Malebranche’ın Felsefesinde Epistemolojik Sorunlar - 2
|
Malebranche’ın yöntemi görünürde Descartes’ın matematik-fizik yöntemidir ve bu yönteme hayranlığını da her fırsatta dile getirir (1997/VI: 310). Gerek cisimler dünyası, gerekse tinsel dünyaya ilişkin bilgiler pozitif bir süreç izlenerek açıklanmaktadır.
Örneğin, duyular hem imgelemin hem de ruhun bilgi malzemelerini sağlayan, insanı dış dünya ile uyumlu kılmak için Tanrı’nın verdiği yetilerdir. Malebranche’ın bilgi öğretisinde ruhun da ayrı bir yeri vardır. Ruhun tam olarak algıladığı şeye bilgi diyen filozof, bu bilginin üç yoldan ruha ulaştığı görüşündedir. Bu araçlardan birisi anlık, ikincisi imgelem, üçüncüsü de duyulardır. Ruh, anlık aracılığıyla tinsel şeyleri, tümelleri, genel kavramları, yetkinlik fikrini, sonsuz yetkin bir varlık düşüncesini, maddi şeyleri ve özellikleriyle birlikte uzamı tam olarak algılar. Yine ruh imgelem aracılığıyla yalnızca özdeksel şeyleri algılar. Malebranche, ruhun bir tür bellek görevi yaptığını söyler. Ruh elde ettiği maddi bilgiler sayesinde anlıkta imgeler oluşturarak, ilk örnekler ortada bulunmadıkları durumda bile kendisi için onları varlık haline getirir.
Ruh yakın olanı birleştirme, uzak olanı ayırma, yani benzerlikler ve aykırılıklar yardımıyla imgelemin çalışmasını sağlar. Bu süreçte, önceden görülerek izlenimi elde edilmiş ya da edilmemiş olsun, bir daire, bir üçgen, bir çehre, bir at, şehirler ve kırlar gibi her çeşitten şekiller imgelenebilir. Malebranche bu çeşit algılara imgelem adını vermektedir. Ruh zihinde imgeler oluşturarak tasarımlar yapabilirse de, tinsel şeylerin imgesi oluşturulmamış olduğundan bu tür şeyleri imgeleyemez. Açıklamalardan, ruhun duyulardan, imgelemden ve anlıktan bilgi sahibi olduğu anlaşılıyor (1997/I: 40).
Malebranche’ın sürece ilişkin açıklaması şöyledir: “En sonra şunu da bilmeli ki duyular aracılığıyla ruh, yalnız duyulur ve kaba saba şeyleri tam algılar. Bu şeyler ortada bulundukları vakit ruha ait tenin dış örgenlerine etki yaparlar ve bundan ileri gelen izlenim beyine kadar iletilmiş olur. Yahut da bu şeyler ortada olmadıkları vakit dirim ruhlarının akıp gidişi beyinde buna benzer bir izlenim yapar. Ruh işte bu suretle ovaları ve kayaları, gözlerinin önündeymiş gibi görür. Demirin sertliğini, bir kılıcın ucunu ve bunlara benzer şeyleri bilir. Bu çeşit duyumlara ise duygular yahut duyumlar adı verilir” (a.e., 39)
Malebranche’ın bilginin meydana gelmesi ile ilgili açıklamaları özetle böyle. Anlaşılacağı gibi, filozof deneyci filozoflarla paralel bir bilgi edinme süreci izlemektedir. Bu durumda, Malebranche’ın bilgi öğretisinde görünüş ve gerçeklik ayrımı ortaya çıkıyor. O da şu şekilde açıklanabilir: Cisimler dünyası ile ilgili bilgileri insana duyular verir. Ancak duyular söz konusu cisimlerin gerçek doğalarını gösterip anlatamazlar. Bu durumda duyuları iyi kullanmak için sağlam bir zihin yapısına sahip olmak gerekir. Böylece duyular zihnin kontrolünde olmuş olacaklardır. Çünkü Malebranche’a göre duyular insanlara yalnızca dış dünyaya uyum sağlamak, insan bedeninin korunup kollanması, kendisini güçlendirmesi için verilmiştir. Yoksa duyuların verdiği bilgi ve algılarla hakikatin öğrenilmesi söz konusu değildir (a.e., 201).
Duyulara sonsuza değin güvenilmeyeceğini bilenler şüphe etmeyi bilmelidirler. Gerek zihinle gerekse akılla şüphe etmeyi bilmek az bir şey değildir(a.e., 202.). Böylece, Malebranche’ın yönteminde de “hakikati arama” sürecinde Dekartçı şüphenin önemi ortaya çıkmış oluyor.
III. Şüphenin Önemi
A. Klasik Şüpheciliğe Eleştiri
Sınırlı bir varlık olan insanın “bilip-bilemeyeceği” biliyorsa bile bunun sınırının nerede başlayıp nerede bittiğine ilişkin tartışmaların çok eskilere dayandığı bilinmektedir. Grek felsefesinde, dogmatik filozoflarla sofistler arasında sistemli bir tartışma biçimine dönüşen bilgi sorunu, devam eden çağlarda da dogmatizm-şüphecilik ekseninde sürmüştür. şüpheciliğin tarihini yazanlar, çoğu filozofları bir biçimde bu bilgi sorunuyla ilişkilendirmek zorunda kalmışlardır.
Malebranche söz konusu tartışmaya bilginin olanaklı olduğunu savunan rasyonalist idealist geleneğin ateşli bir savunucusu olarak katılmıştır. İnsana özgü yetilerle elde edilen duyumların ve bunlardan meydana gelen bilgilerin değişkenliği, yanıltıcı olmasının bütün bilginin olanaksız olduğu anlamına gelmeyeceğini belirten Malebranche, şüpheyi bir yöntem olarak kullanıp hakikate ulaşılabileceğini öne sürer. Descartes’ta olduğu gibi Malebranche’da da şiddetli bir klasik şüphecilik karşıtlığı vardır. O, Montaigne’in, Denemeler’i üzerine yazdığı kısa, ama ağır eleştiri başta olmak üzere, bir çok yerde klasik şüphecilikten ve şüpheci filozoflardan alayla söz eder (1997/II: 256-274). Çünkü selefi Descartes gibi kendisinin de amacı, şüpheciliğin argümanlarını çürütüp kesin ve gerçek bilginin olanaklı olduğunu ortaya koymaktır (Popkin 2003: 255).
Malebranche, şüpheciliği eleştirirken de Aristoteles’i ve Aristotelesçileri hedef tahtasına koymaktadır. Nitekim filozof, Aristotelesçilerin yalnızca matematiğin pekin bilgiler sunabileceğini, metafizik, ahlak ve fiziğin olumsal bilgiler verdiğini öne sürüp, geometriden bahseder gibi fizikten bahsettiği ve fiziğe pekinlik verdiği için Descartes’ı başarısız bulmalarını alaycı bir üslupla eleştirmektedir (1997/I: 28). Descartes’a yöneltilen eleştirilerin yersiz olduğunu düşünen Malebranche, “hiç bir şey bilinemez” yargısının peşine takılıp yıllarını harcayan bu kimselerin Descartes’ı anlamadıkları kanısındadır. “Eserlerini hoş vakit geçirmek ve bilgi edinmek için, üzerlerinde derince düşünmeden okunan masallar ve romanlar gibi okumasalardı, onu böylesine uluorta kınayıp yermezlerdi,” der Malebranche (a.e., 31). Düşünür, ister Aristoteles okunsun isterse Descartes, acele karar verilmemesi gerektiği kanısındadır. Aristoteles de içlerinde olmak üzere, bütün filozoflar insandır. Aristotelesçilerin iki bin yıldır hiç bir çözüm üretmeden aynı yolu takip ettikleri göz önüne alınırsa sorunun güçlüğü anlaşılır (a.e., 32–33).
Ona göre, Hakikat bilgisine ulaşmak için, “apaçıklıkla görülen şeyler”de şüpheye yer olmayacağı kuralını unutmadan önyargılardan kurtulmak zorunludur. “Apaçıklık” özelliği doğa bilimlerinde olduğu gibi “inan” konusunda yoktur. Çünkü insan yetileri Tanrı tarafından nesnelerin doğal düzenlerini tanımak için yaratılmıştır. Tanrı “düşünceleri” de ancak bu doğa düzenine uymayı sağlayacak kadar vermiştir. İnanın gizemleri doğaüstü bir dünyadan geldikleri için bunlarla ilgili kanıtolmamasına şaşmamak gerekir. Çünkü bunlarla ilgili “düşünce”miz bile yoktur. Malebranche burada “düşünce” yi bilginin birinci basamağı olarak görüyor. “İnanın esrarını doğa işlerinden ayırt etmek gerekir. Hem inana hem de apaçıklığa boyun eğilmelidir... Mümin olmak için körü körüne inanmalı, ancak filozof olmak için apaçık olarak görmeli”, sözleriyle, bilgi ile iman arasındaki farka işaret etmektedir(a.e., 34-35).
B. Yöntem Olarak Şüphe
İlkin Augustinus’ta, sonra Gazâlî (1059–1111)’de daha sonra da Descartes’ta görülen ve onunla özdeşleşen, kesin bilgiye ulaşmak için şüpheyi araç olarak kullanma yöntemi Malebranche’da da önemini korur. şüphenin bu türü, klasik şüpheciliği (Pyrrhonism) yıkmak, mutlak bilginin elde edilebilirliğini kanıtlamak amacı güder. Nitekim, gerek Augustinus’un Akademicilere karşı yazdığı eserde yer alan argümanlar (Copleston 1950: 51–52), gerek Gazali’nin hakikate ulaşmak için araç olarak kullanılması gerektiğini belirttiği şüphe (Gazâlî 1978: 37-43) ve gerekse Descartes’ın ontolojik ve epistemolojik çıkarımlara temel yapmak için kullandığı şüphe (Descartes 1998: 5-25) bilginin olanaksızlığını savunan, sınırlı doğası ile insanın mutlak hakikat diye bir şeye ulaşamayacağını öne süren klasik şüpheciliğin tamamıyla karşısında olan bir şüphe türüdür.
Augustinus’un “hakikat insanın içindedir”, görüşü ile birlikte, “duyuların insanları yanılttığı”na ilişkin uyarıları (Çotuksöken & Babür 2000: 73) Malebranche’ın da ilke edindiği bir gerçektir. Ancak, yetkin olmayan yetilere şüpheyle yaklaşılması önerilen bir şey olsa da, şüphe etmeyi çok ileri götürmemek gerekir.
Malebranche’a göre şüphenin iki önemli türü vardır. Bunlardan birincisi tehlikeli, ikincisi ise yararlı, filozoflara yakışır ve hakikati bulmada aracı olanıdır. şöyle diyor Malebranche: “Her şüphe, şüphe değildir. İnsan kızgınlık, kabalık, görmemezlik ve kötülük dolayısıyla yahut da iş olsun diye şüphe eder. Ancak insan, uzağı görüş, olacağı seziş, sakınmak, bilgelik ve zihin kavrayışı nedeniyle de şüphe eder. Akademiciler ve ateistler birinci türde, gerçek filozoflar ikinci türde şüphe ederler. Birinci şüphe, karanlıklar şüphesi olup insanı hiçbir vakit ışığa götürmez, tersine olarak onu ışıktan uzaklaştırır. İkinci şüphe, ışıktan doğar kendisi de, aşağı yukarı ışığın doğmasına yardım eder” (1997/I: 202).
Malebranche, Descartes’ın önerdiği şüpheciliği övüp, Pyrrhoncu şüphe türüne şiddetli karşı çıkmaktadır. Birinci tür şüphe içerisinde olanların, Descartes’ın Meditasyonlardan birincisinde açıkladığı ilkeleri alaya aldıklarını, insan doğasının yöntem olarak değil, zaten zayıf ve yetersiz olduğu için görünürlerin ötesinde bir hakikate ulaşamayacaklarını ileri sürdüklerini belirtir (Descartes 1998: 141). Bu şüphecilere göre insan zihni oldum olasıya hakikati göremeyecek biçimde “kördür”, dolayısıyla kendi peşin yargılarından kaçmak ve duygulara kanmamak gerekir. Bu eleştiriden sonra Malebranche, zihnin zayıf olduğunu söylemek yetmez, ona zayıflıklarını duyurmak, gerek duyuların, gerekse imgelemin insanı yanılttığını kabul etmek gerekir, der. Ancak, bu yaklaşımın, “insanın hakikate hiç bir zaman ulaşamayacağı” anlamına gelmeyeceği konusundaki ısrarını da sürdürür (1997/I: 203).
1. Duyuların Yanılması
Bir kitabın tamamının duyular ve duyu yanılmalarına ayrılması, hakikatin araştırılması çabasında, Malebranche’ın konuya ne denli önem verdiğinin göstergesi olabilir. şüpheciliğin söz konusu edildiği her yerde, duyu yanılmaları ve bu yanılgıların aklın yardımıyla düzeltilmesi önemli bulunmuş, duyuların kendi başına yetersizlikleri ve nedenleri üzerinde çeşitli yorumlar yapılmıştır. Ancak Malebranche duyuların yanılmalarını ilginç bir nedene bağlayarak başlıyor konuya. Malebranche’ın açıklamasını özet halinde sunalım: Haz, Tanrı tarafından insana verilen ve herhangi bir iyiliğe doğru eğilim duymasını sağlayan bir içgüdüdür. Tanrı bu haz sayesinde ilk insanı kendisine bağlamış, en büyük haz nedeni olarak kendisini sevmeyi koymuştu. Haz ile birlikte, insanın kendisini koruyup kollaması ve baktıkça Tanrı’yı anımsaması gereken ve O’ndan bir parça olan bir de ten vermişti. Bu tenin özelliği ise hazları duyular aracılığıyla almasıdır. İşte ilk insan düşmüş olduğu ilk günah yüzünden artık ruhun duyduğu, duyması gereken haz ile tenin duyduğu haz arasında kalmış, bu onda bulunması gereken dengeyi ten (beden) lehine bozmuş ve uyumsuzluk başlamıştır.
Ancak ilk insan ruhunu yetkinleştiren şeyden hoşlandığı kadar tenini yetkinleştiren şeyden de hoşlanır. Yetkin durumda olduğu zaman da ruhtan aldığı haz ten aracılığıyla aldığı hazdan daha büyük olacaktı. Ama ne yazık ki, ilk insan kapılıp kandı ve ilk hazdan tat alamaz oldu. İlahi bir adalet olsun diye Tanrı ondan kendisini geri çekti, bu ise kendi iyiliğine olan hazzı geri çekme anlamına geliyordu. Tanrı’nın insandan geri çekilmesi onun duygularının ve tutkularının kargaşasına neden oldu. Duyularla edinilen haz ön plana çıkınca, Tanrı ile olan bağ çok zayıfladı (a.e., 43–47). Malebranche, ahlaki haz ve acı konusunu açıklarken, “ilk günah”tan önce de sonra da değişmeyen “doğal” duyulara değiniyor. Bu bağlamda duyuların salt olarak bozulup
soysuzlaşmasından söz edilemeyeceğini belirten Malebranche, tenimizin korunması için verilen duyuların görevlerini eksiksiz olarak yerine getirdiklerini kabul etmektedir.
İnsanı aldatan duyuların kendisi değil, ani verdiği kararla algılardır diyor Malebranche. “Işık görüldüğü vakit, ışığı gördüğümüzden yana çok güvendeyiz. Isı duyulduğu vakit, ısıyı duyduğumuza inandığımızdan dolayı hiç aldanmış olmayız. Bu ilk günahtan önce de, sonra da böyledir. İlk günahla duyu yanılmalarını birbirine karıştırmamak gerekir. Ancak, duyulan ısının, onu duyan ruhun dışında olduğu gibi bir yargıya varılır ve duyu ile ruhu tamamen birbirinden bağımsız görmek aldatıcı olur (a.e., 45). Bu gerçeği göz ardı etmemek gerekir: “Duyular bize, şeylerin özlerinin hakikatini anlayıp bilmemiz için verilmemiştir; yalnız tenimizi koruyup saklamamız için sunulmuştur ( a.e., 56).” Duyu yanılmaları söz konusu olduğunda ilk örnek gözle ilgili olur. Malebranche da bu geleneğe uyarak, gözün görme sınırları içerisinde yansıttığı “görünüş” ile “gerçeklik” arasında var olan ayırıma dikkat çekerek, göz yanıltmasını ilk sırada ele alır.
Örneğin, duyular hem imgelemin hem de ruhun bilgi malzemelerini sağlayan, insanı dış dünya ile uyumlu kılmak için Tanrı’nın verdiği yetilerdir. Malebranche’ın bilgi öğretisinde ruhun da ayrı bir yeri vardır. Ruhun tam olarak algıladığı şeye bilgi diyen filozof, bu bilginin üç yoldan ruha ulaştığı görüşündedir. Bu araçlardan birisi anlık, ikincisi imgelem, üçüncüsü de duyulardır. Ruh, anlık aracılığıyla tinsel şeyleri, tümelleri, genel kavramları, yetkinlik fikrini, sonsuz yetkin bir varlık düşüncesini, maddi şeyleri ve özellikleriyle birlikte uzamı tam olarak algılar. Yine ruh imgelem aracılığıyla yalnızca özdeksel şeyleri algılar. Malebranche, ruhun bir tür bellek görevi yaptığını söyler. Ruh elde ettiği maddi bilgiler sayesinde anlıkta imgeler oluşturarak, ilk örnekler ortada bulunmadıkları durumda bile kendisi için onları varlık haline getirir.
Ruh yakın olanı birleştirme, uzak olanı ayırma, yani benzerlikler ve aykırılıklar yardımıyla imgelemin çalışmasını sağlar. Bu süreçte, önceden görülerek izlenimi elde edilmiş ya da edilmemiş olsun, bir daire, bir üçgen, bir çehre, bir at, şehirler ve kırlar gibi her çeşitten şekiller imgelenebilir. Malebranche bu çeşit algılara imgelem adını vermektedir. Ruh zihinde imgeler oluşturarak tasarımlar yapabilirse de, tinsel şeylerin imgesi oluşturulmamış olduğundan bu tür şeyleri imgeleyemez. Açıklamalardan, ruhun duyulardan, imgelemden ve anlıktan bilgi sahibi olduğu anlaşılıyor (1997/I: 40).
Malebranche’ın sürece ilişkin açıklaması şöyledir: “En sonra şunu da bilmeli ki duyular aracılığıyla ruh, yalnız duyulur ve kaba saba şeyleri tam algılar. Bu şeyler ortada bulundukları vakit ruha ait tenin dış örgenlerine etki yaparlar ve bundan ileri gelen izlenim beyine kadar iletilmiş olur. Yahut da bu şeyler ortada olmadıkları vakit dirim ruhlarının akıp gidişi beyinde buna benzer bir izlenim yapar. Ruh işte bu suretle ovaları ve kayaları, gözlerinin önündeymiş gibi görür. Demirin sertliğini, bir kılıcın ucunu ve bunlara benzer şeyleri bilir. Bu çeşit duyumlara ise duygular yahut duyumlar adı verilir” (a.e., 39)
Malebranche’ın bilginin meydana gelmesi ile ilgili açıklamaları özetle böyle. Anlaşılacağı gibi, filozof deneyci filozoflarla paralel bir bilgi edinme süreci izlemektedir. Bu durumda, Malebranche’ın bilgi öğretisinde görünüş ve gerçeklik ayrımı ortaya çıkıyor. O da şu şekilde açıklanabilir: Cisimler dünyası ile ilgili bilgileri insana duyular verir. Ancak duyular söz konusu cisimlerin gerçek doğalarını gösterip anlatamazlar. Bu durumda duyuları iyi kullanmak için sağlam bir zihin yapısına sahip olmak gerekir. Böylece duyular zihnin kontrolünde olmuş olacaklardır. Çünkü Malebranche’a göre duyular insanlara yalnızca dış dünyaya uyum sağlamak, insan bedeninin korunup kollanması, kendisini güçlendirmesi için verilmiştir. Yoksa duyuların verdiği bilgi ve algılarla hakikatin öğrenilmesi söz konusu değildir (a.e., 201).
Duyulara sonsuza değin güvenilmeyeceğini bilenler şüphe etmeyi bilmelidirler. Gerek zihinle gerekse akılla şüphe etmeyi bilmek az bir şey değildir(a.e., 202.). Böylece, Malebranche’ın yönteminde de “hakikati arama” sürecinde Dekartçı şüphenin önemi ortaya çıkmış oluyor.
III. Şüphenin Önemi
A. Klasik Şüpheciliğe Eleştiri
Sınırlı bir varlık olan insanın “bilip-bilemeyeceği” biliyorsa bile bunun sınırının nerede başlayıp nerede bittiğine ilişkin tartışmaların çok eskilere dayandığı bilinmektedir. Grek felsefesinde, dogmatik filozoflarla sofistler arasında sistemli bir tartışma biçimine dönüşen bilgi sorunu, devam eden çağlarda da dogmatizm-şüphecilik ekseninde sürmüştür. şüpheciliğin tarihini yazanlar, çoğu filozofları bir biçimde bu bilgi sorunuyla ilişkilendirmek zorunda kalmışlardır.
Malebranche söz konusu tartışmaya bilginin olanaklı olduğunu savunan rasyonalist idealist geleneğin ateşli bir savunucusu olarak katılmıştır. İnsana özgü yetilerle elde edilen duyumların ve bunlardan meydana gelen bilgilerin değişkenliği, yanıltıcı olmasının bütün bilginin olanaksız olduğu anlamına gelmeyeceğini belirten Malebranche, şüpheyi bir yöntem olarak kullanıp hakikate ulaşılabileceğini öne sürer. Descartes’ta olduğu gibi Malebranche’da da şiddetli bir klasik şüphecilik karşıtlığı vardır. O, Montaigne’in, Denemeler’i üzerine yazdığı kısa, ama ağır eleştiri başta olmak üzere, bir çok yerde klasik şüphecilikten ve şüpheci filozoflardan alayla söz eder (1997/II: 256-274). Çünkü selefi Descartes gibi kendisinin de amacı, şüpheciliğin argümanlarını çürütüp kesin ve gerçek bilginin olanaklı olduğunu ortaya koymaktır (Popkin 2003: 255).
Malebranche, şüpheciliği eleştirirken de Aristoteles’i ve Aristotelesçileri hedef tahtasına koymaktadır. Nitekim filozof, Aristotelesçilerin yalnızca matematiğin pekin bilgiler sunabileceğini, metafizik, ahlak ve fiziğin olumsal bilgiler verdiğini öne sürüp, geometriden bahseder gibi fizikten bahsettiği ve fiziğe pekinlik verdiği için Descartes’ı başarısız bulmalarını alaycı bir üslupla eleştirmektedir (1997/I: 28). Descartes’a yöneltilen eleştirilerin yersiz olduğunu düşünen Malebranche, “hiç bir şey bilinemez” yargısının peşine takılıp yıllarını harcayan bu kimselerin Descartes’ı anlamadıkları kanısındadır. “Eserlerini hoş vakit geçirmek ve bilgi edinmek için, üzerlerinde derince düşünmeden okunan masallar ve romanlar gibi okumasalardı, onu böylesine uluorta kınayıp yermezlerdi,” der Malebranche (a.e., 31). Düşünür, ister Aristoteles okunsun isterse Descartes, acele karar verilmemesi gerektiği kanısındadır. Aristoteles de içlerinde olmak üzere, bütün filozoflar insandır. Aristotelesçilerin iki bin yıldır hiç bir çözüm üretmeden aynı yolu takip ettikleri göz önüne alınırsa sorunun güçlüğü anlaşılır (a.e., 32–33).
Ona göre, Hakikat bilgisine ulaşmak için, “apaçıklıkla görülen şeyler”de şüpheye yer olmayacağı kuralını unutmadan önyargılardan kurtulmak zorunludur. “Apaçıklık” özelliği doğa bilimlerinde olduğu gibi “inan” konusunda yoktur. Çünkü insan yetileri Tanrı tarafından nesnelerin doğal düzenlerini tanımak için yaratılmıştır. Tanrı “düşünceleri” de ancak bu doğa düzenine uymayı sağlayacak kadar vermiştir. İnanın gizemleri doğaüstü bir dünyadan geldikleri için bunlarla ilgili kanıtolmamasına şaşmamak gerekir. Çünkü bunlarla ilgili “düşünce”miz bile yoktur. Malebranche burada “düşünce” yi bilginin birinci basamağı olarak görüyor. “İnanın esrarını doğa işlerinden ayırt etmek gerekir. Hem inana hem de apaçıklığa boyun eğilmelidir... Mümin olmak için körü körüne inanmalı, ancak filozof olmak için apaçık olarak görmeli”, sözleriyle, bilgi ile iman arasındaki farka işaret etmektedir(a.e., 34-35).
B. Yöntem Olarak Şüphe
İlkin Augustinus’ta, sonra Gazâlî (1059–1111)’de daha sonra da Descartes’ta görülen ve onunla özdeşleşen, kesin bilgiye ulaşmak için şüpheyi araç olarak kullanma yöntemi Malebranche’da da önemini korur. şüphenin bu türü, klasik şüpheciliği (Pyrrhonism) yıkmak, mutlak bilginin elde edilebilirliğini kanıtlamak amacı güder. Nitekim, gerek Augustinus’un Akademicilere karşı yazdığı eserde yer alan argümanlar (Copleston 1950: 51–52), gerek Gazali’nin hakikate ulaşmak için araç olarak kullanılması gerektiğini belirttiği şüphe (Gazâlî 1978: 37-43) ve gerekse Descartes’ın ontolojik ve epistemolojik çıkarımlara temel yapmak için kullandığı şüphe (Descartes 1998: 5-25) bilginin olanaksızlığını savunan, sınırlı doğası ile insanın mutlak hakikat diye bir şeye ulaşamayacağını öne süren klasik şüpheciliğin tamamıyla karşısında olan bir şüphe türüdür.
Augustinus’un “hakikat insanın içindedir”, görüşü ile birlikte, “duyuların insanları yanılttığı”na ilişkin uyarıları (Çotuksöken & Babür 2000: 73) Malebranche’ın da ilke edindiği bir gerçektir. Ancak, yetkin olmayan yetilere şüpheyle yaklaşılması önerilen bir şey olsa da, şüphe etmeyi çok ileri götürmemek gerekir.
Malebranche’a göre şüphenin iki önemli türü vardır. Bunlardan birincisi tehlikeli, ikincisi ise yararlı, filozoflara yakışır ve hakikati bulmada aracı olanıdır. şöyle diyor Malebranche: “Her şüphe, şüphe değildir. İnsan kızgınlık, kabalık, görmemezlik ve kötülük dolayısıyla yahut da iş olsun diye şüphe eder. Ancak insan, uzağı görüş, olacağı seziş, sakınmak, bilgelik ve zihin kavrayışı nedeniyle de şüphe eder. Akademiciler ve ateistler birinci türde, gerçek filozoflar ikinci türde şüphe ederler. Birinci şüphe, karanlıklar şüphesi olup insanı hiçbir vakit ışığa götürmez, tersine olarak onu ışıktan uzaklaştırır. İkinci şüphe, ışıktan doğar kendisi de, aşağı yukarı ışığın doğmasına yardım eder” (1997/I: 202).
Malebranche, Descartes’ın önerdiği şüpheciliği övüp, Pyrrhoncu şüphe türüne şiddetli karşı çıkmaktadır. Birinci tür şüphe içerisinde olanların, Descartes’ın Meditasyonlardan birincisinde açıkladığı ilkeleri alaya aldıklarını, insan doğasının yöntem olarak değil, zaten zayıf ve yetersiz olduğu için görünürlerin ötesinde bir hakikate ulaşamayacaklarını ileri sürdüklerini belirtir (Descartes 1998: 141). Bu şüphecilere göre insan zihni oldum olasıya hakikati göremeyecek biçimde “kördür”, dolayısıyla kendi peşin yargılarından kaçmak ve duygulara kanmamak gerekir. Bu eleştiriden sonra Malebranche, zihnin zayıf olduğunu söylemek yetmez, ona zayıflıklarını duyurmak, gerek duyuların, gerekse imgelemin insanı yanılttığını kabul etmek gerekir, der. Ancak, bu yaklaşımın, “insanın hakikate hiç bir zaman ulaşamayacağı” anlamına gelmeyeceği konusundaki ısrarını da sürdürür (1997/I: 203).
1. Duyuların Yanılması
Bir kitabın tamamının duyular ve duyu yanılmalarına ayrılması, hakikatin araştırılması çabasında, Malebranche’ın konuya ne denli önem verdiğinin göstergesi olabilir. şüpheciliğin söz konusu edildiği her yerde, duyu yanılmaları ve bu yanılgıların aklın yardımıyla düzeltilmesi önemli bulunmuş, duyuların kendi başına yetersizlikleri ve nedenleri üzerinde çeşitli yorumlar yapılmıştır. Ancak Malebranche duyuların yanılmalarını ilginç bir nedene bağlayarak başlıyor konuya. Malebranche’ın açıklamasını özet halinde sunalım: Haz, Tanrı tarafından insana verilen ve herhangi bir iyiliğe doğru eğilim duymasını sağlayan bir içgüdüdür. Tanrı bu haz sayesinde ilk insanı kendisine bağlamış, en büyük haz nedeni olarak kendisini sevmeyi koymuştu. Haz ile birlikte, insanın kendisini koruyup kollaması ve baktıkça Tanrı’yı anımsaması gereken ve O’ndan bir parça olan bir de ten vermişti. Bu tenin özelliği ise hazları duyular aracılığıyla almasıdır. İşte ilk insan düşmüş olduğu ilk günah yüzünden artık ruhun duyduğu, duyması gereken haz ile tenin duyduğu haz arasında kalmış, bu onda bulunması gereken dengeyi ten (beden) lehine bozmuş ve uyumsuzluk başlamıştır.
Ancak ilk insan ruhunu yetkinleştiren şeyden hoşlandığı kadar tenini yetkinleştiren şeyden de hoşlanır. Yetkin durumda olduğu zaman da ruhtan aldığı haz ten aracılığıyla aldığı hazdan daha büyük olacaktı. Ama ne yazık ki, ilk insan kapılıp kandı ve ilk hazdan tat alamaz oldu. İlahi bir adalet olsun diye Tanrı ondan kendisini geri çekti, bu ise kendi iyiliğine olan hazzı geri çekme anlamına geliyordu. Tanrı’nın insandan geri çekilmesi onun duygularının ve tutkularının kargaşasına neden oldu. Duyularla edinilen haz ön plana çıkınca, Tanrı ile olan bağ çok zayıfladı (a.e., 43–47). Malebranche, ahlaki haz ve acı konusunu açıklarken, “ilk günah”tan önce de sonra da değişmeyen “doğal” duyulara değiniyor. Bu bağlamda duyuların salt olarak bozulup
soysuzlaşmasından söz edilemeyeceğini belirten Malebranche, tenimizin korunması için verilen duyuların görevlerini eksiksiz olarak yerine getirdiklerini kabul etmektedir.
İnsanı aldatan duyuların kendisi değil, ani verdiği kararla algılardır diyor Malebranche. “Işık görüldüğü vakit, ışığı gördüğümüzden yana çok güvendeyiz. Isı duyulduğu vakit, ısıyı duyduğumuza inandığımızdan dolayı hiç aldanmış olmayız. Bu ilk günahtan önce de, sonra da böyledir. İlk günahla duyu yanılmalarını birbirine karıştırmamak gerekir. Ancak, duyulan ısının, onu duyan ruhun dışında olduğu gibi bir yargıya varılır ve duyu ile ruhu tamamen birbirinden bağımsız görmek aldatıcı olur (a.e., 45). Bu gerçeği göz ardı etmemek gerekir: “Duyular bize, şeylerin özlerinin hakikatini anlayıp bilmemiz için verilmemiştir; yalnız tenimizi koruyup saklamamız için sunulmuştur ( a.e., 56).” Duyu yanılmaları söz konusu olduğunda ilk örnek gözle ilgili olur. Malebranche da bu geleneğe uyarak, gözün görme sınırları içerisinde yansıttığı “görünüş” ile “gerçeklik” arasında var olan ayırıma dikkat çekerek, göz yanıltmasını ilk sırada ele alır.