolayısıyla tek tek deneysel doğa bilimlerinin ortadan kalkacağı bir zamanın geleceği konusunda Goethe kadar iyimser değiliz. Ama onun bu tutumunda bizim için önemli olan başlıca nokta şudur: Doğanın içinden tüm doğayı kuşatan, insan-doğa birliğine sahip bir bakışla ancak, tüm insanlar, tüm uluslar bir tutulabilir. Goethe söylüyor: "Milli hislerin tamamiyle ortadan kalktığı, komşu milletlerin saadet ve ıstıraplarının sanki bizimkiymiş gibi duyulduğu bir kültür merhalesi vardır, bu merhale benim mizacıma pek uyuyor. (...) Benim için tüm insanlığı içine alan bir toplumdan başka toplum yoktur." Bu sözler, doğa görüşü ile insan, yaşam, dünya görüşü arasında var olduğunu baştan beri savunduğumuz birliğin olumlu bir tarzına tanıklık ediyor.
1 | 2 | 3

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP