İNSANIN DÜNYADAKİ YERİNİN YENİDEN SORGULANMASI ÜSTÜNE - 1
|
Ömer Naci SOYKAN
"İnsan" adını alan canlının ayırıcı temel bir özelliği, onun kendi varlığının ayırdında olması, eş deyişle, ben bilincine, öz-bilince sahip olmasıdır. Bu sayede o, bir ben, ben-olmayan ayrımına varır, ben-olmayana, yani çevresine, doğaya nesne olarak bakar, onu anlamlandırır, bilir. Ben-olmayamn bu bilgisi, öz-bilince sahip olan varlığın bu kez kendisine bakmasına, kendisini anlamlandırması ve bilmesine katılır. Böylece insan, dünyadaki yerini belirler. Demek.ki, insanın dünyadaki yerini belirlemesi, ilkin onun doğaya nasıl baktığına, sonra da bu bakışla dünyayı (yaşamı) ve kendisini nasıl gördüğüne bağlıdır. Ama bu iki bakış tarzı bir döngüselliği ortaya koyar, her biri ötekini önceler.
Daha açık bir deyişle, bir yandan benin ben-olmayana bakması için, daha önce kendine bakmış, yani kendinin ayrımında olmuş olması gerekirken, öte yandan, benin kendi varlığının aytrdında olması için daha önce ben-olmayana bakmış olması, onun varlığının ayırdmda olmuş olması gerekir. Bakışın bu döngüselliği ve her döngüden yeni kazanımlar elde edilebilmesi sayesinde, insanın dünyadaki yerini belirlemesi de sabit kalmaz, daima yeni biçimlerde ortaya konabilir.
Araştırmamızı başlatan ilk soru şudur: İnsanın dünyadaki yerinin yeniden sorgulanmasına neden ihtiyaç vardır? Şimdi ne olmuştur ki, şimdiye dek insanın kendisine dünyada biçtiği yer yanlış görülüyor? Sorunun yanıtı, bugün karşı karşıya olduğumuz, tehlikeli boyutlara varmış olan fiziksel ve kültürel kirlenmeden belli bir dünyagörüşunün sorumlu tutulmasında aranacaktır. Bu dünyagörüşunün insana verdiği yer, modern doğabilimin başlangıcından, 16., 17. yüzyıllardan beri süregelen, "Bilmek bölmektir. Bilginin ereği doğaya egemen olmaktır. O halde böl ve egemen ol!" savsözüyle dile gelen yerdir. Sonuçta bölünen, bölünmek bir yana lime lime edilen doğanın ne hale geldiği, hepimizin gözü önündedir. Bu durum, tarihsel süreçte birbirini izleyen, birbiriyle bağıntılı şu üç aşamanın sonucudur: Modern doğabilimin kuruluşu, sanayi devrimi ve ekonomik-sosyal sistem olarak kapitalizm. Bugün içinde olduğumuz kirlenmenin sorumlusu gördüğümüz bu üç evreden son ikisine bazı göndermelerde bulunmakla birlikte burada asıl ele alacağımız birincisi olacaktır.
Fiziksel kirlenme konusunda bilinen şeyleri yinelemeye gerek görmüyoruz. Yalnızca, şimdiye dek gezegenimizde doğal nedenlerle canlı hayatın altıncı kez yokoluşunu bu kez insanın kendisinin neden olacağı yedinci yokoluş dönemini izleyeceği, böyle giderse, insanlığın üçüncü binyılı göremiyeceği biçimindeki, bilimcilerin uyarıcı sözlerini anımsamakla yetiniyoruz. Fiziksel kirlenmeyi de doğuran kültürel kirlenmeye gelince...
Esasen "insanın dünyadaki yeri" derken, buradaki "dünya" sözcüğü, fiziksel anlamda yeryüzünü değil, fakat kültürel anlamda dünya, yaşam kavramını gösterir. Bizim fiziksel dünyaya, yani doğaya bakışımızın kendisi de kültüreldir. Elbette insan, doğanın bir parçasıdır ve onu yaratan doğadır. Ama insan dışındaki doğada bir bilinç olduğunu söyleyemiyoruz. Çünkü öyle bir sav, felsefi bir temellendirmeden yoksun kalacaktır. Doğada olmayan bilinç, ilk kez insanda ortaya çıkmış, böylece insan, bir parçası olduğu doğaya yabancılaşmıştır. Öte yandan bilinç ya da akıl, insanın doğasmdandır. Buna göre, insan doğasıyla genel doğa arasında bir çelişme, bir yabancılaşma, insanın kendi doğası gereği kaçınılmazdır. İnsanın ortaya çıkışıyla canlıların yeryüzünden silinişinin yüz bin katı bir artışa dek varmış olması da söz konusu çelişkinin açık bir göstergesidir. Ama bu aynı çelişki sayesinde insan, kültürü oluşturmuştur. Doğada olmayan, insanın kendisinin ortaya koyduğu ve kendi oluşumuna kattığı tüm basanlar, "kültür" ana başlığı altında toplanır. İnsan, kültürün yalnızca var edicisi değil, aynı zamanda, kendi varlıksal koşulu anlamında taşıyıcısıdır da. Kültürleşme, insanlaşma sürecini gösterir. Tarih böyle başlar. Ama zaten doğaya karşıt olarak yaratılan kültür, gelişmesinin bir evresinde, yalnızca insanın dışsal doğaya değil, aynı zamanda kendi doğasına da yabancılaşmasına yol açtı.
Bu sonuncu yabancılaşma, yani tinsel-kültürel kirlenme iki biçimde görünür. Birincisi, tarihin, kültürün yükü altında ezilen, yaşama güdüsünü yitirmiş, miskinleşmiş, Nietzsche'nin sözünü ettiği, gün boyu "ölümü anımsa" ("memento mori") diyerek keşiş yaşamı sürdüren insanın durumu. Burada ruh, bedenden sanki ayrılarak ruh-beden bütünlüğü ruh lehine bozulur. Ama doğrusu bu durumun, kapitalist ekonomide meta haline gelmiş, şeyleşmiş, salt bedensel varlığa indirgenmiş, zaten öteden beri alınıp satılan bedenin yalnız kendisi değil, aynı zamanda görüntüsü de medyada satılığa çıkarılmış olan ikinci tarz kültürel kirlenmenin yanında artık bugün sözü edilmez olmuştur. Yatırım nesnesi olarak görülen insan bedeni, iyi bir kazanç aracıdır. Bu şeyleşme durumunda, ruh-beden bütünlüğü bu kez beden lehine bozulmuştur. İnsan bedeni, tıpkı bir cisim gibi bilgi nesnesi olduğunda, bilmek bölmektir uyarınca beden de parçalanır. Bedenin bölümlerinden, "sarkık kalçalar", "düşük göğüsler", "inatçı yağlar" gibi deyişlerle üçüncü kişi olarak söz edilir, sanki ayn birer varhklarmış gibi görülür. Bütün olarak da "bedenin kullanıldığı" söylenir, tıpkı örneğin kerpeten kullanmak der gibi. Şeyleşme, cisimleşme, yalnızca tek tek insanlar için değil, toplum ve uygarlık için de geçerlidir. Günümüzde cisimleşen uygarlık, tıpkı cisim gibi, kişi başına tüketilen elektrik, kâğıt gibi miktartarla ölçülüyor. Oysa uygarlık kavramı, yalnızca bilimsel-teknolojik ilerlemeyi, refah düzeyinin yükselmesini değil, aynı zamanda, bundan daha çok, insani, etik değerleri içerir. Bunlar da metrik değildir. Uygarlığın bu ilkelleşmesinin temeli, modern doğabilim anlayışında, doğabilimsel-doğalcı (naturalist) bakış açısında bulunur. Ancak bilimin kendisiyle bilim anlayışını birbirinden ayırmak gerektiğini burada vurgulamak istiyoruz.
Sorunumuz açısından daha da önemlisi, bilim ile bilim anlayışından doğan bilimsel dünyagörüşü arasındaki ayrımdır. Buna karşın, uygarlığın, kültürün şeyleşmesinin ilk kaynağı olarak bilim ve teknolojiyi gösterirken bile, Horkheimer ile Adorno'nun, "tekniğin toplum üzerinde otorite kazanmasını sağlayan zeminin, ekonomik yönden en güçlülerin toplum üzerindeki iktidarı olduğu" uyarısına da kulak verilmelidir.
Bilimin ve tekniğin kendiliğinden dünyayı bu hale getirdiği mistifikasyonuna kapılıp, "kahrolsun bilim!" savsözüyle sokaklara dökülmenin bir anlamı yoktur. Her ne kadar bilim anlayışı ve bilimsel dünyagörüşü, son dayanak noktasını bilimin kendisinde buluyor olsa da aralarında zorunlu bir bağ var değildir.
Bu uyarıyı daima göz önünde bulundurarak, biz yine bilim bağlamına dönelim. Burada birbiriyle ilişkili üç kavram yar: Birincisi, kurucusunun Galileo olduğu genellikle kabul edilen modern doğabilim, yani fizik; ikincisi Descartes'm temellendirdiği bilgi ve bilim anlayışı, yani modern fiziğin bilgibilimi (epistemoloji), üçüncüsü, bu ikisine ve akla dayandığını öne süren, başlıca olarak Aydınlanma ile geniş kitlelere yayılan doğabilimsel dünyagörüşü. Bilimin kendisi hakkında söyleyeceklerimizin bilgibilim çerçevesinde kalacağı açıktır. Bu nedenle çözümlememize, bilgibilimden, başka bir deyişle, Descartes'tan başlayalım.
Descartes, cismi "yer kaplayan" diye tanımlamakla cismin bilgisini bu yerin ölçülmesi olarak anlamıştı. O, cebin, sözlük anlamı, yeryüzünün ölçülmesi demek olan "geometri"ye uygulayarak kurmuş olduğu analitik geometri yöntemiyle cismin bilgisini, yani onun kapladığı yerin ölçümünü matematik bağıntılarda bulmuştu. Cisimsel doğa, salt matematiğin konusudur. Matematiksel bağıntının, daha doğrusu genel bağıntıların, orantıların bilimi, Descartes için zaten matesis universalis demekti. Ama bu evrensel matematik, salt bir nicelikler bilimi değil, fakat aynı zaman bir bilgi öğretişidir, matematiksel yöntemin evrenin bilgisinde kullanımıdır. Üstelik onun dünya resmi de mekanist bir tabloyu ortaya koyurdu Descartes'in hem fizik, hem metafizik kuramının özne (ben) merkezli olması, ben ile ben-olmayan (cisim, doğa) ayrımının tözsel bir ayrım olarak ortaya konması, öznenin kendisinden tümüyle başka bir töz olan doğaya yabancılaşması sonucunu doğurdu. Bu sonuç da bu "yabancının" (doğanın) istenildiğince bölünebilmesinin meşruluğunu, en yüksek yetke (otorite) olan bilimden kaynaklanan bir hak olarak özneye vermiş oldu. Bu, Descartes'ın metafizik kuramının değil ama biigikurammın bir sonucuydu. Yeryüzü, böyece ölçülüp biçilmekle bölünüp parçalanmaya hazır hale getirildi. Parçalanma, hemen arkadan gelen sanayi devrimi ile gerçekleştirildi. Sonunda 19. yüzyılda siyasal erki de ele geçiren kapitalizmle bugünlere varıldı.
Bölücü, ayırıcı, çözümleyici bu doğabilim, 20. yüzyıla gelindiğinde iyiden iyiye matematikleşerek, vaktiyle mekanistik de olsa sahip olduğu doğa resmini büsbütün yitirdi. Doğabilimde artık doğa yoktur. Heisenberg, "Bugünkü Fiziğin Doğa-Resmi" adlı kitabında şöyle der: "Doğabüimin araştırma nesnesi olarak 'doğa' sözcüğünün anlamı, böylece giderek değişti; o, tüm o deney alanları için bir topluluk adı oldu, [...]. Doğayı-'betimleme' sözü de doğanın olabildiğince canlı, apaçık bir resmini vermesi gereken tasvir olarak, kendi ilk anlamını gitgide yitirdi; daha çok, arttıkça artan ölçüde doğanın matematiksel tanımı anlamına geldi." Hiçbir doğa resmi vermeyen bir doğabilimden de artık bir doğa görüşü çıkarılamaz. Doğa görüşü olmayan bir dünyagörüşünün de sözü edilmez. Sözün kısası, 17. yüzyılda mekanistik de olsa doğabilime dayanan bir dünya resmi, 20. yüz yılda büsbütün yitirilmiş oldu.
Öte yandan, dünya veya doğa resmi anlamında değil de belli bir doğa kavrayışı anlamında, doğabilime dayanan bilimsel bir dünyagörüşü için doğa yasalarının varlığından söz edilebilmelidir. Oysa bugün artık bilimsel terimbilimde (terminoloji) "doğa yasaları" yerine, "bilim yasaları" geçmektedir. "Doğa yasalarının" var olduğunu söyleyebilmek için birbirinden ayrı doğa olayları arasında zorunlu bağıntının var olduğu kanıtlanmahdır. Oysa "zorunlu bağıntı" kavramı, mantıksal bir kavramdır, fiziksel (bilimsel), yani varlıksal (ontik) bir kavram değil. Bu bağlamda, Wittgenstein'in andığı Hertz'in deyişiyle, yalnızca yasalı bağıntıların düşünülebilir olduğu söylenebilir. Wittgenstein'nın kendisi daha da fazlasını öne sürer: "Bütün çağdaş dünya görüşünün temelinde, sözümona doğa yasalarının, doğadaki görünüşlerin açıklamaları olduğu yanılgısı yatar. Böylece, doğa yasalarının karşısında, sorgu-sual edilemez birşeymişcesine kalakalırlar, tıpkı eskilerin Tanrı ve Kader karşısında yaptıkları gibi."
Doğabilime dayanan bir dünya görüşü olamayacağı savma diğer iyi bir kanıt olarak Max Planck'ın bir sözünü de burada anmak isteriz: "Gerçek dış dünyanın bilgisi, fizikçi için ideal erektir; ama onun biricik araştırma araçları, ölçümleri, asla ona gerçek dünya üstüne bir şeyi söylemezler; fakat onlar onun için daima yalnızca daha çok veya daha az kesin olmayan belli bir mesajdır."
Demek ki, doğabilim, ne hiçbir doğa resmi ortaya koymamakla ne de yalnızca kendileri de birer yorum olan kesin olmayan mesajlar vermekle bilimsel bir dünyagörüşüne temel olabilir. Zaten yorum olan bu mesajların yorumu, yani yorumun yorumu artık bilimsellik savını taşıyamaz. Öyleyse dünyagöriişünü böyle bir savın öne sürülmediği başka bir yerde, ama bize en azından bir doğa resmi verecek, hem doğaya hem bilime etik bir tavır almamızı sağlayacak, böylece bugün yaşamakta olduğumuz fiziksel ve kültürel kirlenmeden bizi olabildiğince arındıracak başka bir bakışta aramalıyız. Bunun nasıl bir bakış olduğu sorusunun yanıtını biraz erteleyerek kültürel kirlenmenin doğabilime dayanan doğalcılıktan (natüralizm) başka başlıca bir kaynağı olarak tarihselciliği (historizm/ historisizm) ele almak istiyoruz. Ama daha da önce burada kısa bir ayraç açmamıza izin verilsin. İlk kaynakları Sokrates öncesi felsefede bulunan, modem felsefede Hobbes tarafından sistemleştirilen doğalcılığı, 19. yüzyılda deneysel doğa bilimlerinin gelişmesiyle ortaya çıkan, kültür bilimlerince de taklit edilen doğalcılıktan ayırıyoruz. Bu ayrımı belirtmek için ona "doğa- bilime dayanan doğalcılık" dedik. Bundan sonra yalnızca doğalcılık diyeceğiz. Birincisi, daha çoğu, doğanın metafizik bir anlayışı idi ve sorunumuz açısından bizi burada asıl ilgilendiren ikincisinin kaynağı da değildi. Bu kaynak, modem doğabilimin kendisidir. Bu nedenle biz, çözümlememize Hobbes'tan değil, Descartes'tan başlamıştık.
"İnsan" adını alan canlının ayırıcı temel bir özelliği, onun kendi varlığının ayırdında olması, eş deyişle, ben bilincine, öz-bilince sahip olmasıdır. Bu sayede o, bir ben, ben-olmayan ayrımına varır, ben-olmayana, yani çevresine, doğaya nesne olarak bakar, onu anlamlandırır, bilir. Ben-olmayamn bu bilgisi, öz-bilince sahip olan varlığın bu kez kendisine bakmasına, kendisini anlamlandırması ve bilmesine katılır. Böylece insan, dünyadaki yerini belirler. Demek.ki, insanın dünyadaki yerini belirlemesi, ilkin onun doğaya nasıl baktığına, sonra da bu bakışla dünyayı (yaşamı) ve kendisini nasıl gördüğüne bağlıdır. Ama bu iki bakış tarzı bir döngüselliği ortaya koyar, her biri ötekini önceler.
Daha açık bir deyişle, bir yandan benin ben-olmayana bakması için, daha önce kendine bakmış, yani kendinin ayrımında olmuş olması gerekirken, öte yandan, benin kendi varlığının aytrdında olması için daha önce ben-olmayana bakmış olması, onun varlığının ayırdmda olmuş olması gerekir. Bakışın bu döngüselliği ve her döngüden yeni kazanımlar elde edilebilmesi sayesinde, insanın dünyadaki yerini belirlemesi de sabit kalmaz, daima yeni biçimlerde ortaya konabilir.
Araştırmamızı başlatan ilk soru şudur: İnsanın dünyadaki yerinin yeniden sorgulanmasına neden ihtiyaç vardır? Şimdi ne olmuştur ki, şimdiye dek insanın kendisine dünyada biçtiği yer yanlış görülüyor? Sorunun yanıtı, bugün karşı karşıya olduğumuz, tehlikeli boyutlara varmış olan fiziksel ve kültürel kirlenmeden belli bir dünyagörüşunün sorumlu tutulmasında aranacaktır. Bu dünyagörüşunün insana verdiği yer, modern doğabilimin başlangıcından, 16., 17. yüzyıllardan beri süregelen, "Bilmek bölmektir. Bilginin ereği doğaya egemen olmaktır. O halde böl ve egemen ol!" savsözüyle dile gelen yerdir. Sonuçta bölünen, bölünmek bir yana lime lime edilen doğanın ne hale geldiği, hepimizin gözü önündedir. Bu durum, tarihsel süreçte birbirini izleyen, birbiriyle bağıntılı şu üç aşamanın sonucudur: Modern doğabilimin kuruluşu, sanayi devrimi ve ekonomik-sosyal sistem olarak kapitalizm. Bugün içinde olduğumuz kirlenmenin sorumlusu gördüğümüz bu üç evreden son ikisine bazı göndermelerde bulunmakla birlikte burada asıl ele alacağımız birincisi olacaktır.
Fiziksel kirlenme konusunda bilinen şeyleri yinelemeye gerek görmüyoruz. Yalnızca, şimdiye dek gezegenimizde doğal nedenlerle canlı hayatın altıncı kez yokoluşunu bu kez insanın kendisinin neden olacağı yedinci yokoluş dönemini izleyeceği, böyle giderse, insanlığın üçüncü binyılı göremiyeceği biçimindeki, bilimcilerin uyarıcı sözlerini anımsamakla yetiniyoruz. Fiziksel kirlenmeyi de doğuran kültürel kirlenmeye gelince...
Esasen "insanın dünyadaki yeri" derken, buradaki "dünya" sözcüğü, fiziksel anlamda yeryüzünü değil, fakat kültürel anlamda dünya, yaşam kavramını gösterir. Bizim fiziksel dünyaya, yani doğaya bakışımızın kendisi de kültüreldir. Elbette insan, doğanın bir parçasıdır ve onu yaratan doğadır. Ama insan dışındaki doğada bir bilinç olduğunu söyleyemiyoruz. Çünkü öyle bir sav, felsefi bir temellendirmeden yoksun kalacaktır. Doğada olmayan bilinç, ilk kez insanda ortaya çıkmış, böylece insan, bir parçası olduğu doğaya yabancılaşmıştır. Öte yandan bilinç ya da akıl, insanın doğasmdandır. Buna göre, insan doğasıyla genel doğa arasında bir çelişme, bir yabancılaşma, insanın kendi doğası gereği kaçınılmazdır. İnsanın ortaya çıkışıyla canlıların yeryüzünden silinişinin yüz bin katı bir artışa dek varmış olması da söz konusu çelişkinin açık bir göstergesidir. Ama bu aynı çelişki sayesinde insan, kültürü oluşturmuştur. Doğada olmayan, insanın kendisinin ortaya koyduğu ve kendi oluşumuna kattığı tüm basanlar, "kültür" ana başlığı altında toplanır. İnsan, kültürün yalnızca var edicisi değil, aynı zamanda, kendi varlıksal koşulu anlamında taşıyıcısıdır da. Kültürleşme, insanlaşma sürecini gösterir. Tarih böyle başlar. Ama zaten doğaya karşıt olarak yaratılan kültür, gelişmesinin bir evresinde, yalnızca insanın dışsal doğaya değil, aynı zamanda kendi doğasına da yabancılaşmasına yol açtı.
Bu sonuncu yabancılaşma, yani tinsel-kültürel kirlenme iki biçimde görünür. Birincisi, tarihin, kültürün yükü altında ezilen, yaşama güdüsünü yitirmiş, miskinleşmiş, Nietzsche'nin sözünü ettiği, gün boyu "ölümü anımsa" ("memento mori") diyerek keşiş yaşamı sürdüren insanın durumu. Burada ruh, bedenden sanki ayrılarak ruh-beden bütünlüğü ruh lehine bozulur. Ama doğrusu bu durumun, kapitalist ekonomide meta haline gelmiş, şeyleşmiş, salt bedensel varlığa indirgenmiş, zaten öteden beri alınıp satılan bedenin yalnız kendisi değil, aynı zamanda görüntüsü de medyada satılığa çıkarılmış olan ikinci tarz kültürel kirlenmenin yanında artık bugün sözü edilmez olmuştur. Yatırım nesnesi olarak görülen insan bedeni, iyi bir kazanç aracıdır. Bu şeyleşme durumunda, ruh-beden bütünlüğü bu kez beden lehine bozulmuştur. İnsan bedeni, tıpkı bir cisim gibi bilgi nesnesi olduğunda, bilmek bölmektir uyarınca beden de parçalanır. Bedenin bölümlerinden, "sarkık kalçalar", "düşük göğüsler", "inatçı yağlar" gibi deyişlerle üçüncü kişi olarak söz edilir, sanki ayn birer varhklarmış gibi görülür. Bütün olarak da "bedenin kullanıldığı" söylenir, tıpkı örneğin kerpeten kullanmak der gibi. Şeyleşme, cisimleşme, yalnızca tek tek insanlar için değil, toplum ve uygarlık için de geçerlidir. Günümüzde cisimleşen uygarlık, tıpkı cisim gibi, kişi başına tüketilen elektrik, kâğıt gibi miktartarla ölçülüyor. Oysa uygarlık kavramı, yalnızca bilimsel-teknolojik ilerlemeyi, refah düzeyinin yükselmesini değil, aynı zamanda, bundan daha çok, insani, etik değerleri içerir. Bunlar da metrik değildir. Uygarlığın bu ilkelleşmesinin temeli, modern doğabilim anlayışında, doğabilimsel-doğalcı (naturalist) bakış açısında bulunur. Ancak bilimin kendisiyle bilim anlayışını birbirinden ayırmak gerektiğini burada vurgulamak istiyoruz.
Sorunumuz açısından daha da önemlisi, bilim ile bilim anlayışından doğan bilimsel dünyagörüşü arasındaki ayrımdır. Buna karşın, uygarlığın, kültürün şeyleşmesinin ilk kaynağı olarak bilim ve teknolojiyi gösterirken bile, Horkheimer ile Adorno'nun, "tekniğin toplum üzerinde otorite kazanmasını sağlayan zeminin, ekonomik yönden en güçlülerin toplum üzerindeki iktidarı olduğu" uyarısına da kulak verilmelidir.
Bilimin ve tekniğin kendiliğinden dünyayı bu hale getirdiği mistifikasyonuna kapılıp, "kahrolsun bilim!" savsözüyle sokaklara dökülmenin bir anlamı yoktur. Her ne kadar bilim anlayışı ve bilimsel dünyagörüşü, son dayanak noktasını bilimin kendisinde buluyor olsa da aralarında zorunlu bir bağ var değildir.
Bu uyarıyı daima göz önünde bulundurarak, biz yine bilim bağlamına dönelim. Burada birbiriyle ilişkili üç kavram yar: Birincisi, kurucusunun Galileo olduğu genellikle kabul edilen modern doğabilim, yani fizik; ikincisi Descartes'm temellendirdiği bilgi ve bilim anlayışı, yani modern fiziğin bilgibilimi (epistemoloji), üçüncüsü, bu ikisine ve akla dayandığını öne süren, başlıca olarak Aydınlanma ile geniş kitlelere yayılan doğabilimsel dünyagörüşü. Bilimin kendisi hakkında söyleyeceklerimizin bilgibilim çerçevesinde kalacağı açıktır. Bu nedenle çözümlememize, bilgibilimden, başka bir deyişle, Descartes'tan başlayalım.
Descartes, cismi "yer kaplayan" diye tanımlamakla cismin bilgisini bu yerin ölçülmesi olarak anlamıştı. O, cebin, sözlük anlamı, yeryüzünün ölçülmesi demek olan "geometri"ye uygulayarak kurmuş olduğu analitik geometri yöntemiyle cismin bilgisini, yani onun kapladığı yerin ölçümünü matematik bağıntılarda bulmuştu. Cisimsel doğa, salt matematiğin konusudur. Matematiksel bağıntının, daha doğrusu genel bağıntıların, orantıların bilimi, Descartes için zaten matesis universalis demekti. Ama bu evrensel matematik, salt bir nicelikler bilimi değil, fakat aynı zaman bir bilgi öğretişidir, matematiksel yöntemin evrenin bilgisinde kullanımıdır. Üstelik onun dünya resmi de mekanist bir tabloyu ortaya koyurdu Descartes'in hem fizik, hem metafizik kuramının özne (ben) merkezli olması, ben ile ben-olmayan (cisim, doğa) ayrımının tözsel bir ayrım olarak ortaya konması, öznenin kendisinden tümüyle başka bir töz olan doğaya yabancılaşması sonucunu doğurdu. Bu sonuç da bu "yabancının" (doğanın) istenildiğince bölünebilmesinin meşruluğunu, en yüksek yetke (otorite) olan bilimden kaynaklanan bir hak olarak özneye vermiş oldu. Bu, Descartes'ın metafizik kuramının değil ama biigikurammın bir sonucuydu. Yeryüzü, böyece ölçülüp biçilmekle bölünüp parçalanmaya hazır hale getirildi. Parçalanma, hemen arkadan gelen sanayi devrimi ile gerçekleştirildi. Sonunda 19. yüzyılda siyasal erki de ele geçiren kapitalizmle bugünlere varıldı.
Bölücü, ayırıcı, çözümleyici bu doğabilim, 20. yüzyıla gelindiğinde iyiden iyiye matematikleşerek, vaktiyle mekanistik de olsa sahip olduğu doğa resmini büsbütün yitirdi. Doğabilimde artık doğa yoktur. Heisenberg, "Bugünkü Fiziğin Doğa-Resmi" adlı kitabında şöyle der: "Doğabüimin araştırma nesnesi olarak 'doğa' sözcüğünün anlamı, böylece giderek değişti; o, tüm o deney alanları için bir topluluk adı oldu, [...]. Doğayı-'betimleme' sözü de doğanın olabildiğince canlı, apaçık bir resmini vermesi gereken tasvir olarak, kendi ilk anlamını gitgide yitirdi; daha çok, arttıkça artan ölçüde doğanın matematiksel tanımı anlamına geldi." Hiçbir doğa resmi vermeyen bir doğabilimden de artık bir doğa görüşü çıkarılamaz. Doğa görüşü olmayan bir dünyagörüşünün de sözü edilmez. Sözün kısası, 17. yüzyılda mekanistik de olsa doğabilime dayanan bir dünya resmi, 20. yüz yılda büsbütün yitirilmiş oldu.
Öte yandan, dünya veya doğa resmi anlamında değil de belli bir doğa kavrayışı anlamında, doğabilime dayanan bilimsel bir dünyagörüşü için doğa yasalarının varlığından söz edilebilmelidir. Oysa bugün artık bilimsel terimbilimde (terminoloji) "doğa yasaları" yerine, "bilim yasaları" geçmektedir. "Doğa yasalarının" var olduğunu söyleyebilmek için birbirinden ayrı doğa olayları arasında zorunlu bağıntının var olduğu kanıtlanmahdır. Oysa "zorunlu bağıntı" kavramı, mantıksal bir kavramdır, fiziksel (bilimsel), yani varlıksal (ontik) bir kavram değil. Bu bağlamda, Wittgenstein'in andığı Hertz'in deyişiyle, yalnızca yasalı bağıntıların düşünülebilir olduğu söylenebilir. Wittgenstein'nın kendisi daha da fazlasını öne sürer: "Bütün çağdaş dünya görüşünün temelinde, sözümona doğa yasalarının, doğadaki görünüşlerin açıklamaları olduğu yanılgısı yatar. Böylece, doğa yasalarının karşısında, sorgu-sual edilemez birşeymişcesine kalakalırlar, tıpkı eskilerin Tanrı ve Kader karşısında yaptıkları gibi."
Doğabilime dayanan bir dünya görüşü olamayacağı savma diğer iyi bir kanıt olarak Max Planck'ın bir sözünü de burada anmak isteriz: "Gerçek dış dünyanın bilgisi, fizikçi için ideal erektir; ama onun biricik araştırma araçları, ölçümleri, asla ona gerçek dünya üstüne bir şeyi söylemezler; fakat onlar onun için daima yalnızca daha çok veya daha az kesin olmayan belli bir mesajdır."
Demek ki, doğabilim, ne hiçbir doğa resmi ortaya koymamakla ne de yalnızca kendileri de birer yorum olan kesin olmayan mesajlar vermekle bilimsel bir dünyagörüşüne temel olabilir. Zaten yorum olan bu mesajların yorumu, yani yorumun yorumu artık bilimsellik savını taşıyamaz. Öyleyse dünyagöriişünü böyle bir savın öne sürülmediği başka bir yerde, ama bize en azından bir doğa resmi verecek, hem doğaya hem bilime etik bir tavır almamızı sağlayacak, böylece bugün yaşamakta olduğumuz fiziksel ve kültürel kirlenmeden bizi olabildiğince arındıracak başka bir bakışta aramalıyız. Bunun nasıl bir bakış olduğu sorusunun yanıtını biraz erteleyerek kültürel kirlenmenin doğabilime dayanan doğalcılıktan (natüralizm) başka başlıca bir kaynağı olarak tarihselciliği (historizm/ historisizm) ele almak istiyoruz. Ama daha da önce burada kısa bir ayraç açmamıza izin verilsin. İlk kaynakları Sokrates öncesi felsefede bulunan, modem felsefede Hobbes tarafından sistemleştirilen doğalcılığı, 19. yüzyılda deneysel doğa bilimlerinin gelişmesiyle ortaya çıkan, kültür bilimlerince de taklit edilen doğalcılıktan ayırıyoruz. Bu ayrımı belirtmek için ona "doğa- bilime dayanan doğalcılık" dedik. Bundan sonra yalnızca doğalcılık diyeceğiz. Birincisi, daha çoğu, doğanın metafizik bir anlayışı idi ve sorunumuz açısından bizi burada asıl ilgilendiren ikincisinin kaynağı da değildi. Bu kaynak, modem doğabilimin kendisidir. Bu nedenle biz, çözümlememize Hobbes'tan değil, Descartes'tan başlamıştık.