EBÜ’N-NECİB SUHREVERDÎ ve İTİKADÎ GÖRÜŞLERİ - 1
|
Cağfer KARADAŞ
Selçuklular döneminde Bağdat’ta yaşamış önemli bir tasavvuf adamı olan Ebü’n-Necib es- Sühreverdî, Bağdat Nizamiye Medresesi’nde eğitim görmüş, aynı medresede müderris olmuş ve adına Dicle kenarında bir “ribat” kurulmuştur. Günümüze kadar gelen yegane eseri “Adabü’l-müridîn” sayesinde düşüncesini öğrenme fırsatımız oldu. Bu çalışmada hayatı, düşüncesi ve itikad görüşü ele alındı. Anılan eserin başındaki, “itikad bölümü” tercüme edilip makalenin sonuna “ek” olarak konuldu.
A. Yaşadığı Dönem
Ebü’n-Necib es-Sühreverdî’nin doğum tarihi olan 490/1097 esas alınırsa, onun yaşadığı dönem Selçukluların “azamet devri”nin hükümdarı Melikşah’ın (465-485/ 1072-1092) ölümü ile başlayan çalkantılı bir zaman dilimine rastlar. Selçukluları devlet olarak yapılandıran ve toplumun birlik ve istikrarını sağlayan büyük devlet adamı Nizamülmülk (ö. 485/1092) gibi karizmatik bir şahsiyetin bulunmayışı, Terken Hatun benzeri iktidar hırsı taşıyanlara fırsat doğurmuş, bu da, karışıklığın ve devletin içine düştüğü krizin derinleşmesine yol açmıştır. Sonuçta bu durum, daha önce Sultan ile koordineli çalışan atabeklerin ve Bağdat Abbasî halifeliğinin güç kazanarak bağımsız hareket etmelerine zemin hazırlamış; Gazzâlî (ö. 505 /1111) gibi devrin güçlü alimlerinin uyarı ve önerileri dikkate alınmamış, isteğe uygun fetva üreten bilginler itibar görmüştür. Bu çalkantılı dönem, dağınık bir yapı arzeden Selçuklu Devleti’ni tekrar toparlayan Sultan Sencer’e (511-552/1118-1157) kadar sürmüştür.
Ebü’n-Necib es-Sühreverdî’nin yaşadığı dönemin önemli olaylarından biri de meşhur “Haçlı Seferleri”dir. Sühreverdî 548/1163 yılında Kudüs’ü ziyaret etmeye niyetlendiğinde haçlıların orayı işgali yüzünden bu niyetini gerçekleştirememiştir. Selçuklu Devletinin temel amacı çerçevesinde Suriye Atabekleri önceleri Şiiliğe karşı mücadele ederken, haçlıların ortaya çıkmasıyla mücadelenin yönü ve amacı değişmiştir.
Sünnîliği korumak için şii-bâtınîlere karşı yürütülen mücadele, bütün bir İslâm toplumunu korumak için Avrupa’dan gelen haçlı ordularına yönelmiştir. İmadüddin Zengî’nin (521-541/ 1127-1146) Urfa’yı haçlı işgalinden kurtarması, onu İslâm aleminde kahraman yapmıştır.
İlmî bakımdan o dönem, canlı, hareketli ve her alanda sürekli gelişmenin ve değişimin olduğu bir çağdır. Tasavvufta Kuşeyrî (ö. 465/1072), kelamda Cüveynî (478/1085) gibi etkili şahsiyetlerin hazırladığı ortamda Gazzâlî gibi bir dahi yetişmiş ve her ilim dalını etkilemiştir. Nizamülmülk’ün kurduğu dokuz kadar Nizamiye medreseleri, sünnî ilim dünyasına bir canlılık ve gelişme imkanı sağlamıştır. Nitekim Ebü’n-Necib Sühreverdî, Bağdat Nizamiyesinde hem öğrencilik hem de hocalık yapmıştır. Nizamiye gibi yarı resmî kurumların yanı sıra özel ribat (tekke) ve medreselerde faaliyet imkanı bulunabilmekteydi. Sözgelimi Gazzâlî, Tus’da kurduğu medresede yakaşık yüzelli öğrenciye eğitim verirken, Ebü’n-Necib Suhreverdî, Bağdat’ta kurduğu ribatta eğitim ve öğretim faaliyetinde bulunmuştur.
B. Hayatı ve Şahsiyeti
Tam adı, Abdulkahir b. Abdullah b. Muhammed b. Umeviyye b. Sa’d es-Sühreverdî el-Kuraşî es-Sıddıkî el-Bekrîdir. Yaklaşık 490/1097 tarihinde İran’da Acem Irak’ının Kuzeybatısında Zencan yakınlarında bulunan Suhreverd kasabasında doğdu. Erken yaşta eğitim için Bağdat’a gitti ve İsmailîlerin kendi öğretilerini geliştirmek ve yaymak için kurdukları Kahire’deki el- Ezher’e karşılık Bağdat’ta Sünnî düşünceyi korumak, geliştirmek ve yaymak için kurulan Nizamiye Medresesinde derslere devam etti. Ali b. Penhan’dan hadis, Esad Mebhin’den fıkıh, okudu. Bağdat’taki öğremini esnasında veya sonrasında Isfehan’a gidip orada devrin ünlü hadis alimerinden Ebu Ali el-Haddad’dan hadis dinledi. Bağdat’taki hayatı zorluklarla geçti, kimi zaman geçimini temin için suculuk yapmak zorunda kaldı.
Nizamiye’deki eğitiminin akabinde Gazzali’nin yaşadığına benzer bir tecrübe geçirmiş, halktan uzaklaşarak uzun süre uzlet hayatı yaşamıştır. Ancak kaynaklar Suhreverdî’nin bu tecrübeyi ne zaman yaşadığını tam olarak vermiyorlarsa da Nizamiye eğitiminin ardından meydana gelmiş olması bilgisinden hareketle bu buhranı henüz genç yaşında ve sufiliğe attığı ilk adımında yaşamış olması muhtemeldir.
Bu tecrübenin sonrasında halkın arasına dönüp va’z ve irşad faaliyetine başladı. Zamanla şöhreti yayıldı, müritlerinin sayısı arttı, faaliyeti için yerleşik ve ihtiyaca cevap verecek bir mekana ihtiyaç duyuldu. Bunun üzerine müridleri toplanıp onun için Bağdat’ta Dicle kenarında büyük bir ribat (tekke) inşa ettiler. Kaynaklar, onun bir de medresesinden bahsetmektedir. Muhtemelen aynı mekanda, hem irşad, hem de medrese öğretimi tarzında eğitim faaliyeti yürütmüştür. Kazandığı şöhret ve ilmî gücü devlet nezdinde de dikkat çekmiş olacak ki, 545/1150 tarihinde Nizamiye Medresesine müderris (öğretim üyesi) olarak tayin olundu.
548/1163 yılında Beyt-i Makdis’i ziyaret amacıyla Şam’a doğru yola çıktı. Yolculuğu meşhur “Haçlı Seferleri”nin cereyan ettiği bir döneme rast gelmesi sebebiyle gerçekleşemedi. Zira bu dönemde Kudüs’ü işgal etmiş olan haçlı güçleri ile müslümanlar savaş halindeydi. Ancak geri dönmedi Dımaşk’ta kaldı. Burada va’z ve irşad faaliyetinin yanısıra ilmi müzakerelerde bulundu, dersler okuttu. Suriye Atabeki Nureddin Mahmud b. Zengî’den (541-569/1146-1174) yakın alaka ve destek gördü. 563/1168’de tekrar Bağdat’a döndü ve aynı yıl orada öldü. Kurduğu tekkenin haziresine gömüldü.
Sufi, vâiz, ârif ve fakih olarak tanınan Ebu’Necib es- Suhreverdî, devrinde sufilerin imamı ve sufiliğin alemi olarak görülüyordu. İslamî ilimlerin hemen her dalında yetkisi, devrindeki ve sonrasında etkisi, kaynaklarda zikredilmektedir.
Gazzali’nin kardeşi meşhur sufi Ahmed el-Gazzâlî’nin (ö. 520/1126) yakın dostu ve Avârifu’l-meârif sahibi Şihabüddin Ebû Hafs Ömer es-Sühreverdî’nin (ö. 632/1234) de amcasıdır. Bağdat’ta tekke kurup etrafında müridler toplanması tasavvufî sahadaki etkisini, Nizamiye Medresesine müderris olarak atanması zâhir ilimlerde itibarlı bir noktada olduğunu gösterir. Şam bölgesinde hem halk hem de devlet erkanı tarafından saygı ve iltifatla karşılanması, bu şöhretinin Bağdat’la sınırlı kalmadığının ve İslam dünyasına yayılmış olduğunun göstergesidir.
Kaynaklarda, bizim bu çalışmamıza temel teşkil eden Âdâbü’l-mürîdîn adlı eserinin yanı sıra Şerhu’l-esmâi’l-hüsnâ, Garibü’l-mesâbîh ve Muhtasaru mişkâti’l-mesâbîh adlı eserlerinden bahsedilir ancak bunlar hakkında yeterinde aydınlatıcı bilgi verilmez.
C. Düşüncesi
Kendisini, selefin hadis ehlinden sayan Ebü’n-Necib es-Sühreverdî, bunlardan kimleri ya da hangi grubu kastettiğine açıklık getirmez. Ancak bir İslam bilgininde bulunması kendince zorunlu üç özellikten bahseder:
“Allah’ın kitabına yapışma, Hz. Peygamber’e ittiba hususunda çaba sarfetme ve sahabeye uyma”. Bu özelliklere sahip alimleri “hadisçiler, fakihler ve sufiler” olmak üzere üç gruba ayıran müellif bunlar hakkında şu bilgileri verir:
“Hadisçiler ‘Peygamber size ne getirdiyse onu alın, neyi yasakladıysa ondan geri durun’ mealindeki ayete dayanarak dinin esası gördükleri Peygamberin hadislerinin zâhirine tutunmuşlar ve sema, nakil ve hadislerin sıhhati üzerinde durmuşlardır. Bunlar dinlerine düşkün
insanlardır.
Fakihler hadislerden hüküm çıkarıp onları anlamada, hükümleri ve hadleri düzenlemede; nasih ile mensuh, mutlak ile mukayyed, mücmel ile müfesser, has ile âm, muhkem ile müteşabihi birbirinden ayırma hususunda titiz çalışmalar meydana getirmişler ve bu alanda metod oluşturmuşlardır. Hadisçilerin ilmini teslim etmekle birlikte, bu alandaki çalışmaları ile fakihler, hadisçilerden daha ileri ve üstün bir noktadadırlar.
Sufîler ise, boş şeylerden uzaklaşma ve doğruya ulaşma konusunda özellikle muhteva ve şekilde zikri geçen her iki grupla uzlaşmaya özen gösterirler. Özellikle dinî hüküm ve kurallar hususunda ilimleri yeterli olmadığı durumlarda onlara müracaat ederler. İcma ettikleri noktalarda onlara katılırlar, ihtilaf ettikleri yerlerde daha iyi olanı tercih ederler. Sufilerin anlayışında te’vil (nassı yorumlama) ve arzuların peşinden gitme yoktur. Bundan sonra sufiler yüce bilgilere ve beğenilen hallere kendilerini adarlar.”
Açıklamasından bu üç grubu bir evin üç odası gibi gördüğü, aralarındaki farklılıkların, ayrılık değil zenginlik olarak değerlendirdiği anlaşılır. Aslında bu görüşün arka planında sufileri, sünnilerin ezici çoğunluğunu oluşturan hadisçiler ve fakihlere ekleme çabası da vardır. Zira hem selefin hem de çoğunluk fakihlerin sufiliğe bakışı burada anlatıldığı kadar yumuşak değildir.
Hadisçiler ise sufileri kimi zaman dine hizmet etme duygusu kimi zaman da cehaletleri dolayısıyla hadis uydurmakla veya uydurma hadisleri kullanıp yaymakla suçlamışlardır. Ancak şu da bir gerçek ki, sufilerin kitap ve sünnete bağlı olanları her ne kadar adı geçen gruplardan tepki görseler dahi kendilerini ehl-i sünnet içerisinde saymışlar, bir kısım fakihler ve hadisçiler iyi niyetli ve dinin zâhirinden kopmayan sufileri takdirle anmışlardır.
Yukarıdaki açıklamasında Ebu'n-Necib Sühreverdî, bilgi kaynaklarını Kur’an, sünnet ve sahabe uygulaması olarak vermekle birlikte aklı tamamen dışarda bırakmaz. Ona göre akıl kalbin bir eylemidir, göze göre görme ne ise, kalbe göre de akıl o konumdadır. Kalb, akıl ile iyiyi kötüden, hakkı batıldın ayırdeder.
Sufî gelenek doğrultusunda zâhir bâtın uyumunu benimseyen Sühreverdi, “zâhirin desteklemediği bâtının, bâtıl olduğunu”söylemek suretiyle zâhirin önemini vurgular. Ona göre bâtın ilmi, zâhir ilminden çıkarsama yoluyla elde edilir. Bu “zâhir”i, asıl, kök, gövde; “bâtın”ı ise furu, dal, ayrıntı olarak görmek demektir. Bir başka deyişle bu, bâtının varlığının zâhire bağlı olma durumunun kabulu demektir.
Benzeri yaklışımları, Şa’ranî (ö. 973/1565), İmam Rabbânî (ö. 1034/1624), ve Bursevî (ö. 1137 /1725) gibi sünnî çizgide karar kılmış sonraki sufîlerin tümünde bulmak mümkündür. “Zâhir ilmi yolu bilmek, bâtın ilmi ise evin içini tanımaktır” ifadesiyle zâhir ile bâtının aynı oranda öneme sahip olduğu, birbirleriyle olan ilişkinin karşılıklı ve eşit düzeyde olduğu kanaatini belirtir.
D. İtikadî Görüşleri
Suhreverdî’nin akidesi uslup ve sadelik bakımından selefe yakın duruyorsa da içerik ve kullanılan terimler itibariyle Eş’arîliğe daha yakındır. Bir dönem Eş’arîlik merkezli Nizamiye Medreselerinde, öğrencilik ve müderrislik yaptığı göz önüne alınırsa, bu durum tabiîdir. Metindeki sadelik ise sufilerin her kesimden muhataplarının olması dolayısıyladır. Halka yönelik yazılı ve sözlü ifadeler, sade ve karmaşıklıktan uzak olmalıdır. Nitekim aynı sadeliği çağdaşı Kuşeyrî’nin (ö. 465/1072) hem er-Risâle’sinde, hem de müstakil akaid metinlerinde görmek mümkündür.
Üslûp bakımından Ebû Hanife’nin (ö. 150/767) el-Fıkhu’l-ekber, Tahavî’nin (ö. 321/933) el-Akîde, İbn Teymiyye’nin (ö. 728/1328) el-Akîdetü’l-vâsıtıyye ve İbn Arabî’nin (ö. 638/1240) halk için yazdığı Akîdetü ehli’l-İslam eserlerine benzemekle birlikte muhteva açısından Ömer en-Nesefî’nin (ö. 537/1142) Metnü’l-akaid’i ve Cüveynî’nin el-Luma’ adlı eserlerine benzemektedir.
“Tevhid” ilkesini vurgalayarak başladığı Âdâbü’l-mürîdîn adlı kitabının akaid bölümünde kullandığı bazı terimlerden hareketle akîde konusunda durduğu yerin tesbiti mümkündür. Buna en çarpıcı örnek, Selefîlerin eleştiri konusu yaptıkları kelamda isbat-ı vacib (Allah’ın varlığının isbatı) için delil kabul edilen “hüdûs delili”nin anahtar terimleri konumundaki “cevher” ve “araz” kelimelerini, Allah’ı selbî tavsif amacıyla kullanmasıdır:
“Allah birdir, ortağı yoktur...cisim değildir, zira cisim parçaların birleşmesiyle meydana gelir. Cevher değildir, çünkü cevher uzayda yer kaplayandır. Halbuki Allah Teala yer kaplamaktan (bir yerde bulunmaktan) münezzehtir, aksine her yerin ve yer kaplayanın yaratıcısıdır. Araz değildir, zira araz iki zamanda bulunmaz (bir zaman diliminden fazla varlığını sürdüremez). Allah bâkiliği (sürekliliği) zorunlu olandır. Ne birleşir, ne ayrılır, ne de parçası vardır...”
Selefin hem duruşuna, hem de varlık sebebine aykırı düşen, âyet ve hadislerden bağımsız, aklî çıkarsamalarla Allah’ı isbata yönelik bu çabayı benimsemesi mümkün değildir.
ÖZET
Selçuklular döneminde Bağdat’ta yaşamış önemli bir tasavvuf adamı olan Ebü’n-Necib es- Sühreverdî, Bağdat Nizamiye Medresesi’nde eğitim görmüş, aynı medresede müderris olmuş ve adına Dicle kenarında bir “ribat” kurulmuştur. Günümüze kadar gelen yegane eseri “Adabü’l-müridîn” sayesinde düşüncesini öğrenme fırsatımız oldu. Bu çalışmada hayatı, düşüncesi ve itikad görüşü ele alındı. Anılan eserin başındaki, “itikad bölümü” tercüme edilip makalenin sonuna “ek” olarak konuldu.
A. Yaşadığı Dönem
Ebü’n-Necib es-Sühreverdî’nin doğum tarihi olan 490/1097 esas alınırsa, onun yaşadığı dönem Selçukluların “azamet devri”nin hükümdarı Melikşah’ın (465-485/ 1072-1092) ölümü ile başlayan çalkantılı bir zaman dilimine rastlar. Selçukluları devlet olarak yapılandıran ve toplumun birlik ve istikrarını sağlayan büyük devlet adamı Nizamülmülk (ö. 485/1092) gibi karizmatik bir şahsiyetin bulunmayışı, Terken Hatun benzeri iktidar hırsı taşıyanlara fırsat doğurmuş, bu da, karışıklığın ve devletin içine düştüğü krizin derinleşmesine yol açmıştır. Sonuçta bu durum, daha önce Sultan ile koordineli çalışan atabeklerin ve Bağdat Abbasî halifeliğinin güç kazanarak bağımsız hareket etmelerine zemin hazırlamış; Gazzâlî (ö. 505 /1111) gibi devrin güçlü alimlerinin uyarı ve önerileri dikkate alınmamış, isteğe uygun fetva üreten bilginler itibar görmüştür. Bu çalkantılı dönem, dağınık bir yapı arzeden Selçuklu Devleti’ni tekrar toparlayan Sultan Sencer’e (511-552/1118-1157) kadar sürmüştür.
Ebü’n-Necib es-Sühreverdî’nin yaşadığı dönemin önemli olaylarından biri de meşhur “Haçlı Seferleri”dir. Sühreverdî 548/1163 yılında Kudüs’ü ziyaret etmeye niyetlendiğinde haçlıların orayı işgali yüzünden bu niyetini gerçekleştirememiştir. Selçuklu Devletinin temel amacı çerçevesinde Suriye Atabekleri önceleri Şiiliğe karşı mücadele ederken, haçlıların ortaya çıkmasıyla mücadelenin yönü ve amacı değişmiştir.
Sünnîliği korumak için şii-bâtınîlere karşı yürütülen mücadele, bütün bir İslâm toplumunu korumak için Avrupa’dan gelen haçlı ordularına yönelmiştir. İmadüddin Zengî’nin (521-541/ 1127-1146) Urfa’yı haçlı işgalinden kurtarması, onu İslâm aleminde kahraman yapmıştır.
İlmî bakımdan o dönem, canlı, hareketli ve her alanda sürekli gelişmenin ve değişimin olduğu bir çağdır. Tasavvufta Kuşeyrî (ö. 465/1072), kelamda Cüveynî (478/1085) gibi etkili şahsiyetlerin hazırladığı ortamda Gazzâlî gibi bir dahi yetişmiş ve her ilim dalını etkilemiştir. Nizamülmülk’ün kurduğu dokuz kadar Nizamiye medreseleri, sünnî ilim dünyasına bir canlılık ve gelişme imkanı sağlamıştır. Nitekim Ebü’n-Necib Sühreverdî, Bağdat Nizamiyesinde hem öğrencilik hem de hocalık yapmıştır. Nizamiye gibi yarı resmî kurumların yanı sıra özel ribat (tekke) ve medreselerde faaliyet imkanı bulunabilmekteydi. Sözgelimi Gazzâlî, Tus’da kurduğu medresede yakaşık yüzelli öğrenciye eğitim verirken, Ebü’n-Necib Suhreverdî, Bağdat’ta kurduğu ribatta eğitim ve öğretim faaliyetinde bulunmuştur.
B. Hayatı ve Şahsiyeti
Tam adı, Abdulkahir b. Abdullah b. Muhammed b. Umeviyye b. Sa’d es-Sühreverdî el-Kuraşî es-Sıddıkî el-Bekrîdir. Yaklaşık 490/1097 tarihinde İran’da Acem Irak’ının Kuzeybatısında Zencan yakınlarında bulunan Suhreverd kasabasında doğdu. Erken yaşta eğitim için Bağdat’a gitti ve İsmailîlerin kendi öğretilerini geliştirmek ve yaymak için kurdukları Kahire’deki el- Ezher’e karşılık Bağdat’ta Sünnî düşünceyi korumak, geliştirmek ve yaymak için kurulan Nizamiye Medresesinde derslere devam etti. Ali b. Penhan’dan hadis, Esad Mebhin’den fıkıh, okudu. Bağdat’taki öğremini esnasında veya sonrasında Isfehan’a gidip orada devrin ünlü hadis alimerinden Ebu Ali el-Haddad’dan hadis dinledi. Bağdat’taki hayatı zorluklarla geçti, kimi zaman geçimini temin için suculuk yapmak zorunda kaldı.
Nizamiye’deki eğitiminin akabinde Gazzali’nin yaşadığına benzer bir tecrübe geçirmiş, halktan uzaklaşarak uzun süre uzlet hayatı yaşamıştır. Ancak kaynaklar Suhreverdî’nin bu tecrübeyi ne zaman yaşadığını tam olarak vermiyorlarsa da Nizamiye eğitiminin ardından meydana gelmiş olması bilgisinden hareketle bu buhranı henüz genç yaşında ve sufiliğe attığı ilk adımında yaşamış olması muhtemeldir.
Bu tecrübenin sonrasında halkın arasına dönüp va’z ve irşad faaliyetine başladı. Zamanla şöhreti yayıldı, müritlerinin sayısı arttı, faaliyeti için yerleşik ve ihtiyaca cevap verecek bir mekana ihtiyaç duyuldu. Bunun üzerine müridleri toplanıp onun için Bağdat’ta Dicle kenarında büyük bir ribat (tekke) inşa ettiler. Kaynaklar, onun bir de medresesinden bahsetmektedir. Muhtemelen aynı mekanda, hem irşad, hem de medrese öğretimi tarzında eğitim faaliyeti yürütmüştür. Kazandığı şöhret ve ilmî gücü devlet nezdinde de dikkat çekmiş olacak ki, 545/1150 tarihinde Nizamiye Medresesine müderris (öğretim üyesi) olarak tayin olundu.
548/1163 yılında Beyt-i Makdis’i ziyaret amacıyla Şam’a doğru yola çıktı. Yolculuğu meşhur “Haçlı Seferleri”nin cereyan ettiği bir döneme rast gelmesi sebebiyle gerçekleşemedi. Zira bu dönemde Kudüs’ü işgal etmiş olan haçlı güçleri ile müslümanlar savaş halindeydi. Ancak geri dönmedi Dımaşk’ta kaldı. Burada va’z ve irşad faaliyetinin yanısıra ilmi müzakerelerde bulundu, dersler okuttu. Suriye Atabeki Nureddin Mahmud b. Zengî’den (541-569/1146-1174) yakın alaka ve destek gördü. 563/1168’de tekrar Bağdat’a döndü ve aynı yıl orada öldü. Kurduğu tekkenin haziresine gömüldü.
Sufi, vâiz, ârif ve fakih olarak tanınan Ebu’Necib es- Suhreverdî, devrinde sufilerin imamı ve sufiliğin alemi olarak görülüyordu. İslamî ilimlerin hemen her dalında yetkisi, devrindeki ve sonrasında etkisi, kaynaklarda zikredilmektedir.
Gazzali’nin kardeşi meşhur sufi Ahmed el-Gazzâlî’nin (ö. 520/1126) yakın dostu ve Avârifu’l-meârif sahibi Şihabüddin Ebû Hafs Ömer es-Sühreverdî’nin (ö. 632/1234) de amcasıdır. Bağdat’ta tekke kurup etrafında müridler toplanması tasavvufî sahadaki etkisini, Nizamiye Medresesine müderris olarak atanması zâhir ilimlerde itibarlı bir noktada olduğunu gösterir. Şam bölgesinde hem halk hem de devlet erkanı tarafından saygı ve iltifatla karşılanması, bu şöhretinin Bağdat’la sınırlı kalmadığının ve İslam dünyasına yayılmış olduğunun göstergesidir.
Kaynaklarda, bizim bu çalışmamıza temel teşkil eden Âdâbü’l-mürîdîn adlı eserinin yanı sıra Şerhu’l-esmâi’l-hüsnâ, Garibü’l-mesâbîh ve Muhtasaru mişkâti’l-mesâbîh adlı eserlerinden bahsedilir ancak bunlar hakkında yeterinde aydınlatıcı bilgi verilmez.
C. Düşüncesi
Kendisini, selefin hadis ehlinden sayan Ebü’n-Necib es-Sühreverdî, bunlardan kimleri ya da hangi grubu kastettiğine açıklık getirmez. Ancak bir İslam bilgininde bulunması kendince zorunlu üç özellikten bahseder:
“Allah’ın kitabına yapışma, Hz. Peygamber’e ittiba hususunda çaba sarfetme ve sahabeye uyma”. Bu özelliklere sahip alimleri “hadisçiler, fakihler ve sufiler” olmak üzere üç gruba ayıran müellif bunlar hakkında şu bilgileri verir:
“Hadisçiler ‘Peygamber size ne getirdiyse onu alın, neyi yasakladıysa ondan geri durun’ mealindeki ayete dayanarak dinin esası gördükleri Peygamberin hadislerinin zâhirine tutunmuşlar ve sema, nakil ve hadislerin sıhhati üzerinde durmuşlardır. Bunlar dinlerine düşkün
insanlardır.
Fakihler hadislerden hüküm çıkarıp onları anlamada, hükümleri ve hadleri düzenlemede; nasih ile mensuh, mutlak ile mukayyed, mücmel ile müfesser, has ile âm, muhkem ile müteşabihi birbirinden ayırma hususunda titiz çalışmalar meydana getirmişler ve bu alanda metod oluşturmuşlardır. Hadisçilerin ilmini teslim etmekle birlikte, bu alandaki çalışmaları ile fakihler, hadisçilerden daha ileri ve üstün bir noktadadırlar.
Sufîler ise, boş şeylerden uzaklaşma ve doğruya ulaşma konusunda özellikle muhteva ve şekilde zikri geçen her iki grupla uzlaşmaya özen gösterirler. Özellikle dinî hüküm ve kurallar hususunda ilimleri yeterli olmadığı durumlarda onlara müracaat ederler. İcma ettikleri noktalarda onlara katılırlar, ihtilaf ettikleri yerlerde daha iyi olanı tercih ederler. Sufilerin anlayışında te’vil (nassı yorumlama) ve arzuların peşinden gitme yoktur. Bundan sonra sufiler yüce bilgilere ve beğenilen hallere kendilerini adarlar.”
Açıklamasından bu üç grubu bir evin üç odası gibi gördüğü, aralarındaki farklılıkların, ayrılık değil zenginlik olarak değerlendirdiği anlaşılır. Aslında bu görüşün arka planında sufileri, sünnilerin ezici çoğunluğunu oluşturan hadisçiler ve fakihlere ekleme çabası da vardır. Zira hem selefin hem de çoğunluk fakihlerin sufiliğe bakışı burada anlatıldığı kadar yumuşak değildir.
Hadisçiler ise sufileri kimi zaman dine hizmet etme duygusu kimi zaman da cehaletleri dolayısıyla hadis uydurmakla veya uydurma hadisleri kullanıp yaymakla suçlamışlardır. Ancak şu da bir gerçek ki, sufilerin kitap ve sünnete bağlı olanları her ne kadar adı geçen gruplardan tepki görseler dahi kendilerini ehl-i sünnet içerisinde saymışlar, bir kısım fakihler ve hadisçiler iyi niyetli ve dinin zâhirinden kopmayan sufileri takdirle anmışlardır.
Yukarıdaki açıklamasında Ebu'n-Necib Sühreverdî, bilgi kaynaklarını Kur’an, sünnet ve sahabe uygulaması olarak vermekle birlikte aklı tamamen dışarda bırakmaz. Ona göre akıl kalbin bir eylemidir, göze göre görme ne ise, kalbe göre de akıl o konumdadır. Kalb, akıl ile iyiyi kötüden, hakkı batıldın ayırdeder.
Sufî gelenek doğrultusunda zâhir bâtın uyumunu benimseyen Sühreverdi, “zâhirin desteklemediği bâtının, bâtıl olduğunu”söylemek suretiyle zâhirin önemini vurgular. Ona göre bâtın ilmi, zâhir ilminden çıkarsama yoluyla elde edilir. Bu “zâhir”i, asıl, kök, gövde; “bâtın”ı ise furu, dal, ayrıntı olarak görmek demektir. Bir başka deyişle bu, bâtının varlığının zâhire bağlı olma durumunun kabulu demektir.
Benzeri yaklışımları, Şa’ranî (ö. 973/1565), İmam Rabbânî (ö. 1034/1624), ve Bursevî (ö. 1137 /1725) gibi sünnî çizgide karar kılmış sonraki sufîlerin tümünde bulmak mümkündür. “Zâhir ilmi yolu bilmek, bâtın ilmi ise evin içini tanımaktır” ifadesiyle zâhir ile bâtının aynı oranda öneme sahip olduğu, birbirleriyle olan ilişkinin karşılıklı ve eşit düzeyde olduğu kanaatini belirtir.
D. İtikadî Görüşleri
Suhreverdî’nin akidesi uslup ve sadelik bakımından selefe yakın duruyorsa da içerik ve kullanılan terimler itibariyle Eş’arîliğe daha yakındır. Bir dönem Eş’arîlik merkezli Nizamiye Medreselerinde, öğrencilik ve müderrislik yaptığı göz önüne alınırsa, bu durum tabiîdir. Metindeki sadelik ise sufilerin her kesimden muhataplarının olması dolayısıyladır. Halka yönelik yazılı ve sözlü ifadeler, sade ve karmaşıklıktan uzak olmalıdır. Nitekim aynı sadeliği çağdaşı Kuşeyrî’nin (ö. 465/1072) hem er-Risâle’sinde, hem de müstakil akaid metinlerinde görmek mümkündür.
Üslûp bakımından Ebû Hanife’nin (ö. 150/767) el-Fıkhu’l-ekber, Tahavî’nin (ö. 321/933) el-Akîde, İbn Teymiyye’nin (ö. 728/1328) el-Akîdetü’l-vâsıtıyye ve İbn Arabî’nin (ö. 638/1240) halk için yazdığı Akîdetü ehli’l-İslam eserlerine benzemekle birlikte muhteva açısından Ömer en-Nesefî’nin (ö. 537/1142) Metnü’l-akaid’i ve Cüveynî’nin el-Luma’ adlı eserlerine benzemektedir.
“Tevhid” ilkesini vurgalayarak başladığı Âdâbü’l-mürîdîn adlı kitabının akaid bölümünde kullandığı bazı terimlerden hareketle akîde konusunda durduğu yerin tesbiti mümkündür. Buna en çarpıcı örnek, Selefîlerin eleştiri konusu yaptıkları kelamda isbat-ı vacib (Allah’ın varlığının isbatı) için delil kabul edilen “hüdûs delili”nin anahtar terimleri konumundaki “cevher” ve “araz” kelimelerini, Allah’ı selbî tavsif amacıyla kullanmasıdır:
“Allah birdir, ortağı yoktur...cisim değildir, zira cisim parçaların birleşmesiyle meydana gelir. Cevher değildir, çünkü cevher uzayda yer kaplayandır. Halbuki Allah Teala yer kaplamaktan (bir yerde bulunmaktan) münezzehtir, aksine her yerin ve yer kaplayanın yaratıcısıdır. Araz değildir, zira araz iki zamanda bulunmaz (bir zaman diliminden fazla varlığını sürdüremez). Allah bâkiliği (sürekliliği) zorunlu olandır. Ne birleşir, ne ayrılır, ne de parçası vardır...”
Selefin hem duruşuna, hem de varlık sebebine aykırı düşen, âyet ve hadislerden bağımsız, aklî çıkarsamalarla Allah’ı isbata yönelik bu çabayı benimsemesi mümkün değildir.