İNSANIN DÜNYADAKİ YERİNİN YENİDEN SORGULANMASI ÜSTÜNE - 3

Birçok doğabilimsel araştırmalar yapmış, yazılarında felsefi kavranılan sık sık kullanmış olmakla birlikte Goethe, kendisinde "asıl anlamda felsefe için hiçbir organı" olmadığım söyler. O, bu organı kendi doğa görüşü tarzında bir doğa felsefesi sistemini ortaya koyan, "zamanın biricik filozofu" dediği Schelling'de bulur. Doğa felsefesini, doğaya çıplak gözle, ama kuşatıcı bir bakışla "spekülatif fizik" olarak anlayan Schelling, onu deneysel (empirik) fiziğin karşısına, bunun nazari (spekülatif) bir temeli olarak koyar. Schelling'e göre, deneysel fizik, yalnızca, doğadaki hareketleri mekanik-matematik olarak betimlemekle yetinir. Bundan ötürü o, yalnızca "natura naturata" (yaratılmış doğa) ile ilgilenir. Oysa yaratılmış doğanın bilgisi olarak deneysel fizikten önce, bu fiziğin olanağını bize kazandıran, doğayı "yaratıcı doğa" (natura naturans) olarak algılayan, doğaya bakan "nazari" fiziğe gerek vardır. Nazari fizik, yöntem bakımından da deneysel fizikten ayrılır. İkincisinin betimleyici olmasına karşın, birincisi kurucu-yapıcı (konstrüktif)'dır. Schelling, spekülatif fiziği, deneysel fiziğin temeline koymakla kalmaz, onu gerçek bilim olarak, doğal veya düzenlenmiş durumlara bağlı olayların anlatılarının toplamından başka bir şey olmayan olmayan empirik fiziğin yerine koymak ister.

Goethe'nin bize esin veren estetik doğa tasarımı bir yana, Schelling'in spekülatif doğa görüşünde dile gelen doğa anlayışı, bizim için yeni bir tarzda ele alınmaya muhtaçtır. Biz, ne Schelling gibi ne de örneğin Husserl gibi tek tek deneysel doğa bilimlerine bilgibilimsel bir temel arama veya onların yerine yeni bir başkasını koyma isteğinde değiliz. Ama ister doğa, ister kültür bilimleri olsun tüm bilimi insan, doğa ve dünya görüşü için etik bir temelde kullanılabilir olarak kavrama çabasmdayız. Çünkü bilim de sonuç olarak yaşam için bir araçtır, üstelik tek değil. Bu nedenle bilimi yaşamın efendisi olarak değil, tersine hizmetinde görmeliyiz.

Bilim yaşam için biricik araç diye alındığında, artık araç olmaktan çıkıp yaşamın efendisi olma konumuna geliyor. Bilimsel amaçlar, yaşam için araç olmalıdır. Felsefenin vaktiyle ilahiyatın hizmetinde bir ancilla theologiae (ilahiyatın uşağı) olması gibi, şimdi de bir ancilla scientiae (bilimin uşağı) olmasına izin verilmemelidir. Bilimin uşağı olan felsefe, onun olmazsa olmaz koşulu, sophia'yı, bilgeliği sevmeyi, istemeyi yitirir.

İnsanın sahip olduğu fiziksel güç, zihinsel ve duyusal yetileriyle, tutum ve davranışları arasında kendiliğinden bir uyum yoktur. İnsanın böyle bir uyumu gerçekleştirmesi, ahlaksal değerin ve temelini yine ahlâkta bulan hukuksal normalann varlığını gerektirir. Söz konusu uyum, insanın her türlü basanları, doğallıkla bilimsel etkinlikleri için de geçerli olmakla ancak gerçekleştirilebilirdir. Bilimin etik temele sahip olması gerekliliği burada ortaya çıkar. Bu da bilimin yaşamın hizmetinde kullanılması ve yaşama göre yargılanması anlamına gelir. Demek ki, öncelikle bir yaşam görüşümüz olacak ki bilimi ona göre değerlendirebilelim. Yaşam görüşünün de doğa görüşünden ayrı tutulamayacağı kendiliğinden anlaşılırdır.Doğa kavrayışı, doğayı görme temeline dayanmalıdır. Böyle bir dayanaktan yoksun bir doğa kavrayışının, bizi bir doğa körlüğüne götürdüğü, yukarıda kanıtlanmıştı. O halde biz doğayı nasıl görürüz? Örneğin ben karşımdaki ağaca baktığımda, onu bana çözümsel bilimin söylediği gibi bir elektrik yükü, kümesi olarak mı görürüm? -Kuşkusuz hayır. Tek tek doğa nesneleri gibi, bütünsel olarak da doğayı ben çıplak gözle görür ve böylece bir doğa tasarımı elde ederim. Fakat benim çıplak gözüm, dilimin ve kültürümün oluşturduğu bir gözdür. İnsan hangi dil-kültürden doğaya bakıyorsa, doğayı o gözle görür. Hatta dilin yalnızca doğaya bakışı değil, doğrudan doğruya doğabilimin kendisini, yani fiziği de belirlediği söyleniyor. Örneğin, Benjamin Lee Whorf'a göre, doğal dilin kullanıcıları, kendi dillerinin kendilerine sunduğu karakteristik çizgilerle doğaya bakar ve onu öylece bölümler, örgütler, yani bilir. Farklı yapılı dillerdeki aynı dünya-doğa betimlemeleri, birindeki rasyonelleştirme sisteminin tümüyle benimsenerek diğerine aktarılmasıdır; yoksa bu, ikincilerin birincilerle birlikte "kendi anadillerinin özgün bakış açısından bu sistemi oluşturduklarını göstermez."

Türkçe'nin özgün bakış açısına göre bir doğabilimin oluşturulup oluşturulamayacağı tartışmasını biz Türk fizikçilerine bırakalım. Bizi burada doğabilimin kendisi değil, doğa görüşü ilgilendiriyor. Ben, Türkçe'den, Türk kültüründen doğaya ve dünyaya bakıyorum. Bu nedenle şimdi de dünyadaki yerimizi yeniden sorgulamak adına, Türkçe'nin bir felsefecisi olarak, Türkçe bakışın ve buna uygun bir doğa resminin nasıl olacağına ilişkin birkaç tutamak noktası vermek istiyoruz.Türkçe, hep söylendiği gibi somut bir dildir. Bu somutluk, kimilerinin sandığı gibi soyut kavramlar için bir eksiklik değildir. Çünkü soyut kavramlar, somut algılardan, görülerden elde edilir. Onların algısal olana geri götürülemeyenleri, içi boş birer kavram olarak hiçbir işe yaramaz. Kant'ın ünlü sözüyle söylersek, "içeriksiz düşünceler boştur." Her dilde doğal veya yansıma seslerden oluşan sözcükler bulunur. Bunlarda bile diller arasında benzerlikler olmakla birlikte önemli ayrımlar vardır. Örneğin Alman kulağı, kedinin miyavlamasını "miau", tavuğun gıdaklamasını "gackern" (gakern), köpeğin hırlamasını "knurren", çınlamayı, "klingen", hıçkırmayı "schluchzen" (şluhçen) diye işitmiştir. Ses aynı ses, ama kulak farklıdır. Türkçede doğal ve yansımalı seslere dayanan bu tür sözcüklerin çok sayıda olması bir yana, Türkçe bu yansımalarda ses ile anlam arasında bir benzerlik kurar. Üstelik bu benzerlik açıkça deyimlenir. Örneğin, "Davul dengi dengine diye çalar." atasözünde, denk olma ile davulun çıkardığı "deng... dong..." sesi arasında kurulan özdeşlik dile gelir. İşitme duyusuna dayanan bu tür sözcüklerin yanında görme ve dokunma duyularını da Türkçe sıkça kullanır. Örneğin, "değer", "değin", "değirmek", "değirmen", "değişmek", "değnek" gibi kimi somut, kimi soyut anlamlı sözcükler dokunma duyusuna dayanan "değmek"ten, gelirken, "kızmak, kızıl, kızamık" arasındaki, "ak" ile "aklamak", göğe "ağmak" ile "ağaç" arasındaki bağıntılar da görsel kaynaklıdır. Bu sonuncusu "ağıt" sözcüğünde yine göğe yükselen ses olarak algılanır. Doğrudan doğruya doğal veya yansıma sesler olan sözcükler yanında, "çağ" sesinden "çağırmak", "çağlayan"; "çak" sesinden "çakmak", "çakır"; "kür" sesinden "küremek"; "küt" sesinden "küt", "kütük"; "uuuğ" sesinden "ulu" gibi, seslerden meydana gelen çok sayıda sözcüğümüz de vardır. Kulağın işittiği, gözün gördüğü, elin veya bedenin herhangi bir yanmın değdiği, dokunduğu nesneleri Türkçe, bu yollarla adlandırırken, şeyin dilini konuşur. Verdiğimiz ve sayısmı daha da artırabileceğimiz örneklerde görüldüğü gibi hem ses ile anlam ilişkisi, hem de "bağır/ bağırmak, "baş/ başlamak", "karın/ kar(ın)daş", "yol/ yoldaş" gibi yine pek çok örnekte bulunan adlandırma, dolayısıyla anlamlandırma ile adlandırılan nesne arasındaki bağıntı, Türkçenin şeyin dili olduğu yönünde bir diğer tanıklıktır. Buradaki bağıntı, yansıma sözcüklerdekinden ayrıdır. Örneğin bedenin başı ile başlamak eylemi arasındaki bağıntı, ne doğal veya yansıma sesler olan sözcüklerde ne de bu seslerden meydana gelen sözcüklerde olduğu gibi değildir.

Dahası da var: Tek tek sözcüklere ilişkin bu durumların bir benzerini bu kez bütün olarak cümlede, cümle kurmada görürüz. Başka bir yerde kanıtlamış olduğumuz Türkçe'nin yetkin sözdiziminden ötürü, olayların betimlemesini yapan bir cümle, bunu olayların zamansal oluş sırasına göre verebiliyor. Örneğin, "Dün akşam üstü/ iş dönüşü/ balık pazarından/ balık aldım." cümlesinde betimlemeler, tamı tamına zaman sırasına uyar. Demek ki Türkçe, hem tek tek sözcüklerde, hem de cümlede dile getirdiği nesne ve olayları, onlara bu denli uyumla yansıtmakla, konuşurken Türkçe'nin bize yaptırdığı kendiliğinden varlıkbilim, doğa felsefesi ya da konumuz neyse onun felsefesi, en sağlam temeli buluyor. Zaten Wittgenstein'in da haklı olarak belirttiği gibi, nesneleri bölümlemek, sınıflamak, dilin doğasında olan bir şey olarak bize dille verilmiştir. "Bu, bütün düşünmemizin üzerlerinde seyrettiği sağlam raylardır." Sözcükleri alışkanlıkla mekanik olarak ard arda getirmek anlamında değil, fakat gerçekten onların anlamının ayırdında olarak, aralarında mantıksal bağıntılar kurarak konuşmak, yani düşünmek felsefe yapmaktan başka bir şey değildir. Schleiermacher söylüyor: "Yunanca'da en güzel çağda dialesthai, konuşmayı sürdürmek ve felsefe yapmak demekti." ' Aynı nedenle o, sözlerini şöyle sürdürür: "O halde felsefe de ulusal bir felsefe olmak zorundadır ve genel geçer bir felsefe ortaya koymak yanlıştır. (...) Biz, Yunan politikasının bir öğesini olduğu gibi, onun felsefesinin bir öğesini de o denli az tamlıkla yeniden geri getirebiliriz."

Deminden beri öne sürdüğümüz kanıtların ışığında, Türkçe'nin şeyin dili olmada gösterdiği olanağın, bu dili kullanan felsefecilere ne denli büyük bir avantaj sağladığını unutup, "Türkçeyle felsefe yapılmaz." diyenlerin sözünde bir parça doğruluk varsa o da şudur: Onlar, şöyle ya da böyle bildikleri bir batı dilinde nasıl felsefe yapılıyorsa, Türkçede de öyle yapmak sevdasındalar. O zaman elbette Türkçe'de felsefe yapılmaz. Türkçe'nin felsefesi Türkçe'de olur. Bunun için de dünyaya, varlığa Türkçe'den bakmalıdır, İngilizce'den ya da bir başka dilden değil. Ancak biz, felsefe yapılan bu dillere, hatta daha başka dillere de bakmayı önemsemiyor değiliz. Tersine yabancı dillerin bakış açısını görmek, hem kendi dilimizin bakış açısını aynmlamakta bize yardım eder, hem de bu dillerde ortaya konan başarılan, oradan devşirip kendi dilimize, onun yapısına uygun biçimde katmaya yarar. Doğanın sesini ona bu denli uyumlu veren bir dili kullanan insanlar, kendilerini de adlandırırken aynı tutumu sergiliyor. Türk Telekom kayıtlarında yapılan bir araştırmaya göre, soyadların çoğunun kaynağı, hayvan ve bitkilerden maden cinslerine dek çeşitlenen doğa nesneleridir. Aynı eğilimin "kiraz", "menekşe", "çiğdem", "sümbül", "sülün", "doğan", "kuzgun", "kaya" gibi çok sayıda öz adlarında da görüldüğünü biliyoruz. Adı doğadan, soyadı doğadan olan bu insanların doğaya sırt çevirecekleri, üstüne üstlük doğayı tahrip edecekleri onlardan beklenemezdi, eğer onlar vahşi kapitalizmin kazanç hırsının kucağına düşürülmeselerdi. Bu dili konuşan insanların, doğada ve dünyadaki yerlerini kendi doğalarına ve genel doğaya uygun tarzda belirlemelerini onlara kendi dilleri gösteriyor. Onların doğayı tahrip etmesi, her şeyden önce kendi dillerine, bu dille özdeşleşen kendi öz varlıklarına ihanet etmeleri demek olur.

Hem yaşayışımızda, hem felsefemizde dilimizin buyruğuna uymak, dünyadaki yerimizi buna göre belirlemek, hepimizin ödevi olmalıdır. Türkçe'nin felsefecileri, onun öz niteliklerine uygun felsefelerini, hem bu dili kullananların hizmetine sunmalı, hem de olabildiğince başka dil- kültürlere aktarmaya çalışmalıdır. Elbette o dil-kültürlerin kendilerinde Türkçe'deki kadar olmasa da belli ölçülerde benzeri tarzda özellikler vardır. Bunlara Türkçenin kılavuzluğunda katkılarda bulunmakla tüm dünyanın yeniden yaşanabilir hale getirilmesine de hizmet edilmiş olunur. Dünya, doğa hepimizindir ve doğada sınır yoktur.
1 | 2 | 3

1 Yorum

Adsız
23 Ocak 2009 17:56  

MESELA BİLİRKİŞİ DİYE BİR KELİME VAR DİLİMİZDE BİLMEKTEN GENİŞ ZAMANDA ÇEKİMLENMİŞ BİLİR VE O ÖZ KARAKTER ANLAMINDA KİŞİ KELİMESİ MUHTEŞEM BİR İMGELEME YAPIYOR AKLIMIZDA.DİLİMİZİN FELSEFEYE YATKIN OLMAMASI GÖRÜŞÜNE ASLA KATILMIYORUM DEĞERLİ HOCAMA SONSUZ ŞEKİLDE KATILIYORUM.AYRICA ÇOK BİLGİLENDİRİCİ BİR MAKALE HİÇ AKLIMA GELMEZDİ DOĞRUSU TELEKOMUN İSİM ARAŞTIRMASI SONUCU DOĞA İSİMLERİNİN BİZDE ÇOK KULLANILDIĞI..

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP