EBÜ’N-NECİB SUHREVERDÎ ve İTİKADÎ GÖRÜŞLERİ - 2

Selefin ve hadisçilerin naslara bağlılığı ve yabancı kültürel unsurlara karşı pozisyonu dikkate alındığında Sühreverdi’nin anlayış ve duruşuyla benzerlik kurmak mümkün değildir. Müellifimizden iki asır sonra yaşamış ve fikir açısından ikinci kuşak selefilerin lideri sayılan İbn Teymiyye’nin en tanınmış ve selefilerin çok değer verdiği akide kitabı olan el-Akîdetü’l-vâsıtıyye’de ne cevher ve araz terimleri ne de aklî metodla Allah’ın varlığının izahı bulunur.

Hicrî yedinci asır alimlerinden ünlü hadis usûlcüsü İbnu’s-Salâh (ö. 643/1245) ise felsefe ve uzantılarından gelme terimlerin İslam ilimlerinde kullanılmasına çok sert tepki gösterir ve bunu “şeytanın tuzağına düşmek” olarak niteler.

Bu durumda daha önce geçen kendisini “hadiscilerin selefinden” şeklinde nitelemesi akide metninin muhtevası ile örtüşmemektedir. Aslında akidenin içeriğine daha önce işaret olunduğu gibi, Nizamiye’de ders görmesi ve muhtemelen Cüveynî ve Gazzâlî’nin etkisiyle Eş’arilik rengi hakimdir.

Kur’an’da ve hadislerde geçen “vech”, “yed” gibi haberî sıfatları işlevsiz kılmaksızın, isbatından yana tavır alması da selefe yakınlığı olarak görülemez, zira o dönemde Ehl-i Sünnet arasında bu tür sıfatların tevili yerleşmiş ve yaygınlık kazanmış değildi.

Nübüvvet konusuna fazlaca yer vermeyen Suhreverdi, sadece peygamberlerin meleklerden üstün olduğu hususu ile Hz. Muhammed’in (a.) peygamberlerin en üstünü ve son peygamber olmasını dile getirir. Peygamberden sonra üstünlük sıralamasını Ebû Bekr, Ömer, Osman ve Ali(r.) şeklinde getirmesi Ehl-i Sünnet’in genel temayülü doğrultusundadır.

Geleneksel anlayışta peygamber “mucize ile desteklenmiş kişi” olarak tanımlanır ve mucize peygamberin elçiliğinin delili olarak görülür. Suhreverdî bunun aksine peygamberin peygamberliğinin delinin mucize değil “irsal” (peygamberin elçi olarak gönderilmesi) olduğunu iddia eder. Bu ifadeden, "peygamber mucize göstermese de peygamberdir ve insanlar ona inanmak zorundadır" anlamı çıkar. Ancak peygamberin insanları inandırabilmesi için birtakım deliller ileri sürmesi gerekir. Nitekim Kur’an’da peygamberler anlatılırken mucize göstermeleri onların ayrılmaz bir özelliği olarak sunulur. Ancak Suhreverdî temelde mucizeyi kabul etmiyor değildir. Belki de mucizenin “tehaddi” (meydan okuma) yönüne bakarak, bunun kafirlere yönelik bir tehdit ve inatlarını kırma olarak görmüş ve bundan dolayı da müminler için gerekli bulmamış olabilir. Zaten mucizenin “peygamberin elinde gerçekleşmesi” ve “tehaddi” özellikleri ile kerametten ayrıldığını söylemesi bu durumu güçlendirmektedir. Kerametin gizli tutulması hususuna vurgu yapması, zühd ehli sufilerin anlayışının bir yansımasıdır. Ona göre keramet, velinin isteği ile değil Allah’ın iradesiyledir.

Görünmeyen varlıklar ve ahiret halleri hususlarında Ehl-i Sünnet’in eğilimlerini paylaşan Suhreverdî, sünni kesimin görüşü doğrultusunda ecelin tek olması ve rızık konularına vurgu yapar. Rızkın helal ve kazancın helal yoldan elde edilmesi üzerinde durmasını, sufi hassatiyetinin ve titizliğinin bir göstergesi olarak görmek gerekir.

Akidesinin sonunda yer verdiği “iman” konusunda “İman, kalp ile tasdik, dil ile ikrar ve rükünlerini yerine getirmektir” sözüyle selef ve hadis ehline yakın bir anlayışta görülürken, “ikrarı olmayan kâfir, tasdiki olmayan münafık, ameli olmayan fasık, sünnete uymayan mübtedi’dir (bid’atçı) ve insanlar amellerle üstünlük kazanırlar”, ifadesi ile ameli olmayanı mü’min sayması ve amelde niceliksel bir ziyadelik değil, niteliksel bir üstünlük kabul etmesi açısından kelamcılara yakın bir görüntü sergiler. Kalben tasdikin özür bulunmadıkça yeterli olamayacağı ve ikrarın şart olduğu görüşü, bir kısım Hanefî fakihlerinin bu husustaki görüşlerine paralel düşmektedir. İmanda istisnanın (inşaallah mü’minim demek) kişinin kalbinde şüphe doğuracaksa caiz olmadığı, buna mukabil “İnşaalah mescid-i harama emin bir bir şekilde gireceksiniz” ayetine dayanarak şüphe doğurmayan durumlarda, caiz olduğu görüşü ile de Eş'arilere yakın bir duruş sergiler.

Ek. Akâid Esasları

Sufiler şu hususlarda icma ettiler: Allah birdir, ortağı yoktur. Ne zıttı ne benzeri ne de dengi vardır. Kendisini nitelediği niteliklerle muttasıf, isimlendirdikleri ile isimlenmiştir. Cisim değildir, çünkü cisim parçaların birleşmesiyle oluşur. Halbuki, birleşik olan birleştirene muhtaçtır. Cevher
değildir, zira cevher uzayda yer kaplayandır. Allah Teala ise, yer kaplamaktan ve bir mekanda bulunmaktan münezzehtir, aksine her yerin ve yer kaplayanın yaratıcısıdır. Araz değildir, çünkü araz, iki zamanda varlığını sürdüremez. Halbuki, Allah varlığı sürekli ve zorunlu olandır. O, ne birleşir, ne ayrılır, ne de parçası vardır. Hiçbir zikir ve fikir O’nu ihata edemez.

Yapılan kulluklar tam olarak hakkını ifa edemez, işaretler O’un gösteremez, fikirler O’nu kuşatamaz, gözler O’nu göremez. Katında her şey bir ölçü iledir. Allah’ın kevniyyetinden (oluşmasından) değil ancak mevcudiyyetinden (varolmasından) bahsedilebilir. Çünkü her mevcud, oluşmuş değildir, ama her oluşmuş mevcuddur. Allah, hayalde ve zihinde beliren her tasavvurdan başkadır.

“Ne zaman?” dersen, Onun varlığı zamanın ötesindedir (dışındadır). “Nasıl?” dersen, O zatının tasavvurunu engellemiştir. “Nerede?” dersen, mekanın dışındadır. O’nun varlığı yarattığı her şeyin sebebidir, ama yaratmasının sebebi yoktur.

Zatının keyfiyyeti yoktur, yaratması bir yükümlülüğün gereği değildir. Gözlerden kendini gizlediği gibi, akıllardan da gizlemiştir. Çünkü akıl, benzeri olana işaret edebilir. Zaten akıl kulluğu yerine getirmenin (ubudiyyet) bir aracıdır. Bundan dolayı akıl, rububiyyete işaret edemez, zira ne O’nun zatı diğer zatlar gibi, ne de sıfatı diğer sıfatlar gibidir. Allah’ın sıfatı olan “ilm”in manası “cehli gidermek”, “kudret”in manası da “aczi gidermek” değildir.

Benzetme yapmaksızın ve işlevsiz (muattal) kılmaksızın vech, yed, nefs, sem’, basar gibi sıfatları, Allah’ın kitabında zikrettiği ve Peygamber’in sahih sözlerinde haber verdiği şekliyle kabul etmişlerdir. Nitekim Allah Teala, “Allah’ın benzeri yoktur. O semi’ ve basîrdir.”buyurur.

Kendisine “Allah” sorulan bir zat şöyle dedi: “Eğer zatını soruyorsan, O’nun benzeri yoktur. Sıfatlarını soruyorsan, O, bir, noksansız, doğurmayan, doğmamış, dengi olmayandır. İsmini soruyorsan, O’ndan başka ilah yoktur; görüneni ve görünmeyeni bilir, rahmân ve rahîmdir. Fiillerini soruyorsan, O, her an bir iştedir.”

“İstiva” hususunda ise Malik b. Enes bununla ilgili sorulan bir soruya şöyle cevap vermiştir: “İstivâ ma’lûmdur, keyfiyeti ma’kûl değildir, ona inanmak farzdır, onunla ilgili soru sormak bid’attır.” Sufilerin “nüzül” hakkındaki görüşleri de yukarıdaki gibidir. Kur’an’ın Allah’ın kelamı ve yaratılmamış olduğunda ittifak etmişlerdir. Kur’an mushaflarda yazılı olan, dillerce okunan ve sözkonusu yazılı olan ve okunanla çelişmeksizin hafızalarca ezberlenendir.

Sufiler, Allah’ın cennette gözlerle görülmesinin (ru’yetullah) mümkün olduğu hususunda da icma’ etmişlerdir. Ancak, Allah, gözle algılamayı zikretmemiştir. Çünkü gözün algılamasında keyfiyet (nitelik) ve ihata (kapsama) boyutları bulunmaktadır. Ru’yette bunlar olmayacaktır. Nitekim Hz. Peygamber “Siz, Rabbinizi kıyamet gönü itişme kakışma olmaksızın, bedir gecesi dolunayı gördüğünüz gibi göreceksiniz.” hadisinde dolunayı görme fiilini, Allah’ı görme fiiline, diğer bir deyişle “görülen şeyleri” değil, “görme” işini benzetmiştir.

Allah’ın kitabında ve Peygamber’den gelen rivayetlerde geçen hususları tasdik ve ikrar etmede görüş birliği içerisindedirler. Bu hususlar, cennet, cehennem, levh, kalem, havz, şefaat, sıraat, mizan, sur, kabir azabı, münker ve nekir’in sorgusu, şefaat edenlerin şefaati ile cehenemden bazı insanların çıkarılması, öldükten sonra dirilme, cennet ve cehennemde ebedî kalmak üzere yaratılmış olması ile içindekilerin ebedî olarak nimetlendirilmeleri ve azaba çarptırılmalarıdır. Ayrıca mü’minlerden büyük günah sahipleri cehennemde ebedi kalmayacaklardır. Allah Teala’nın “Allah sizi ve yapmakta olduklarınızı yarattı” ayetinde geçtiği gibi Allah insanların bizzat kendilerinin yaratıcısı olduğu gibi amellerinin (fiillerini) de yaratıcısıdır. Yaratılmış her varlık kendi eceli ile ölür. Şirk ve isyanların tamamı, Allah’ın kaza ve kaderiyledir. Allah’a karşı hiç kimsenin bir bahanesi olamaz, zira Allah “De ki, açık delil Allah’ındır.” (buyurarak bunu ortadan kaldırmıştır). Allah kulunun isyanına ve küfrüne razı olmaz, zira rıza iradeden farklıdır. Her iyi kimsenin ve günahkarın arkasında (imamlığında) namaz kılmak caizdir. Sufiler, ne bir kimseyi yaptığı bir hayırdan dolayı cennetlik, ne de büyük günahlardan dolayı cehennemlik olarak görürler.

Halifenin Kureyş’ten olması gerektiği, bu konuda hiçbir tartışmanın kabuledilebilir olmadığı ve zalim de olsa yöneticilere (vulât) karşı çıkılamayacağı kanaatindedirler.

Kitaplara, nebilere ve rasullere, onların beşerin en üstünü, Hz. Peygamber’in de onların en üstünü olduğuna, peygamberliğin O’nunla son bulduğuna inanırlar.

Hz. Muhammed’den (s.) sonra beşerin en üstünü Hz. Ebu Bekir, sonra Hz. Ömer, sonra Hz. Osman, sonra Hz. Ali’dir. Bunları sırasıyla Hz.Peygamber’in cennetle müjdelediği on sahabe, Hz. Peygamber’in bulunduğu asırda yaşayanlar, ilmi ile âmil alimler ve insanlara yararı dokunan kimseler takip eder.

Peygamberlerin, meleklerden üstün olduklarında icma etmişler, ancak, meleklerin mü’minlerden üstünlüğü ile meleklerin ve insanların kendi aralarındaki üstünlük hususunda ihtilaf etmişlerdir.

Helali talep etmenin farz olduğunda da icma etmişlerdir. Zira yeryüzü helalden yoksun değildir. Nitekim Allah, kullarından helali talep etmelerini istemiştir. Rızkın bir yerde çok, bir başka yerde az olmasını Allah murad etmiştir. Eğer bir kimsenin malı görünüşte temiz (helal) ise, malı ve kazancı dolayısıyla itham edilemez.

Kâmil imanın, dil ile ikrar, kalp ile tasdik ve rükunleri ile amel olduğu hususunda icma etmişlerdir. İkrarı terkeden kafir, tasdiki terkeden münâfık, ameli terkeden fasık, sünnete uymayı terkeden ise bidatçıdır (mübtedi). İnsanlar imanda birbirinden üstün olabilir. Kalben bilmek, Allah’a ve peygamberine inanmadıkça geçerli değildir. Ancak şer’î bir özür dolayısıyla imanı gizli tutmak bu hükmün dışındadır.

Şüphe taşımaksızın, tekid yollu ve iman sözcüğüne bitişik bir şekilde söylenen imanda istisnayı (inşaallah mü’minim demeyi) caiz görmüşlerdir. Çünkü bu, gaybî bir meseledir. Hasan Basrî’ye “Gerçekten mü’min misin?” diye sorulduğunda “Bundan kanımın dökülmesini helal saymayı, kestiğimi helal kabul etmeyi, nikahımın geçerliliğini kastediyorsan, gerçekten mü’minim; şayet bundan cennete girmemi, cehennemden kurtulmamı ve Allah’ın benden razı olmasını kastediyorsan inşaallah mü’minim.” diye cevap verdi. Nitekim Allah Teala, “İnşaallah Mescid-i Haram’a emin bir şekilde gireceksin”şeklinde Kur’an’da “istisna”yı kullanmıştır. Onda şüphe yoktur. “Allah’ın ayette istisna kullanması” hususu sorulan bir zat şöyle cevap vermiştir: “Bu, Allah’ın kullarını terbiye ve onlara uyarı içindir. Zira eksiksiz ve kusursuz ilim sahibi olan Allah Teala, böyle bir istisna kullanırsa, kusurlu ve eksik ilim sahibi kulların istisnayı kullanması, daha yerinde bir davranış olur. Nitekim Hz. Peygamber, ölümden ve ölenlere katılmaktan şüphe etmediği halde, “İnşaallah size katılmamız yakındır” buyurmuştur. Bu da istisnanın şüphe bulunmaksızın kullanılmasının sahihliliğini gösterir.
1 | 2

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP