GEORG LUKACS'IN GERÇEKÇİLİĞİ - 3

LUKACS'IN BURJUVA KÜLTÜRÜ İLE OLAN İLİŞKİSİ

Thomas Mann'ın, Lukacs'ın eserlerinde bir güçlü 'gelenek' düşüncesi bulunduğunu sezmesi son derece anlamlıdır. Burada bizi ilgilendiren, Lukacs'ın tema seçimindeki tutuculuğu değil, ama ondan çok daha önemli bir sorun olan ve Lukacs'm genellikle burjuva kültürüne karşı beslediği oldukça karışık duygulardır. Mitchell bu sorunu, Lukacs'ın devrimciliğine dayanarak, «burjuva insancılığıyla ya da Heidelberg'li hocayla» savaşım olarak koyar ortaya. Bu değerlendirme her ne kadar ilginç ise de biz, Revai'nin bu konuda sorunun Özüne daha çok yaklaştığını sanıyoruz;
Emperyalist dekandansa karşı savaşımında Lukacs faşizme, eski pleblere özgü popüler devrimcilik formları ve burjuva demokrasisinin gelenekleriyle göğüs germeye çalışmıştır. Bu yolları ve gelenekleri genelleştirmiş, idealleştirmiş ve mitoslaştırmıştır... Lukacs'ın emperyalist dekadans edebiyatı, faşizm ideolojisini büyük bir burjuva gerçekçiliğiyle karşı karşıya getiren edebiyat kuramının derinliklerinde, sağlam karakterlere sahip bir sistem olarak 'pleblere özgü demokrasi'ye dönüş düşüncesi yatar.
Bu çok zekice yapılmış bir çözümleme sayılmalıdır; ayrıca Lukacs'ın eserlerinin her yanına sinmiş olan demokratik ilericilik de gözden kaçırılamayacak kadar belirgindir. Burada başvuracağımız temel belge Lukacs'ın Blum Tezleri'dir: bu eserde temsil edilen siyasal perspektifle desteklenen Alman kültürünü Lukacs'ın bütünüyle kavrayışına tanık oluruz. Bu senaryodaki baş edebi kişiler Goethe ve Mann'dır.

Daha da ileri gidilerek Lukacs'm estetiğindeki ana kişmin Goethe olduğu söylenebilir. Lukacs'ın Budapeşte'deki çalışma odasının özenli bir köşesindeki Goethe büstü her şeye tepeden bakmaktadır. Aslında Goethe Lukacs için büyük önem taşımaktadır; çünkü o:
"...onsekizinci ile ondokuzuncu yüzyıl arasındaki estetik bağlantıyı temsil eder. (Goethe) Aydınlanmanın bütünlenmesi ve kendi kendini aşmasını simgelediği kadar, Walter Scott, Byron, Balzac ve Stendhal'ın da ruhsal ve estetik düzlemde hazırlayıcısı olmuştur.
Lukacs'a göre Goethe'nin eserlerinin yüreğinde yatan, klasik bir burjuva sanatı yaratma çabasıdır. Özünde bir biçim sorunu bulunduğu için Lukacs doğal olarak, bu durumla derinden ilgilenmiştir. Sorun eski çağların bir tür tıpkıbasımlarını sağlamak değil ama «'biçim yasaları'm incelemeye çabalamak ve bunları modern çağın kendi ozanlarına sunduğu malzemeye uygulamaktır.» Goethe'ye göre «artistik formlar, her zaman insan özünün ve insan ilişkilerinin en genel ve en soyut sentezleri» dir. Goethe için de, tıpkı Lukacs için olduğu gibi, Yunan Antik Çağının özel bir önemi vardır, hatta artistik biçimlerin yetkinleştirilmesinden dolayı önemi belki daha da fazladır. Yunan Antik Çağı derin bir insan-merkezeilikle (antropocentricity) tanımlanır ve bunların artistik biçimleri 'insanın özü'nü temsil etmede kullanilir. Buradaki saf anlatım —türlerin evrimi için bir amaç olarak— insanın 'evrenselliği' ve 'uyum' konularında eşsizdir.

Goethe'yi Alman kültürüyle ilgili herhangi bir tartışmanın dışında bırakmak olanaksızdır. Goethe'nin yerinin doğru saptanması, bu yüzden Lukacs için son derece önemlidir; çünkü o kendisini, Goethe'den başlayıp Schopenhauer ve Wagner aracılığıyla Nietzsche'ye uzanan geleneği, bir Lessing-Goethe-Hölderlin-Büchner-Heine-Marx geleneğiyle değiştirmeye adamıştır. Böyle bir resmi «ilişik kesme»yi başlatabilmek için Goethe, güvenilir bir politik kimliğe sahipmiş gibi görülmelidir.
"...politik açıdan genç Goethe Almanya'da olunabileceği kadarıyla bile devrimci sayılamayacağı gibi genç Schiller'in olabildiği kadar da devrimci sayılamaz Böylelikle ondaki pleb öğeler politik bir biçim içinde gözükmez. Daha çok insancıl ve devrimci ideallerin hem feodal mutlakıyetçiliğin korporatif toplumuna, hem de kabasabahğa karşı koyması biçiminde belirirler"
Burada en şaşırtıcı olan Lukacs'm 'insancıl idealler'e nasıl da bu denli kolaylıkla, «devrimci pleb» öğe kadar ve hatta son tahlilde politik sayılabilecek bir değer tamyabilmesidir. Bunu Lukacs'ın 'halk cepheciliği'nin ve usta taktikçiliğinin verdiği bir ödün olarak görmek yerine onun olgun dönemindeki estetiğinin temelini meydana getiren gerçek bir kuramsal ilkenin ifadesi saymak gerekir.

Elbette Goethe'nin politik nitelik ya da yeteneklerinin mihenk taşı, onun Fransız Devrimi'ne karşı takındığı tavırda aranmalıdır. Lukacs bu konudaki görüşlerini şöyle bağlar:
«Goethe'nin reddettiği sadece Devrimin yapılışındaki yöntemin ve birtakım isteklerin pleb yanını içerir; ama o, gittikçe artan bir ölçüde Fransız Devriminin temeldeki toplumsal özünü onaylamıştır.»
Bu alıntıyla ilgili olarak —biraz şematik kaçsa bile— şöyle bir açıklama yapabiliriz: başlangıçta bir tür 'proleterya' devrimi olma eğiliminde gördüğü Fransız Devrimi'ne düşman olan Goethe, sonunda gerçekleştirilenin bir burjuva devrimi olduğu ortaya çıkınca, yeni rejimi destekleme konusunda daha cömert davranmıştır. Lukacs, Goethe'nin Fransız Devriminin 'devrimci' niteliğini kavramasındaki yeteneğinden oldukça etkilenmiştir ve bu başarı Lukacs'a göre Goethe'nin eserlerinin 'tarihsel acıdan ilerici' yapısının bir başka doğrulanışı demektir.

Licnthein'ın belirttiği gibi, Goethe'nin siyaset görüşü Weimar kültürünün temel niteliğinin bir örneğini oluşturur: buna aristokrat ve burjuva değerlerin kaynaşması da diyebiliriz" Oysa Lukacs'ın Goethe ve Çağı adlı eserinde dokunaklı bir sessizlikle karşı karşıya kalırız. Gelişigüzel bir değinmenin dışında bu kaynaşmadan söz edilmez. Marksist kuramın uygulayıcısı için, bunu şaşırtıcı bir 'ihmal' saymak gerekir. Lukacs'ın Thomas Mann ile ilgili çalışmasında da birtakım noktaların sessizce geçiştirildiğini göreceğiz.

Lukacs'a göre Birinci Dünya Savaşının patlaması Mann ve Alman orta sınıfının durumlarını altüst etmiştir. Orta sınıfın «iktidarca korunan içselliği» dramatik bir biçimde ters yüz edilmiştir: «'içsellik', 'iktidar'm ideolojik bir kalkanına, başka bir deyişle gerici Prusya - Alman emperyalizmine dönüşmüştür.»" İşte, Lukacs'a göre, bu nokta Mann'ın Birinci Dünya Savaşındaki özel durumunu açıklar. Ama 'bir sanatçı olarak' Mann, 'burjuva' yi aramaktan vazgeçememiş ve Alman burjuvazisinin durumunu canevinde yakalamak istemiştir. Bu yüzden Mann'ın eserleri:
"...günümüzün en üstün ve şimdiye kadar görülen burjuva eleştirel gerçekçiliğinin en yetkin ifadesini (temsil eder). Bu, bir burjuva taraflından gözlenen bir burjuva dünyasıdır, ama bu burjuva her şeye önyargısız bir gözle bakmaktadır ve günümüzü değerlendirmesi, temel niteliğini kavraması ve geleceği anlamasıyla kendi sınıfının sınırlarını aşmasını başarabilmiştir."
Burada Mann'ın sınıfsal konumunu 'aşması' sorununu tartışmakla zaman kaybetmek istemiyoruz. Bunu 'sanat ve ideoloji' adlı bir başka incelememizde eie alacağız. Yalnız şunu söylemekle yetineîim: Lukacs Mann'ın özgünlüğünü «çağdaş burjuvayı gerçek bir biçimde, ösünden-tanımasu nda, bulduğuna göre söz konusu «sınıfsal konumu aşma» en azından garip bir nitelemedir. Üstelik Mann'ın Almanya'da 'burjuvayı arayışı'ndaki kahramanca mücadelesinde itici gücü sağlayan bu 'özünden tanıma'dan başka bir şey değildir.

Mann'ın Lukacs'ın semasındaki gerçek konumunu anlayabilmek için, onun Lukacs'a göre, Alman kültüründe (aslında başka kültürlerde de rastlanır) yıllar boyu süre gelen bir savaşa katıldığını görmek gerekir. Bu savaş Goethe'nin romantiklere karşı şu tavrıyla başlamıştır: "Ben klasik eserleri sağlıklı sayarım, romantik olanlar hastalıklıdır."

Eserlerindeki bu kutuplaşmanın öneminden dolayı Lukacs, Mann'ı eleştirel gerçekçilik ve yenilikçiliğin amansız düşmanı sayar. Mann'ın Nietzsche ve Freud ile ilgili olarak dile getirdiği düşünceleri de kolaylıkla bir kenara bırakır. Aslında bunu Lukacs'ın her yana yayılmış us/ussal olmayan ikileminin monolitik niteliğine bir kanıt saymalıyız.

Isaac Deutscheren durumu en iyi biçimde özetlediğini sanıyoruz: burada gözümüze çarpan «Lukacs'ın Mann ile sanki bir tür entelektüel aşk serüveni yaşamasıdır.» " Tıpkı Goethe ile ilgili değerlendirmesinde olduğu gibi, Mann'ın eserlerini de ele alırken, Lukacs'ın bu eserlerde rol oynayan ideolojik öğeleri yeterinden fazla basitleştirdiğini farkederiz. Deutscher şöyle der:
"...Mann'ı karşı koymaya ve sürgüne iten dürtü, sadece 'ilerici anti-faşizm' ya da 'burjuvayı arayış' değildir. Bu, daha çok, ince zevkli soylu (patrician) burjuvanın uygar olmayan pleblere, Swastika'nm gölgesinde cinnet getirerek sağa sola saldıran Kleinbürger ve Lumpenproletarier'e karşı duyduğu düşmanlıktır. Bu denli güçlü bir biçimde belirlenmiş niteliğinden dolayı Mann'ın Nazizm'e karşı düşmanlığı 'organik' ve yoğun olmakla birlikte, sınırlamalarının üstesinden gelmeye çalışmasına karşın oldukça dar düzeyde kalmıştır."
Burada hemen Mann'm konumuyla Goethe'nin Fransız Devrimindeki 'pleb öğeler'e karşı 'ince soylu' tavrı arasındaki dikkatleri çeken —ama hiç de şaşırtıcı sayılamayacak— koşutluğu belirtmek isteriz. Mann'm ideolojik konumuyla ilgili Deutscheren değerlendirmesinin doğruluğunu saptayabilecek durumda değiliz. Bununla birlikte önceden de değindiğimiz ideolojik eşitsizlik sorununun keskin bir değerlendirmesini, Lukacs'm Mann üzerine yazdığı kitabında bulunanlardan daha yetkin bir biçimde Deutscheren yaptığını söyleyebiliriz.

Bu bölümde Lukacs'ın burjuva (Alman) kültürünü değerlendirişinde sergilenen temel politik konumun anlamını çıkarmaya çalıştık. Buna dikkatli bir insancıllığın dolayımıyla oluşan demokratik bir ilericilik diyebiliriz. Son olarak şunu söylemek istiyoruz: Aslında Lukacs, bizi bir simge ile başbaşa bırakmaktadır: Hitler iktidarının o korkulu yıllarında, Mann Lotte Weimar'da adlı eserini yazar. Bu romanda Goethe'nin yüce kişiliği Alman burjuvazisindeki tüm yetkin güçleri biraraya getirmiştir. Tarihsel göndermelerinden ötürü bunun 'önemli' bir simge olduğunu kabul etmeliyiz. Ama şu nokta göz ardı edilemez: bu simgenin ikonik etkisi Lukacs'm bir hatasından, yani onun ideolojinin nasıl işlediğini kavrayamayışından, kaynaklanmaktadır.
1 | 2 | 3

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP