İDEOLOJİLERİN OLUŞMASINDA EĞİTİMİN ROLÜ - 1
|
Necmettin TOZLU
-İDEOLOJİK EĞİTİMDE İNSAN TABİATI-
Tebliğde esas üzerinde durulan, irdelenen mesele insan kişiliğinin çarpıtılmasıdır. Bu işlemde ideoloji-eğitim, devlet, aydın ve toplumun rolü birbirine bağlı olarak tahlil edilmektedir.
1-Eğitim ve Kişilik
Eğitimin farklı tanımlan yapılır. Bunlar tartışılmaktadır. Ancak, eğitimle bilgi, iletişim, kültürel geçişin sağlandığı açıktır. Aslında eğitimle yapılması gereken, insanın kendisini bilmesi, tanıması ve çevresini, tabiatını anlamlandirmasidir.
İnsan, içi büyüdükçe var olur. Tüm etkilenimleri bir terkibe ulaştırabildikçe kendisi olur. Düşüncede derinleştikçe, bunu herhangi bir baskıya maruz kalmadan kullandıkça varolanı anlamlandırır ve etrafım tanır. Sürüklenen değil, etkileyen olur.
İnsanın bir dünya görüşü kazarunası da genellikle eğitimle sağlanır. Bir dünya görüşü felsefi ve dini temelli olabilir. Böyle bir görüş, önemli bir bilinç edinmeyi, seçimi, yorumu, anlamlandıncı bir bakışı içerir. İnsanı boşluktan ve sürekli şüphede kalmaktan korur.
Kişilik, içten yapılma, dünya görüşüne sahip olma, düşünce gücüne erişme, etkin olma, kendisi olan bir fert olmadır. Bütün bunlar insan tabiatının bozulmadan, çarpıtılmadan geliştirilmesiyle kazanılır. Ve doğru bir eğitimle.
2-Düşünce ve İfade Hürriyeti
Platon, "İnsan tabiatı en gizemli olan şeylerden daha gizemlidir" der. Bütünüyle bu tabiatın ortaya konulması mümkün değildir. Bu, her devirde farklı yazar ve duşünürlerce farklı görülmüş ve değişik bakış açılarıyla ifadelendirilmiştir. Ne var ki, insan olmanın, kişilik kazanmanın olmazsa olmazları, vazgeçilmezleri de yok değildir.
Bunların başında düşünme ve bunu ifade etme hürriyeti gelir. İnsan gerçekte kendisini böyle hissediyorsa insandır. Kuşatılmış olarak algılıyorsa tedirgindir. Bir nesne durumuna düşürülmüştür ve bağımlıdır. Onuru yaralanmıştır. Edilgendir. Varlığı kendisinden çalınmıştır.
Diğer taraftan insan düşündüğünü, inandığını, seçtiğini ifade etmek ihtiyacındadır. Kendisini ifade etme ihtiyacı temel bir insani ihtiyaçtır. Aynı zamanda bu bir zorunluluktur. Kökleri içtimaî ve ferdîdir. İnsan sevgisini, nefretini, kendisini, sımnı hülasa duygularını başkalarıyla paylaşmak ister. İfade etmek ister. Bunun hem cemiyetle, ortamla, sistemle hem de fertle, eğitimle sıkı bir ilişkisi vardır. Ortamlar müsait değilse kendimizi ifade edemeyiz. İfade hürriyetimiz bunlara bağlıdır.
İnsan kendisini ifadeden mahrumsa çarpıtılmış, engellenmiş, bozulmuş demektir. Böyle durumlarda farklı ifade yollan benimsenir ya da içine kapanır. Her iki halde de insan tabiatına dönük güçlü bir tehditle karşı karşıyadır.
Bilindiği gibi, kişilik gelişimini engelleyen oluşumlar bunlardan ibaret değildir. Cezaî yaptırımlar hür düşüncenin önünde her zaman varolagelen engellerdendir. Bunların dışında Russell iki önemli bariyerden bahseder: Ona göre bunlar ekonomik cezalar ve kanıtların çarpitılmasıdır. Öyleyse hür düşünceyi, yahut düşünce hürriyetini tanımlamamız gerekir: Düşünce hürriyeti, herhangi bir fikri, düşünceyi, inancı seçme, benimseme ve bunu dillendirmedir. Bunun yanında bazı fikir, düşünce ve inançları da savunma, benimseme ve onlara karşı olmadır. Bunları ifade etmedir. İşte bütün bunlar herhangi bir ülkede bazı yaptırımlara yol açıyorsa, orada düşünce özgür değildir (B. Russell, Sorgulayan Denemeler, Çev.: N. Aşık, Ank., Eylül 1995, ss. 164-165).
Bütün bunların karşısında insan benimsediği herhangi bir fikri, düşünceyi eyleme dönüştürdüğünde ekonomik ablukaya alınıp, işini kaybediyorsa, böyle ortamlarda da düşünce ve ifade hürriyeti yoktur. Hâttâ bir tartışmada, taraflardan birisi bastırılıp, tezini bile güçlükle ortaya koymasına karşılık, diğerinin argümanları sürekli cazip gösteriliyorsa bu gibi durumlarda da düşünceye özgürlük kapalıdır (Russell, age. s. 166).
Böyle durumlarda bilimsel anlayışla değil, kurgulanmış, yapma bir zihniyetle, peşin hükümlere dayalı bir sistemle, bunları besleyen gerçek diye ortaya dikilen ideolojiyi aktaran bir eğitimle karşı karşıyayız.
3-İdeoIojik Eğitim
Bir eğitim felsefecisi ideolojiyi; kişinin kendisi veya başkasına karşı bilinçli ve bilinçsiz bir hilesi olarak tanımlıyor. Burada ideoloji, güçlü bir çarpıtıcıdır. Şekillendiricidir. İçeriği inanca ve değere dönüştürülmüş bir eylemin ateşleyicisidir. Besleyicisidir. Burada inanç ve değer, empoze eden, belirli bir gücün isteği doğrultusunda oluşturulan bir inancı ve değeri ifade eder. Eğitim, bunlarla yüklenir ve insanı bu içerik doğrultusunda kurmada kullanılır.
Bugün böyle bir oluşumla içiçeyiz. Tek kutuplu gücün ağırlığını koyduğu bir dünyada yaşıyoruz. Bu oluşumun bir hikayesi, geçmişi var. Buna kısaca değinmek gerekir. Dünya iki büyük savaş geçirdi, savaşların temel sebepleri çoğunlukla sahip olma, paylaşma güdüsüne dayanır. Ancak başka maskelerle sahnelenir.
I. Dünya savaşı böylece bir milliyetlerarası savaş olarak vuku bulur. II. Dünya savaşı ise doktriner bir savaş olarak gözükür. Faşizm ve nazizm (nasyonalizm ve sosyalizm ideolojilerinin en uç oluşumları) ile komünizim arasında cereyan eden bir savaş. Böyle bir ortamda Amerika demokrasi adına sahneye girer ve komünizmin tarafını tutar. Amerika bu savaşta kendine daha yakın gibi görünen tarafı çökertir. Böylece demokrasi, kapitalist dünyanın tek ideolojisi olur. Bu olgu demokrasinin zaferi olarak görülür. Dolayısıyla demokrasi bir ideolojiden öte, bir hayat tarzı, bir medeniyet gibi empoze edilir (S. Karakoç, Fizikötesi Açısından Ufuklar ve Daha Ötesi II, İst., 1995, ss.132-135).
Bundan sonra iki kutuplu dünyanın ideolojileri demokrasi ve komünizm olarak belirir, bu yapılanmayla üçüncü dünya ülkeleri taraf oldukları kutubun ideolojisini kabule zorlanırlar. Bu zorlama, cephelere dahil ülkelerde önemli değer çatışmalarına, kargaşa ve uyumsuzluklara yol açar. Ayrıca bu ülkelerde çoğu orijinal düşünce, oluşum ve filizlenmelerin de önü tıkanır. Resmileşen ideolojiler devlet güçleriyle mevzilenir, toplumsal yapıyı ve insanı yeniden yapmaya koyulurlar. Bunun ciddi bir neticesi olarak farklı görüş, düşünce ve inançlar saplan, zararlı ve yasak ilan edilirler. Ancak ideoloji-eğitim ilişkisinin tarihi daha eskilere gider. Kilise devlet mücadelesinde modern devlet büyük ölçüde eğitime, okullara el atar. Burada asıl amaç, devletin kendisini üretecek, davam ettirecek yeni insanı var etmektir.
Bu olgu iki yönlü işler. İlk elden devlet kurumlarında görev alacak fertlerin istenilen yönde şekillenmeleri bir bedel karşılığıdır. Bu bedel ferdin kendisi olarak kalması yerine, istenilen şekli alması, dolayısıyla kendisi olarak kalmaması, kendisi olarak varolmamasıdır. Çevrime, yeniden yapılanmaya uğratılmasıdır. Bu, hem devleti güçlendirir, egemenlik sahasını genişletir, hem de eğitimi bir ideoloji, güçlü bir ideoloji aracı olarak kullanmayı getirir. Böylece insan eğitimle oluşturulur, yeniden kurulur; daha doğrusu gücün, ideolojinin doğrultusunda şekillendirilir. Bu eğitimin fikriyatı, örgüsü ve içeriği söz konusu ideolojisiyle doldurulur.
İnsan bu yola bir yandan kurulur, fikren işlenip yönlendirilirken, diğer yandan da yetenekleri doğrultusunda yetkinleştirilir. Bu farklılaşma da eğitimin işidir. Bu yüzden Condillac (1715-1778), Helvetius (1715-1771) gibi Fransız materyalistleri ahlaksızlığı insanî bir vasıf, yani insan tabiatından gelen bir husus olarak görmezler. Eğitim, dolayısıyla sistem meselesi olarak görürler. Sistem düzeltilip değiştirilirse, bu kötülüklerin yok edileceğini ifade ederler. Bu görüşler ideologlara ilham verir. Durum böyleyse, fikir-terin kaynağı insanın iç dünyası, yahut ruhu değildir. Dış dünyanın şartlandır. Eğitimdir. Eğitimle kazanılan dünya görüşleridir. Öyleyse insanlara doğru düşünceler, fikirler kazandırılmalıdır. Doğru bir eğitim verilmelidir. Bunlar yapılabilirse yanlış algılamalar ve bakışlar düzeltilmiş olacaktır. İşte ideologlar tam da bu noktadan harekete geçerler. İlk görev doğru bir ideoloji kurmaktır. Arkasından bunun kabulü, teslimi, benimsetme dönemi gelir. Bir kere doğru-gerçek olarak ideoloji kabul edilince, bunun benimsetilmesi bir hak, ondan da öte bir görev olarak düşünülür. Ve bütün yollar, yöntemler bu yolda meşru sayılır.
Böylece eğitim bir ideoloji yapma aracı olarak, güçlü bir araç olarak yerini alır. Baştan beri sık sık vurgulandığı üzere, ideolojik eğitim bir inşa, zihni bir yapma olarak düşünülür. Önce bir dünya tasviri yapılır. Sanal bir dünyadır bu. Sonra bu dünyanın önermeleri kurulur. Ve insan, giderek toplum, millet bu zihinsel haritaya göre oluşturulur. Nitekim A. Deleyre'in Kovansiyonda yaptığı konuşmasında söz konusu ettiği şey, yasa için ulus yapmaktır. (K. Bumin, Batı da Devlet ve Çocuk, İst., 1983, s.56).
Böyle bir dünyada gerçek söze, kavramlara, kurama indirgenmiştir. Hayat, onun gerçekleri gözardı edilmiştir. Neticede böyle bir dünya siyah ve beyazdan ibaret bir dünyadır. Çünkü bütün ideolojiler, hakikat açısından tekelcidirler. Kendilerini gerçek, karşı olanı gerçek dışı olarak görürler. Dahası burada "Biz" ve "Ötekiler" mantığı geçerlidir. "Biz"ler için herşey mubah, "Ötekiler"in hayatları bile iğreltidir. Bağışlanmıştır. Çünkü böyle bir anlayış ve tasnifte "Ötekiler" karşı olmanın ötesinde düşman, hain olarak tarif edilirler.
3.1. Devlet-Eğitim
Bu gibi durumlarda esas rolü oynayan devlettir. Eğitim, onun ideolojisi doğrultusunda kullanılan bir araçtır. İktidar, egemenlik aracı, bu yüzden eğitim okulla sınırlı kalmaz. Tüm toplum katmanlarına yayılır. Bütünüyle bu yapı yönlendirilir, dönüştürülür.
İktidar bütün katmanlarda üretilir. Bu yüzden bu araç her zaman anlamlı ve istenilirdir. Çünkü, Althusser'in de vurguladığı üzere, iktidarın sürekliliği devletin DİA'ların (Devletin İdeolojik Aygıtları) içinde ve üstünde uyguladığı baskı ve kullanıma bağlıdır.
Kargaşa ve uyumsuzluk da bu teorik bakış açısından doğar. İnsan öngörülen amaçlar doğrultusunda işlenir. O, şekilsiz, amaçsız bir nesne gibi düşünülür. Öyle ele alınır. Ona istenilen şekil verilmeye çalışılır. Kalıba, inşaya uydurulmaya özen gösterilir. Bu yolla her türlü metoda başvurulur. Baskı, şiddet, dışlama vs. bütün bunlar ideolojinin dünyasındaki ayırıma, siyah- beyaz tasnifine uygundur. Ve devletçe baskıyla şiddetle desteklenerek sürdürülür. Gösterilen amaçlar, konulan yasaklar arasına sıkışan insan, bir gel-git mekanizmasına oturtulur. Böylece kontrole alınır. Pasifleştirilir ve benliği dönüştürülür. Dünyanın çoğu ülkesinde bu yol geçerli sayılmış ve zaman zaman işletilmiştir. Parçalanan Sovyet Rusya'yı, yahut Nazi Almanya'sını, İtalya'sını değil daha 1922'ler Amerika'sını ele aldığımızda bile aynı düşüncenin orada bile hayat bulmuş ve uygulanmış olduğunu görmekteyiz. Bu tarihlerde Amerika'da çıkarılan bir kanunla devlet okullarında öğretmenlik yapabilmek için öğretmenlerin hükümetlere sadık ve itaatkâr olduklarını kanıtlamaları gerekirdi. Sistemi olurlamayan, sosyal değişme teorilerine karşı koyanların eğitimde görev almaları zordu. Bu yüzden Russell, ilginç bir tespit yapar: Demek oluyor ki New York Eyaleti'nin bu yasasına göre ne Hz.İsa, ne de G.Washington ahlâki yönden uygun kimselerdir. (Russell, Sorgulayan Denemeler,ss. 174-175)
-İDEOLOJİK EĞİTİMDE İNSAN TABİATI-
Tebliğde esas üzerinde durulan, irdelenen mesele insan kişiliğinin çarpıtılmasıdır. Bu işlemde ideoloji-eğitim, devlet, aydın ve toplumun rolü birbirine bağlı olarak tahlil edilmektedir.
1-Eğitim ve Kişilik
Eğitimin farklı tanımlan yapılır. Bunlar tartışılmaktadır. Ancak, eğitimle bilgi, iletişim, kültürel geçişin sağlandığı açıktır. Aslında eğitimle yapılması gereken, insanın kendisini bilmesi, tanıması ve çevresini, tabiatını anlamlandirmasidir.
İnsan, içi büyüdükçe var olur. Tüm etkilenimleri bir terkibe ulaştırabildikçe kendisi olur. Düşüncede derinleştikçe, bunu herhangi bir baskıya maruz kalmadan kullandıkça varolanı anlamlandırır ve etrafım tanır. Sürüklenen değil, etkileyen olur.
İnsanın bir dünya görüşü kazarunası da genellikle eğitimle sağlanır. Bir dünya görüşü felsefi ve dini temelli olabilir. Böyle bir görüş, önemli bir bilinç edinmeyi, seçimi, yorumu, anlamlandıncı bir bakışı içerir. İnsanı boşluktan ve sürekli şüphede kalmaktan korur.
Kişilik, içten yapılma, dünya görüşüne sahip olma, düşünce gücüne erişme, etkin olma, kendisi olan bir fert olmadır. Bütün bunlar insan tabiatının bozulmadan, çarpıtılmadan geliştirilmesiyle kazanılır. Ve doğru bir eğitimle.
2-Düşünce ve İfade Hürriyeti
Platon, "İnsan tabiatı en gizemli olan şeylerden daha gizemlidir" der. Bütünüyle bu tabiatın ortaya konulması mümkün değildir. Bu, her devirde farklı yazar ve duşünürlerce farklı görülmüş ve değişik bakış açılarıyla ifadelendirilmiştir. Ne var ki, insan olmanın, kişilik kazanmanın olmazsa olmazları, vazgeçilmezleri de yok değildir.
Bunların başında düşünme ve bunu ifade etme hürriyeti gelir. İnsan gerçekte kendisini böyle hissediyorsa insandır. Kuşatılmış olarak algılıyorsa tedirgindir. Bir nesne durumuna düşürülmüştür ve bağımlıdır. Onuru yaralanmıştır. Edilgendir. Varlığı kendisinden çalınmıştır.
Diğer taraftan insan düşündüğünü, inandığını, seçtiğini ifade etmek ihtiyacındadır. Kendisini ifade etme ihtiyacı temel bir insani ihtiyaçtır. Aynı zamanda bu bir zorunluluktur. Kökleri içtimaî ve ferdîdir. İnsan sevgisini, nefretini, kendisini, sımnı hülasa duygularını başkalarıyla paylaşmak ister. İfade etmek ister. Bunun hem cemiyetle, ortamla, sistemle hem de fertle, eğitimle sıkı bir ilişkisi vardır. Ortamlar müsait değilse kendimizi ifade edemeyiz. İfade hürriyetimiz bunlara bağlıdır.
İnsan kendisini ifadeden mahrumsa çarpıtılmış, engellenmiş, bozulmuş demektir. Böyle durumlarda farklı ifade yollan benimsenir ya da içine kapanır. Her iki halde de insan tabiatına dönük güçlü bir tehditle karşı karşıyadır.
Bilindiği gibi, kişilik gelişimini engelleyen oluşumlar bunlardan ibaret değildir. Cezaî yaptırımlar hür düşüncenin önünde her zaman varolagelen engellerdendir. Bunların dışında Russell iki önemli bariyerden bahseder: Ona göre bunlar ekonomik cezalar ve kanıtların çarpitılmasıdır. Öyleyse hür düşünceyi, yahut düşünce hürriyetini tanımlamamız gerekir: Düşünce hürriyeti, herhangi bir fikri, düşünceyi, inancı seçme, benimseme ve bunu dillendirmedir. Bunun yanında bazı fikir, düşünce ve inançları da savunma, benimseme ve onlara karşı olmadır. Bunları ifade etmedir. İşte bütün bunlar herhangi bir ülkede bazı yaptırımlara yol açıyorsa, orada düşünce özgür değildir (B. Russell, Sorgulayan Denemeler, Çev.: N. Aşık, Ank., Eylül 1995, ss. 164-165).
Bütün bunların karşısında insan benimsediği herhangi bir fikri, düşünceyi eyleme dönüştürdüğünde ekonomik ablukaya alınıp, işini kaybediyorsa, böyle ortamlarda da düşünce ve ifade hürriyeti yoktur. Hâttâ bir tartışmada, taraflardan birisi bastırılıp, tezini bile güçlükle ortaya koymasına karşılık, diğerinin argümanları sürekli cazip gösteriliyorsa bu gibi durumlarda da düşünceye özgürlük kapalıdır (Russell, age. s. 166).
Böyle durumlarda bilimsel anlayışla değil, kurgulanmış, yapma bir zihniyetle, peşin hükümlere dayalı bir sistemle, bunları besleyen gerçek diye ortaya dikilen ideolojiyi aktaran bir eğitimle karşı karşıyayız.
3-İdeoIojik Eğitim
Bir eğitim felsefecisi ideolojiyi; kişinin kendisi veya başkasına karşı bilinçli ve bilinçsiz bir hilesi olarak tanımlıyor. Burada ideoloji, güçlü bir çarpıtıcıdır. Şekillendiricidir. İçeriği inanca ve değere dönüştürülmüş bir eylemin ateşleyicisidir. Besleyicisidir. Burada inanç ve değer, empoze eden, belirli bir gücün isteği doğrultusunda oluşturulan bir inancı ve değeri ifade eder. Eğitim, bunlarla yüklenir ve insanı bu içerik doğrultusunda kurmada kullanılır.
Bugün böyle bir oluşumla içiçeyiz. Tek kutuplu gücün ağırlığını koyduğu bir dünyada yaşıyoruz. Bu oluşumun bir hikayesi, geçmişi var. Buna kısaca değinmek gerekir. Dünya iki büyük savaş geçirdi, savaşların temel sebepleri çoğunlukla sahip olma, paylaşma güdüsüne dayanır. Ancak başka maskelerle sahnelenir.
I. Dünya savaşı böylece bir milliyetlerarası savaş olarak vuku bulur. II. Dünya savaşı ise doktriner bir savaş olarak gözükür. Faşizm ve nazizm (nasyonalizm ve sosyalizm ideolojilerinin en uç oluşumları) ile komünizim arasında cereyan eden bir savaş. Böyle bir ortamda Amerika demokrasi adına sahneye girer ve komünizmin tarafını tutar. Amerika bu savaşta kendine daha yakın gibi görünen tarafı çökertir. Böylece demokrasi, kapitalist dünyanın tek ideolojisi olur. Bu olgu demokrasinin zaferi olarak görülür. Dolayısıyla demokrasi bir ideolojiden öte, bir hayat tarzı, bir medeniyet gibi empoze edilir (S. Karakoç, Fizikötesi Açısından Ufuklar ve Daha Ötesi II, İst., 1995, ss.132-135).
Bundan sonra iki kutuplu dünyanın ideolojileri demokrasi ve komünizm olarak belirir, bu yapılanmayla üçüncü dünya ülkeleri taraf oldukları kutubun ideolojisini kabule zorlanırlar. Bu zorlama, cephelere dahil ülkelerde önemli değer çatışmalarına, kargaşa ve uyumsuzluklara yol açar. Ayrıca bu ülkelerde çoğu orijinal düşünce, oluşum ve filizlenmelerin de önü tıkanır. Resmileşen ideolojiler devlet güçleriyle mevzilenir, toplumsal yapıyı ve insanı yeniden yapmaya koyulurlar. Bunun ciddi bir neticesi olarak farklı görüş, düşünce ve inançlar saplan, zararlı ve yasak ilan edilirler. Ancak ideoloji-eğitim ilişkisinin tarihi daha eskilere gider. Kilise devlet mücadelesinde modern devlet büyük ölçüde eğitime, okullara el atar. Burada asıl amaç, devletin kendisini üretecek, davam ettirecek yeni insanı var etmektir.
Bu olgu iki yönlü işler. İlk elden devlet kurumlarında görev alacak fertlerin istenilen yönde şekillenmeleri bir bedel karşılığıdır. Bu bedel ferdin kendisi olarak kalması yerine, istenilen şekli alması, dolayısıyla kendisi olarak kalmaması, kendisi olarak varolmamasıdır. Çevrime, yeniden yapılanmaya uğratılmasıdır. Bu, hem devleti güçlendirir, egemenlik sahasını genişletir, hem de eğitimi bir ideoloji, güçlü bir ideoloji aracı olarak kullanmayı getirir. Böylece insan eğitimle oluşturulur, yeniden kurulur; daha doğrusu gücün, ideolojinin doğrultusunda şekillendirilir. Bu eğitimin fikriyatı, örgüsü ve içeriği söz konusu ideolojisiyle doldurulur.
İnsan bu yola bir yandan kurulur, fikren işlenip yönlendirilirken, diğer yandan da yetenekleri doğrultusunda yetkinleştirilir. Bu farklılaşma da eğitimin işidir. Bu yüzden Condillac (1715-1778), Helvetius (1715-1771) gibi Fransız materyalistleri ahlaksızlığı insanî bir vasıf, yani insan tabiatından gelen bir husus olarak görmezler. Eğitim, dolayısıyla sistem meselesi olarak görürler. Sistem düzeltilip değiştirilirse, bu kötülüklerin yok edileceğini ifade ederler. Bu görüşler ideologlara ilham verir. Durum böyleyse, fikir-terin kaynağı insanın iç dünyası, yahut ruhu değildir. Dış dünyanın şartlandır. Eğitimdir. Eğitimle kazanılan dünya görüşleridir. Öyleyse insanlara doğru düşünceler, fikirler kazandırılmalıdır. Doğru bir eğitim verilmelidir. Bunlar yapılabilirse yanlış algılamalar ve bakışlar düzeltilmiş olacaktır. İşte ideologlar tam da bu noktadan harekete geçerler. İlk görev doğru bir ideoloji kurmaktır. Arkasından bunun kabulü, teslimi, benimsetme dönemi gelir. Bir kere doğru-gerçek olarak ideoloji kabul edilince, bunun benimsetilmesi bir hak, ondan da öte bir görev olarak düşünülür. Ve bütün yollar, yöntemler bu yolda meşru sayılır.
Böylece eğitim bir ideoloji yapma aracı olarak, güçlü bir araç olarak yerini alır. Baştan beri sık sık vurgulandığı üzere, ideolojik eğitim bir inşa, zihni bir yapma olarak düşünülür. Önce bir dünya tasviri yapılır. Sanal bir dünyadır bu. Sonra bu dünyanın önermeleri kurulur. Ve insan, giderek toplum, millet bu zihinsel haritaya göre oluşturulur. Nitekim A. Deleyre'in Kovansiyonda yaptığı konuşmasında söz konusu ettiği şey, yasa için ulus yapmaktır. (K. Bumin, Batı da Devlet ve Çocuk, İst., 1983, s.56).
Böyle bir dünyada gerçek söze, kavramlara, kurama indirgenmiştir. Hayat, onun gerçekleri gözardı edilmiştir. Neticede böyle bir dünya siyah ve beyazdan ibaret bir dünyadır. Çünkü bütün ideolojiler, hakikat açısından tekelcidirler. Kendilerini gerçek, karşı olanı gerçek dışı olarak görürler. Dahası burada "Biz" ve "Ötekiler" mantığı geçerlidir. "Biz"ler için herşey mubah, "Ötekiler"in hayatları bile iğreltidir. Bağışlanmıştır. Çünkü böyle bir anlayış ve tasnifte "Ötekiler" karşı olmanın ötesinde düşman, hain olarak tarif edilirler.
3.1. Devlet-Eğitim
Bu gibi durumlarda esas rolü oynayan devlettir. Eğitim, onun ideolojisi doğrultusunda kullanılan bir araçtır. İktidar, egemenlik aracı, bu yüzden eğitim okulla sınırlı kalmaz. Tüm toplum katmanlarına yayılır. Bütünüyle bu yapı yönlendirilir, dönüştürülür.
İktidar bütün katmanlarda üretilir. Bu yüzden bu araç her zaman anlamlı ve istenilirdir. Çünkü, Althusser'in de vurguladığı üzere, iktidarın sürekliliği devletin DİA'ların (Devletin İdeolojik Aygıtları) içinde ve üstünde uyguladığı baskı ve kullanıma bağlıdır.
Kargaşa ve uyumsuzluk da bu teorik bakış açısından doğar. İnsan öngörülen amaçlar doğrultusunda işlenir. O, şekilsiz, amaçsız bir nesne gibi düşünülür. Öyle ele alınır. Ona istenilen şekil verilmeye çalışılır. Kalıba, inşaya uydurulmaya özen gösterilir. Bu yolla her türlü metoda başvurulur. Baskı, şiddet, dışlama vs. bütün bunlar ideolojinin dünyasındaki ayırıma, siyah- beyaz tasnifine uygundur. Ve devletçe baskıyla şiddetle desteklenerek sürdürülür. Gösterilen amaçlar, konulan yasaklar arasına sıkışan insan, bir gel-git mekanizmasına oturtulur. Böylece kontrole alınır. Pasifleştirilir ve benliği dönüştürülür. Dünyanın çoğu ülkesinde bu yol geçerli sayılmış ve zaman zaman işletilmiştir. Parçalanan Sovyet Rusya'yı, yahut Nazi Almanya'sını, İtalya'sını değil daha 1922'ler Amerika'sını ele aldığımızda bile aynı düşüncenin orada bile hayat bulmuş ve uygulanmış olduğunu görmekteyiz. Bu tarihlerde Amerika'da çıkarılan bir kanunla devlet okullarında öğretmenlik yapabilmek için öğretmenlerin hükümetlere sadık ve itaatkâr olduklarını kanıtlamaları gerekirdi. Sistemi olurlamayan, sosyal değişme teorilerine karşı koyanların eğitimde görev almaları zordu. Bu yüzden Russell, ilginç bir tespit yapar: Demek oluyor ki New York Eyaleti'nin bu yasasına göre ne Hz.İsa, ne de G.Washington ahlâki yönden uygun kimselerdir. (Russell, Sorgulayan Denemeler,ss. 174-175)