Corliss Lamont’ta “Seçme Özgürlüğü ve Belirlenimcilik” Problemi - 2
|
Nitekim tamamen maddi bir evren tasavvurunu benimseyen Lamont (1997: 126, 143; 1967: 9) kütlenin korunumu yasasına aykırı bulduğu için idealist açıklamaları (1997: 133) ve parsimoni yasasına yani basitlik ilkesine muhalif gördüğü için de düalist açıklamaları ve anlayışları (1997: 138) kabul etmez. Onun kategorileri kendi deyişiyle sadece gözleme dayalı tespitler ve empirik genellemelerdir. Böyle empirik genellemelerden biri olarak kabul ettiği olumsallık, ona göre, “töz, faaliyet, form, nitelik, nicelik, süre, şimdilik, nedensellik, zorunluluk, bireysellik, ilişki, potansiyellik, sonuçlanma, birlik ve çokluk” (1997: 187-190) gibi varlığın diğer temel özelliklerinden, gerçekliğin nihai kategorilerinden yalnızca birisidir ve –ileride değinileceği üzere- diğerleriyle birlikte özgür seçimi mümkün kılar.
Olumsallık ile rastlantı kelimelerini aynı anlamda kullanan (1997: 169) Lamont için olumsallık ve dolayısıyla rastlantı, aralarında zorunlu bir nedensellik bağlantısı olmaksızın birbirinden bağımsız olarak başlayan en az iki olayın zaman ve mekân açısından belli bir yerde buluşmalarıdır. Lamont’un düşüncesinde, her bir olay, meydana gelmesi için diğerinden bağımsız olarak kendi içyapısından kaynaklanan nedenlere sahip olduğundan olumsallık, büsbütün nedensizlik değil sadece birbiriyle ilgisiz iki nedensel silsilenin bir noktada kesişmesidir (1967: 59-60; 1975: 52).
O halde denebilir ki, Lamont için olumsal bir olay ile olumsal olmayan bir olay arasındaki fark, nedeni olan bir şey ile nedeni olmayan bir şey arasında değil, zorunlu bir ardıllık içinde birbirine bağlanabilen ve bağlanamayan ve böylelikle tam bir ön deyide bulunulabilen ve bulunulamayan iki şey arasındadır. Olumsal bir olayın şartlı bir olay olduğu için olması kadar olmamasının da düşünülebileceğini vurgulayan Lamont’a göre olumsallık, doğada geçerli bir neden-etki ilişkisi başlatabilse de, kendi içinde bir şey meydana getirme gücüne sahip olmadığı gibi kendi başına belli bir amaca da yönelmez. O, yalnızca, olup olmayacağı konusunda belirsizlik bulunan olaylara verdiğimiz bir isimdir (1967: 66; 1997: 169). Bundan dolayı Lamont, olumsal bir olayın, belirsizlikten dolayı, meydana geleceği önceden kesin olarak bilinemese de, meydana geldikten sonra –artık belirsizlik ortadan kalkmış olduğu için- rasyonel olarak açıklanabileceğini kabul etmektedir (1967: 70).
Nasıl Laplace belirlenimciliği haklı çıkarmak için Newtoncu klasik fiziğe başvuruyorsa, Lamont da belirlenimsizciliği haklı çıkarmak için Heisenberg’in kuantum fiziğine başvurmaktadır. O, Heisenberg’in kuantum fiziğiyle ilgili çalışmaları sonunda öne sürdüğü kesinsizlik ilkesini (principle of uncertainity) doğada tam bir belirlenimciliğin değil de en azından doğanın bir kısmında bir belirsizliğin, dolayısıyla da olumsallığın bulunduğu görüşünü destekleyen bir gelişme olarak yorumlar. Heisenberg, kesinsizlik ilkesinden söz ederken, atom altı doğada bir atomun çekirdeği etrafında dönen herhangi bir elektronun gelecek bir anda aynı zamanda hem hızını hem de konumunu bilmenin imkânsız olduğu tespitine dayanıyordu. Halbuki Lamont Heisenberg’in “kesinsizlik ilkesine”, kesinsizliğin gözlemci konumundaki insandan yani öznel bir durumdan değil, bunun yerine atom altı doğadaki olayların kendi işleyişinden yani nesnel bir durumdan kaynaklandığını düşünen Capek’in görüşüne dayanarak, “belirsizlik ilkesi” (principle of indeterminacy) demeyi tercih eder (1967: 92-93).
Lamont’un doğadaki belirsizlik unsuru ve olumsal olayların varlığı lehindeki bir diğer haklı çıkarımı da, belirlenimci iddianın kendisini en basit açıklayıcı hipotez olarak görmekle bir indirgeme yanlışına düştüğü iddiasıdır: Lamont Ockham’ın Usturası ya da Basitlik İlkesi olarak da bilinen Parsimoni Yasasına başvuran belirlenimciliğin, doğadaki karmaşıklığı basitleştirmeye çalıştığı için, bireysellik, potansiyellik, çoğulculuk ve çeşitlilik gibi doğada var olan karmaşık birçok olguyu tam olarak açıklama gücünden yoksun kaldığını düşünür (1967: 95).
Ona göre doğa yasaları olarak tabir edilen bilimsel yasalar bile katı bir belirlenimciliği, mutlak bir zorunluluğu haklı çıkarıyor değillerdir. Tam tersine, onlar doğada olumsallığın varlığına işaret ederler (1967: 83-84; 1997: 172). Çünkü bilimsel yasalar doğadaki az ya da çok birbirinden yalıtılmış olaylar sistemine göndermede bulunan “öyle ise böyle”, veya “A ise B” şeklinde ifade edilen “koşullu ilişkileri” dile getirirler (1997: 169-170; 1967: 46). Buna göre, su 100 derecede kaynar demek suyun sıcaklığı 100 dereceye ulaşınca kaynayacağını söylemektir, ama suyun sıcaklığının 100 dereceye ulaşacağının bir garantisi yoktur (1997: 169). Bilimsel yasalar birtakım değişkenlerle sınırlıdırlar (1997: 172). Lamont’a göre, mekanik veya ekonomik herhangi belirleyici bir sistemde “Bir B olayı meydana gelecektir” önermesi “Bir A olayı meydana gelecektir” önermesinin kaçınılmaz mantıksal sonucu olabilir ama bir bütün olarak doğal dünyanın her tarafında bu manada kaçınılmazlık diye bir şey yoktur. Bazı durumlarda, doğal dünyada, C gibi özel bir sistemin üyesi olmayan ilgisiz bir başka olay da meydana gelebilir ve bu, A olayı ile B olayı arasına girerek B’nin olmasını engelleyebilir. Nitekim bundan dolayı bilim artık mutlak doğruya ve kesinliğe ulaşma hedefinden vazgeçmiş olup, bunun yerine bilimsel bulguları, öndeyileri ve yasaları muhtelif olasılık derecelerinde ifade etmektedir (1967: 50).
Bilim olumsallığı dikkate almakta, zorunluluğu da A ise B formundaki koşullu ilişkilerin sonucu olarak yorumlamaktadır. Demek ki olumsallığı mekanizmin ve zorunluluğun zıttı olarak değil de doğanın işleyiş tarzındaki temel bir nitelik olarak gören Lamont (1967: 61) için ne zorunluluk olumsallığı ne de olumsallık zorunluluğu doğadan kaldırabilir; tersine onlar birbirlerini tamamlarlar (1988: 404; 1975: 52; 1967: 58, 66; 1997: 170). Lamont doğada bir defa başladı mı kaçınılmaz sonuçlar üreten güçler olduğunu kabul eder, ama onların başlamasının bir yasa formunda zorunlu kılınmış olduğunu kabul etmez (1967: 61). Lamont’a göre zorunluluğu başlatan da olumsallıktır (1967: 60).
Benzer şekilde, nedenselliği başlatan da olumsallıktır ve o, zorunluluk gibi nedensellikle de karşıt değildir. Çünkü olumsallığın kendisi bir neden-etki ardıllığına işaret eder, ama bu örneğin Titanik ile buzdağı arasındaki çarpışmada olduğu gibi süreklilik ve alışkanlık arz etmediği için yasalılık formunda dile getirilemeyen bir neden-etki ardıllığıdır (1967: 66). Lamont’a göre, doğa yasaları olayların ardıllığına ve karşılıklı ilişkilerine işaret ederler yoksa evrende top yekûn bir zorunluluk olduğuna değil. “Einstein gibi bir düşünürle aynı kanaatte olmama riskine karşın”, der Lamont, “şunu söylemek zorundayım ki, nedenselliği bütün olayların düzenlenmiş bir intizam içinde oluşu ile eş anlamda kullanmak ciddi bir yanlıştır. Bu intizam ve birlik bütün olaylar ve nedenleri için geçerli değildir. Doğada hem yasalılık hem de olumsallık ve rastlantı için geniş bir alan vardır” (1967: 55). Bazıları gibi (Patrick 1935: 307; Hartshorne 1962: 170) Lamont için de bilimsel doğa yasaları evrenseller/tümeller (universals) diye de adlandırılan genelleştirilmiş önermeler olduklarından içlerinde “belkilere” (may be’s) yer verirler. Onlar birçok farklı tikel olayın genel yasalar altında örneklendiği formülleştirmelerdir. Lamont, buradan hareketle şu yargıya varır (1967: 106- 107): Katı belirlenimcilik iç mantığı gereği doğada “belki”leri kabul edemeyeceğine göre onun kendisini haklı çıkarmak için bilimsel doğa yasalarına başvurması kendi kendini çürütücü bir teşebbüstür.
Dahası meydana gelen her farklı tikel olayın gerçek anlamda yeni bir olay olduğunu düşünen Lamont’a göre insan dahil var olan her şeyin kendini meydana getiren nedenlerden farklı olarak kendine özgü bir niteliği yani “bireyselliği” vardır (1967: 137-138; 1997: 182). O yüzden, Lamont katı belirlenimciliğin insan eylemlerini sadece nedensel öncellerine göndermede bulunarak açıklamakla genetik yanlışa düştüğünü ileri sürmektedir. Ona göre genetik yanlış, nedensellik ilkesini “etkinin tüm nitelikleri bir şekilde nedende önceden var olmalıdır” diye anlamaktan kaynaklanmaktadır (1967: 136-137; 1997: 182).
Üstelik Lamont’a göre, nedensellik ilkesi olgusal araştırmada bulunan bilimsel teşebbüs için gerekli temel bir postula olarak alınmıştır ama hiçbir zaman kesin olarak ispatlanmış da değildir. Bilimde nedensellik postulası doğada tespit edilen herhangi bir olayın o olayla ilgili sonraki deneyimlerde de daha önce göstermiş olduğu tür ve dereceden bağlantılar göstereceğini kabul eder. Bu ise her şeyi kuşatıcı bir zorunluluğun hâkim olduğu birlikli, homojen bir doğa tasavvurunu varsayar. Ancak bu birlikli homojen doğa tasavvuru da kesin ispatı bulunmayan bir postuladır (Lamont 1967: 51). Oysa Lamont’a göre, doğa heterojen olup bireysellik, çoğulculuk, potansiyellik ve olumsallıklarla doludur. Dewey gibi doğada var olan her şeyin kendine özgü bir birey olduğunu kabul eden Lamont için her olay ve nesne biriciktir/emsalsizdir (unique) ve bu, her yerde egemen katı bir belirlenimcilik fikrini ortadan kaldırıp olumsallığın doğadaki varlığına işaret etmektedir. Doğa yasalarının işleyişinin doğadaki şeylerin bireysellikleriyle tutarlı olduğunu düşünen (1967: 86) Lamont, Dewey’nin şu sözlerine aynen katılmaktadır: “Bilim tek başına şeylerin bireysellikleriyle ilgilenmez, bunun yerine onların ilişkileriyle ilgilenir. Sözde-nedensel ardıllığınki gibi bir eşbiçimlilik (uniformity) ifadesi bize bir şeyin doğası hakkında fazla bir şey söylemez; sadece bu şeyin davranışlarıyla başka şeylerin davranışları arasındaki değişmez bir ilişkiden söz eder.” (Lamont 1967: 86; Dewey 1988: 312) George Boas’ın C. B. Renouvier yorumuna dayanan Lamont, herhangi bir varlığın ancak biricikliği/emsalsizliği ve bireyselliği ölçüsünde belirlenmemiş veya kendi kendini belirleyen bir varlık olduğunu öne sürer (1967: 86).
Lamont’a göreki doğadaki olumsallığın ve bireyselliğin varlığını, evreni birleşik, homojen, tek bir bütün olarak kabul eden monizmin tersine onu hetorojen bir çokluk olarak kabul eden çoğulcu evren tasavvuruyla beraber anlamak gerekir (1967: 87).
Lamont çoğulcu bir evreni James gibi, içindeki her şeyin “birçok şekilde başka şeylerle bir arada olduğu ama hiçbir şeyin her şeyi içermediği veya her şey üzerinde hakimiyet kurmadığı ve her cümleden sonra “ve” sözcüğünün geldiği bir evren” olarak tanımlayarak, onu “bir krallık ya da imparatorluktan çok federal bir cumhuriyete” (Lamont 1967: 87; James 1996: 321-322) benzetmektedir. Lamont’a göre doğadaki varlıklar arasında hem ilişkili olma hem de ilişkisiz olma gerçektir ki bu da değişime ve oluşa işaret eder. Değişim ve oluş ise, Parmenidesçi varlık tasavvurunda olduğu gibi, var olan her şeyi bölünmez, değişmez bir bütün olarak görerek yekpare/monolitik bir blok içinde eriten klasik monizmin dünyasında değil, ancak çoğulcu bir dünyada mümkündür. Değişim ve oluş, içinde olumsallığın ve seçme özgürlüğünün mümkün olduğu çoğulcu bir dünyanın temel unsurlarıdır. Oysa monistik görüşe dayalı katı belirlenimcilik değişimin ve oluşun varlığını inkâr etmekle doğanın gerçek çoğulcu mahiyetini kavramada başarısız olmaktadır (Lamont, s. 87-89; 1997: 168, 173). “İçinde geniş ve karmaşık bir çokluk barındıran çoğulcu bir evren,” der Lamont, “mutlak ve evrensel belirlenimciliği imkânsız kılar.” (1997: 168).
Çünkü çoğulcu bir evren, içinde potansiyeller çokluğu barındıran bir evrendir. Halbuki, katı belirlenimcilik evrenin tarihinde gelecekteki her olayın geçmişte içkin olduğunu ve edimsel olarak meydana gelen her şeyin zaten önceden meydana gelmesi mümkün olan tek potansiyellik, yani zorunlulukla edimsel hale gelecek tek potansiyellik olduğunu öne sürmekle “potansiyellik” kavramının gerçek anlamını yok etmektedir (1997: 178; 1975: 54; 1967: 170, 102). Katı belirlenimcinin insan eylemleri de dahil olmak üzere evrende birden fazla alternatife yer olmadığını söylemesi, görünen o ki, onun bu potansiyellik anlayışına dayanmaktadır. Oysa Aristoteles gibi Lamont da potansiyelliği, evrendeki her nesne ve olayın birçok davranış, faaliyet, adaptasyon, etkileşim ve gelişme olanağına sahip olması diye tanımlar ve onu bu anlamda temel metafizik bir nitelik olarak görür (1967: 100, 170).
Bununla birlikte, her varlığın içindeki potansiyel çokluğunun da bir sınırı vardır. Nasıl bir meşe palamudu elma ağacına dönüşemezse bir at da uçamaz. Böylelikle Lamont her varlığın doğasının onun potansiyeliyle ilgili belirlenimci bir sınır koyduğunu kabul etmiş olmaktadır. (1967: 104) Bu sınırlar içerisinde bir dizi potansiyel varoluştan hangisinin edimsel hale geleceği, Lamont’a göre, bu fikirden hoşlanılsın ya da hoşlanılmasın, rastlantıya, eş deyişle olumsallığa bağlıdır. Lamont için rastlantının varlığının inkârı, mutlak bir zorunluluğu kabul etmek olacağı için, potansiyelliğin varlığını ortadan kaldırıp onu bir yanılsama olarak görmeye de neden olmaktadır (1967: 100-
101).
Ne var ki doğadaki potansiyellikleri bir yanılsama olarak görmek de şimdi, geçmiş ve geleceğin bir film şeridi üstündeki resim karesinin önceden belirlenmiş şekilde bir diğeri ardından gösterilmesinde olduğu gibi (1967: 100, 1997: 178-179) zamanın mekânsallaştırılması demektir (1997: 137). Bu tür bir anlayışta geçmiş, şimdi ve gelecek arasındaki zamansal ilişki yok edilmiştir: Gelecek şimdide şimdi ise geçmişte zorunlulukla mevcuttur. Bizim; şimdi, geçmiş ve gelecek şeklindeki ayrımlarımız sınırlı bilgimizden, bütünü göremeyişimizden kaynaklanmaktadır (1967: 35). Burada “gelecek”, “gizli bir şimdi”, “şimdi” de görünür hale gelmiş geçmiştir; dolayısıyla zamanın ilerlemesinde herhangi bir üretkenlik ya da etkinlik yoktur. Zaman önceden çizilmiş bir çizgiye benzediği için (1967: 124-125; 1975: 54.) şimdi ve gelecek sağduyunun öngördüğü gibi değişmeye, oluşa ve yeniliğe işaret eden gerçeklik statüsünü kaybetmiş olurlar.
Her şeyi bilen bir zihnin gelecekte meydana gelecek şeyler şemasını ve içeriğini önceden görebileceği iddiasına imkân veren katı belirlenimciliğin doğada kapsamlı evrensel bir zorunluluk olduğu fikri, öyle görünüyor ki, böyle yanlış bir zaman anlayışına dayanmaktadır (1967: 138). Lamont’a göre bu yanlış zaman anlayışı, katı belirlenimcinin hem tümevarımsal akıl yürütmeyi göz ardı edip daha çok Aristotelesçi mantığın ya da Eucklidci matematiğin tümdengelimli akıl yürütmesine ağırlık vermesinde hem de tümdengelimli akıl yürütme ile tümevarımsal akıl yürütme arasındaki ilişkiyi yanlış anlamasında açıkça görülmektedir (1967: 51-52). Somut gerçeklik dünyasında neden ve etkiler mantıkta öncül ve sonuçların içinde bulunduğu türden birinin diğerini içermesi manasında zorunlu bir ilişki içinde değildirler. Tümdengelim, mantıksal zorunluluğa işaret eder, nedensel zorunluluğa değil. Tümdengelimde öncül-sonuç, tümevarımda ise neden-etki ilişkisi esastır. Katı belirlenimcinin hatası ise tümdengelimli bir akıl yürütmede kullanılan “takip eder/izler/çıkar” (follow) kelimesinin “zamansal anlamı” ile “mantıksal anlamını” birbirine karıştırmasıdır. Nedensel bağlantının sabit, durağan değil de dinamik olan karakteri ancak bir tümdengelimin sonucu olarak tasavvur edilmediğinde anlaşılabilir (1967: 52 -53). Nitekim Lamont’a göre, hem modern belirlenimciliğin bilimsel yöntemin tümdengelimli karakterini yeterince takdir edemeyen ve bilgide kesinlik peşinde koşan Descartes ve Spinoza’nın çağında yükselişe geçmesi hem tümdengelime önem veren Stoacıların belirlenimci oluşu hem de olumsallığa ve özgürlüğe inanan Epikurosçuların tümdengelime taraftar oluşu pek şaşırtıcı değildir (1967: 53). Katı belirlenimciliğin tersine zamanın, çizilmişbir hat değil, çizilmekte olan bir hat olduğunu vurgulayan (1967: 125) ve Einstein’ın görecelik kuramından hareketle mutlak zaman anlayışını reddeden (1997: 133, 179)
Lamont zamanın olaylar arasındaki ilişkinin, sürecin ve faaliyetin bir özelliği olduğunu ileri sürer. (1967: 124-125) Ona göre, zaman maddi tözün bir faaliyetidir (1997: 191) ve deyim yerindeyse eğer, “zaman dünyadadır, dünya zamanda değildir” (1997: 133, 180). O nedenle, Lamont için, gerçek olan ancak “şimdi”dir; geçmiş ve gelecek ise ancak şimdide kurgulanan hayali kavramlardır. şimdi, katı belirlenimcinin iddiasının tersine, sırf önceki nedenlerin etkisi değil, kendi başına aktif, dinamik bir nedendir (1997: 179; 1967: 122, 1975: 54). Dinamik şimdi “tıpkı kar üzerinde kayan bir kayakçı gibi” (1967: 122) ileriye doğru yol almak için geçmişi kullanır ve onu arkasında bırakır (1997: 180).
Lamont, geçmişin şimdiyi, şimdinin de geleceği koşulladığını kabul etmekle birlikte, koşullanmanın (conditioned) topyekûn bir belirlenme olmadığını ifade eder (1967: 123; 1988: 366, 403; 1997: 179). Böylece, o, koşullanma ile belirlenmeyi birbirinden ayırmakla, kendi açısından, aynı zamanda hem zorunlu kılma ile nedeni olma arasında, hem de bir şeyin zorunlu koşulları ile yeterli koşulları arasında fark olduğuna işaret etmiş olmaktadır.
Lamont, Charles Hartshorne (1962: 162-163) gibi, “neden”i, “bir tek sonucu mutlak olarak belirleyen, -zorunlu kılan- ve böylece sonucun önceden kesin olarak bilinmesini sağlayan şey” olarak değil; bunun yerine “sonucu önceden tahmin etmeye imkân veren ve sonucu sınırlayan şey” (1967: 131) olarak tanımlamaktadır. Bu yüzdendir ki ona göre, şimdideki her olayın geçmişten gelen nedenleri vardır, ama bu nedenler onları zorunlu kılmamıştır; çünkü şimdideki her olayın olmadan önce olup olmayacağı belirsizdir, belirsizliğe son veren onun şimdiliğidir. Şimdi, birçok olanak arasında duraksamaya (hesitation) son veren bir ayıklamada (selection) bulunmaktadır (1967: 123).
Demek oluyor ki, Lamont için her bir günün şimdisi yeni varlık biçimleri yaratır, bazılarını varlıkta tutar ve başka varlık biçimlerini de yok eder. Var olan her şey şimdide var olan olaylar şeklinde vücuda gelir. Dolayısıyla var olmak demek zamansal şimdi içindeki bir etkinlik biçimi olmak demektir (1997: 179). Yaratıcı dinamik şimdinin bir olay başlatma gücü vardır (1997: 180). Anda yaşayan, yapan, düşünen insanın da kontrolü altındaki doğal güçlerle birlikte “sürekli (kesintisiz) bir şimdi dalgası”oluşturduğunu ileri süren (1967: 124; 1997: 180; 1975: 54)
Lamont’a göre şimdinin iki temel gerçekliği vardır: konu ve eyleyen/güç. Burada Lamont’un konu dediği Aristoteles’in maddi neden, eyleyen dediği de etken neden dediği şeydir. (1967: 125) Lamont’a göre şimdinin gerçekliği içinde bir anda konu olan bir başka anda eyleyen olabilir. Düşünme ve seçim esnasında geçmiş sadece konu iken seçimi yapan ve eylem başlatma kararını veren eyleyen şimdide işleyen zihindir (1967: 127). Demek ki, Lamont için, insan, kendisiyle ilgili her şeyi konuya indirgeyen katı belirlenimciliğin (1967: 136) aksine, ancak zihin vasıtasıyla doğada aktif ve eyleyen bir neden olarak hareket ettiğinde özgür olabilir. (1997: 181, 184)
İnsan yaşamını bir satranç oyununa benzeten (1967: 111, 1988: 400; 1975: 52) Lamont’a göre insanın fiziksel ve sosyal çevresi ile geçmişinin onu sınırlamasına ve koşullamasına rağmen onu büsbütün belirlemediği bir yerde, dolayısıyla da bilinçli eylemle ilgili bir seçimin söz konusu olduğu yerde geçmişin etkin olmadığı bir belirsizlik var demektir (1997: 174; 1967: 17) ve insan bu belirsizlik içinde seçimde bulunmaktadır. Özgür seçim tartışmasında Karneades ve Thomas Reid gibi öz-belirlenimci bir açıklamayı kabul ettiğini söyleyen Lamont için bilinçli bir eylemin meydana gelmesinin yeter koşulu, katı belirlenimcinin iddia ettiği gibi önceki olaylar değil, şimdide faaliyet gösteren zihnin, bilinçli eyleyenin katkısıdır (1967: 133- 134).
Lamont böylece insanın doğadaki bireysellik ve çoğulculuğun imkân verdiği açık potansiyellikler, olanaklar içinde şu ya da bu olayın başlamasını sağlayan özgür bir eyleyen olarak hareket ettiğini söylemekle insan eylemleri konusunda hem katı belirlenimciliği hem de nedensizlik ve keyfiliğe dayalı basit belirlenimsizciliği imkânsız kılıp sorumluluğu benin bilinçli eylemiyle temellendirmiş olmaktadır (1975: 61-62).
Lamont’a göre, edimselleşen her özgür seçim nedensiz bir seçim değildir, olumsal bir olaydır (1967: 130, 133, 134) ve her özgür seçim özgür bir nedene eşittir (1997: 184). Ancak Lamont, özgür seçimin kaynağı olan bilinçli benin doğadan tamamen ayrı bir töz olduğunu kabul etmez. Ona göre, insanın düşünme, dolayısıyla da seçme yeteneği uzun evrim sürecinin bir sonucudur ve o bir defa varlığa geldikten sonra insanın kendisini önceki nedensel olayların kontrolünden çekip çıkarmasını sağlamaktadır (1975: 62). Lamont onu, doğaüstü bir açıklamaya gerek duymadan yalnızca “evrende var olan olumsallık, potansiyellik ve bireysellik gibi nihai bir özellik” (1967: 172, 1990a: 19) olarak kabul eder.
2. Düşünce, Muhakeme ve Seçme Özgürlüğü: Lamont’a göre düşünme seçimde bulunmayı, seçimde bulunma da düşünmeyi gerektirir. Düşünme bir problem çözme aletidir; problem çözmek ise olası hipotetik çözümler arasında doğru bir çözümü seçmektir. O yüzden, denebilir ki, insan öncelikle seçmek için düşünür (1967: 41, 104; 1997: 175, 178). Zekâ (intelligence/anlak) kelimesi bile Latince kökeni itibarıyla “arasında/inter” ve “seçme/legere” kelimelerinden oluşup iki ya da daha fazla şey arasında seçimde bulunmaya işaret eder (1975: 53; 1990a: 18; 1997: 175; 1967: 33; 1988: 401).
Olumsallık ile rastlantı kelimelerini aynı anlamda kullanan (1997: 169) Lamont için olumsallık ve dolayısıyla rastlantı, aralarında zorunlu bir nedensellik bağlantısı olmaksızın birbirinden bağımsız olarak başlayan en az iki olayın zaman ve mekân açısından belli bir yerde buluşmalarıdır. Lamont’un düşüncesinde, her bir olay, meydana gelmesi için diğerinden bağımsız olarak kendi içyapısından kaynaklanan nedenlere sahip olduğundan olumsallık, büsbütün nedensizlik değil sadece birbiriyle ilgisiz iki nedensel silsilenin bir noktada kesişmesidir (1967: 59-60; 1975: 52).
O halde denebilir ki, Lamont için olumsal bir olay ile olumsal olmayan bir olay arasındaki fark, nedeni olan bir şey ile nedeni olmayan bir şey arasında değil, zorunlu bir ardıllık içinde birbirine bağlanabilen ve bağlanamayan ve böylelikle tam bir ön deyide bulunulabilen ve bulunulamayan iki şey arasındadır. Olumsal bir olayın şartlı bir olay olduğu için olması kadar olmamasının da düşünülebileceğini vurgulayan Lamont’a göre olumsallık, doğada geçerli bir neden-etki ilişkisi başlatabilse de, kendi içinde bir şey meydana getirme gücüne sahip olmadığı gibi kendi başına belli bir amaca da yönelmez. O, yalnızca, olup olmayacağı konusunda belirsizlik bulunan olaylara verdiğimiz bir isimdir (1967: 66; 1997: 169). Bundan dolayı Lamont, olumsal bir olayın, belirsizlikten dolayı, meydana geleceği önceden kesin olarak bilinemese de, meydana geldikten sonra –artık belirsizlik ortadan kalkmış olduğu için- rasyonel olarak açıklanabileceğini kabul etmektedir (1967: 70).
Nasıl Laplace belirlenimciliği haklı çıkarmak için Newtoncu klasik fiziğe başvuruyorsa, Lamont da belirlenimsizciliği haklı çıkarmak için Heisenberg’in kuantum fiziğine başvurmaktadır. O, Heisenberg’in kuantum fiziğiyle ilgili çalışmaları sonunda öne sürdüğü kesinsizlik ilkesini (principle of uncertainity) doğada tam bir belirlenimciliğin değil de en azından doğanın bir kısmında bir belirsizliğin, dolayısıyla da olumsallığın bulunduğu görüşünü destekleyen bir gelişme olarak yorumlar. Heisenberg, kesinsizlik ilkesinden söz ederken, atom altı doğada bir atomun çekirdeği etrafında dönen herhangi bir elektronun gelecek bir anda aynı zamanda hem hızını hem de konumunu bilmenin imkânsız olduğu tespitine dayanıyordu. Halbuki Lamont Heisenberg’in “kesinsizlik ilkesine”, kesinsizliğin gözlemci konumundaki insandan yani öznel bir durumdan değil, bunun yerine atom altı doğadaki olayların kendi işleyişinden yani nesnel bir durumdan kaynaklandığını düşünen Capek’in görüşüne dayanarak, “belirsizlik ilkesi” (principle of indeterminacy) demeyi tercih eder (1967: 92-93).
Lamont’un doğadaki belirsizlik unsuru ve olumsal olayların varlığı lehindeki bir diğer haklı çıkarımı da, belirlenimci iddianın kendisini en basit açıklayıcı hipotez olarak görmekle bir indirgeme yanlışına düştüğü iddiasıdır: Lamont Ockham’ın Usturası ya da Basitlik İlkesi olarak da bilinen Parsimoni Yasasına başvuran belirlenimciliğin, doğadaki karmaşıklığı basitleştirmeye çalıştığı için, bireysellik, potansiyellik, çoğulculuk ve çeşitlilik gibi doğada var olan karmaşık birçok olguyu tam olarak açıklama gücünden yoksun kaldığını düşünür (1967: 95).
Ona göre doğa yasaları olarak tabir edilen bilimsel yasalar bile katı bir belirlenimciliği, mutlak bir zorunluluğu haklı çıkarıyor değillerdir. Tam tersine, onlar doğada olumsallığın varlığına işaret ederler (1967: 83-84; 1997: 172). Çünkü bilimsel yasalar doğadaki az ya da çok birbirinden yalıtılmış olaylar sistemine göndermede bulunan “öyle ise böyle”, veya “A ise B” şeklinde ifade edilen “koşullu ilişkileri” dile getirirler (1997: 169-170; 1967: 46). Buna göre, su 100 derecede kaynar demek suyun sıcaklığı 100 dereceye ulaşınca kaynayacağını söylemektir, ama suyun sıcaklığının 100 dereceye ulaşacağının bir garantisi yoktur (1997: 169). Bilimsel yasalar birtakım değişkenlerle sınırlıdırlar (1997: 172). Lamont’a göre, mekanik veya ekonomik herhangi belirleyici bir sistemde “Bir B olayı meydana gelecektir” önermesi “Bir A olayı meydana gelecektir” önermesinin kaçınılmaz mantıksal sonucu olabilir ama bir bütün olarak doğal dünyanın her tarafında bu manada kaçınılmazlık diye bir şey yoktur. Bazı durumlarda, doğal dünyada, C gibi özel bir sistemin üyesi olmayan ilgisiz bir başka olay da meydana gelebilir ve bu, A olayı ile B olayı arasına girerek B’nin olmasını engelleyebilir. Nitekim bundan dolayı bilim artık mutlak doğruya ve kesinliğe ulaşma hedefinden vazgeçmiş olup, bunun yerine bilimsel bulguları, öndeyileri ve yasaları muhtelif olasılık derecelerinde ifade etmektedir (1967: 50).
Bilim olumsallığı dikkate almakta, zorunluluğu da A ise B formundaki koşullu ilişkilerin sonucu olarak yorumlamaktadır. Demek ki olumsallığı mekanizmin ve zorunluluğun zıttı olarak değil de doğanın işleyiş tarzındaki temel bir nitelik olarak gören Lamont (1967: 61) için ne zorunluluk olumsallığı ne de olumsallık zorunluluğu doğadan kaldırabilir; tersine onlar birbirlerini tamamlarlar (1988: 404; 1975: 52; 1967: 58, 66; 1997: 170). Lamont doğada bir defa başladı mı kaçınılmaz sonuçlar üreten güçler olduğunu kabul eder, ama onların başlamasının bir yasa formunda zorunlu kılınmış olduğunu kabul etmez (1967: 61). Lamont’a göre zorunluluğu başlatan da olumsallıktır (1967: 60).
Benzer şekilde, nedenselliği başlatan da olumsallıktır ve o, zorunluluk gibi nedensellikle de karşıt değildir. Çünkü olumsallığın kendisi bir neden-etki ardıllığına işaret eder, ama bu örneğin Titanik ile buzdağı arasındaki çarpışmada olduğu gibi süreklilik ve alışkanlık arz etmediği için yasalılık formunda dile getirilemeyen bir neden-etki ardıllığıdır (1967: 66). Lamont’a göre, doğa yasaları olayların ardıllığına ve karşılıklı ilişkilerine işaret ederler yoksa evrende top yekûn bir zorunluluk olduğuna değil. “Einstein gibi bir düşünürle aynı kanaatte olmama riskine karşın”, der Lamont, “şunu söylemek zorundayım ki, nedenselliği bütün olayların düzenlenmiş bir intizam içinde oluşu ile eş anlamda kullanmak ciddi bir yanlıştır. Bu intizam ve birlik bütün olaylar ve nedenleri için geçerli değildir. Doğada hem yasalılık hem de olumsallık ve rastlantı için geniş bir alan vardır” (1967: 55). Bazıları gibi (Patrick 1935: 307; Hartshorne 1962: 170) Lamont için de bilimsel doğa yasaları evrenseller/tümeller (universals) diye de adlandırılan genelleştirilmiş önermeler olduklarından içlerinde “belkilere” (may be’s) yer verirler. Onlar birçok farklı tikel olayın genel yasalar altında örneklendiği formülleştirmelerdir. Lamont, buradan hareketle şu yargıya varır (1967: 106- 107): Katı belirlenimcilik iç mantığı gereği doğada “belki”leri kabul edemeyeceğine göre onun kendisini haklı çıkarmak için bilimsel doğa yasalarına başvurması kendi kendini çürütücü bir teşebbüstür.
Dahası meydana gelen her farklı tikel olayın gerçek anlamda yeni bir olay olduğunu düşünen Lamont’a göre insan dahil var olan her şeyin kendini meydana getiren nedenlerden farklı olarak kendine özgü bir niteliği yani “bireyselliği” vardır (1967: 137-138; 1997: 182). O yüzden, Lamont katı belirlenimciliğin insan eylemlerini sadece nedensel öncellerine göndermede bulunarak açıklamakla genetik yanlışa düştüğünü ileri sürmektedir. Ona göre genetik yanlış, nedensellik ilkesini “etkinin tüm nitelikleri bir şekilde nedende önceden var olmalıdır” diye anlamaktan kaynaklanmaktadır (1967: 136-137; 1997: 182).
Üstelik Lamont’a göre, nedensellik ilkesi olgusal araştırmada bulunan bilimsel teşebbüs için gerekli temel bir postula olarak alınmıştır ama hiçbir zaman kesin olarak ispatlanmış da değildir. Bilimde nedensellik postulası doğada tespit edilen herhangi bir olayın o olayla ilgili sonraki deneyimlerde de daha önce göstermiş olduğu tür ve dereceden bağlantılar göstereceğini kabul eder. Bu ise her şeyi kuşatıcı bir zorunluluğun hâkim olduğu birlikli, homojen bir doğa tasavvurunu varsayar. Ancak bu birlikli homojen doğa tasavvuru da kesin ispatı bulunmayan bir postuladır (Lamont 1967: 51). Oysa Lamont’a göre, doğa heterojen olup bireysellik, çoğulculuk, potansiyellik ve olumsallıklarla doludur. Dewey gibi doğada var olan her şeyin kendine özgü bir birey olduğunu kabul eden Lamont için her olay ve nesne biriciktir/emsalsizdir (unique) ve bu, her yerde egemen katı bir belirlenimcilik fikrini ortadan kaldırıp olumsallığın doğadaki varlığına işaret etmektedir. Doğa yasalarının işleyişinin doğadaki şeylerin bireysellikleriyle tutarlı olduğunu düşünen (1967: 86) Lamont, Dewey’nin şu sözlerine aynen katılmaktadır: “Bilim tek başına şeylerin bireysellikleriyle ilgilenmez, bunun yerine onların ilişkileriyle ilgilenir. Sözde-nedensel ardıllığınki gibi bir eşbiçimlilik (uniformity) ifadesi bize bir şeyin doğası hakkında fazla bir şey söylemez; sadece bu şeyin davranışlarıyla başka şeylerin davranışları arasındaki değişmez bir ilişkiden söz eder.” (Lamont 1967: 86; Dewey 1988: 312) George Boas’ın C. B. Renouvier yorumuna dayanan Lamont, herhangi bir varlığın ancak biricikliği/emsalsizliği ve bireyselliği ölçüsünde belirlenmemiş veya kendi kendini belirleyen bir varlık olduğunu öne sürer (1967: 86).
Lamont’a göreki doğadaki olumsallığın ve bireyselliğin varlığını, evreni birleşik, homojen, tek bir bütün olarak kabul eden monizmin tersine onu hetorojen bir çokluk olarak kabul eden çoğulcu evren tasavvuruyla beraber anlamak gerekir (1967: 87).
Lamont çoğulcu bir evreni James gibi, içindeki her şeyin “birçok şekilde başka şeylerle bir arada olduğu ama hiçbir şeyin her şeyi içermediği veya her şey üzerinde hakimiyet kurmadığı ve her cümleden sonra “ve” sözcüğünün geldiği bir evren” olarak tanımlayarak, onu “bir krallık ya da imparatorluktan çok federal bir cumhuriyete” (Lamont 1967: 87; James 1996: 321-322) benzetmektedir. Lamont’a göre doğadaki varlıklar arasında hem ilişkili olma hem de ilişkisiz olma gerçektir ki bu da değişime ve oluşa işaret eder. Değişim ve oluş ise, Parmenidesçi varlık tasavvurunda olduğu gibi, var olan her şeyi bölünmez, değişmez bir bütün olarak görerek yekpare/monolitik bir blok içinde eriten klasik monizmin dünyasında değil, ancak çoğulcu bir dünyada mümkündür. Değişim ve oluş, içinde olumsallığın ve seçme özgürlüğünün mümkün olduğu çoğulcu bir dünyanın temel unsurlarıdır. Oysa monistik görüşe dayalı katı belirlenimcilik değişimin ve oluşun varlığını inkâr etmekle doğanın gerçek çoğulcu mahiyetini kavramada başarısız olmaktadır (Lamont, s. 87-89; 1997: 168, 173). “İçinde geniş ve karmaşık bir çokluk barındıran çoğulcu bir evren,” der Lamont, “mutlak ve evrensel belirlenimciliği imkânsız kılar.” (1997: 168).
Çünkü çoğulcu bir evren, içinde potansiyeller çokluğu barındıran bir evrendir. Halbuki, katı belirlenimcilik evrenin tarihinde gelecekteki her olayın geçmişte içkin olduğunu ve edimsel olarak meydana gelen her şeyin zaten önceden meydana gelmesi mümkün olan tek potansiyellik, yani zorunlulukla edimsel hale gelecek tek potansiyellik olduğunu öne sürmekle “potansiyellik” kavramının gerçek anlamını yok etmektedir (1997: 178; 1975: 54; 1967: 170, 102). Katı belirlenimcinin insan eylemleri de dahil olmak üzere evrende birden fazla alternatife yer olmadığını söylemesi, görünen o ki, onun bu potansiyellik anlayışına dayanmaktadır. Oysa Aristoteles gibi Lamont da potansiyelliği, evrendeki her nesne ve olayın birçok davranış, faaliyet, adaptasyon, etkileşim ve gelişme olanağına sahip olması diye tanımlar ve onu bu anlamda temel metafizik bir nitelik olarak görür (1967: 100, 170).
Bununla birlikte, her varlığın içindeki potansiyel çokluğunun da bir sınırı vardır. Nasıl bir meşe palamudu elma ağacına dönüşemezse bir at da uçamaz. Böylelikle Lamont her varlığın doğasının onun potansiyeliyle ilgili belirlenimci bir sınır koyduğunu kabul etmiş olmaktadır. (1967: 104) Bu sınırlar içerisinde bir dizi potansiyel varoluştan hangisinin edimsel hale geleceği, Lamont’a göre, bu fikirden hoşlanılsın ya da hoşlanılmasın, rastlantıya, eş deyişle olumsallığa bağlıdır. Lamont için rastlantının varlığının inkârı, mutlak bir zorunluluğu kabul etmek olacağı için, potansiyelliğin varlığını ortadan kaldırıp onu bir yanılsama olarak görmeye de neden olmaktadır (1967: 100-
101).
Ne var ki doğadaki potansiyellikleri bir yanılsama olarak görmek de şimdi, geçmiş ve geleceğin bir film şeridi üstündeki resim karesinin önceden belirlenmiş şekilde bir diğeri ardından gösterilmesinde olduğu gibi (1967: 100, 1997: 178-179) zamanın mekânsallaştırılması demektir (1997: 137). Bu tür bir anlayışta geçmiş, şimdi ve gelecek arasındaki zamansal ilişki yok edilmiştir: Gelecek şimdide şimdi ise geçmişte zorunlulukla mevcuttur. Bizim; şimdi, geçmiş ve gelecek şeklindeki ayrımlarımız sınırlı bilgimizden, bütünü göremeyişimizden kaynaklanmaktadır (1967: 35). Burada “gelecek”, “gizli bir şimdi”, “şimdi” de görünür hale gelmiş geçmiştir; dolayısıyla zamanın ilerlemesinde herhangi bir üretkenlik ya da etkinlik yoktur. Zaman önceden çizilmiş bir çizgiye benzediği için (1967: 124-125; 1975: 54.) şimdi ve gelecek sağduyunun öngördüğü gibi değişmeye, oluşa ve yeniliğe işaret eden gerçeklik statüsünü kaybetmiş olurlar.
Her şeyi bilen bir zihnin gelecekte meydana gelecek şeyler şemasını ve içeriğini önceden görebileceği iddiasına imkân veren katı belirlenimciliğin doğada kapsamlı evrensel bir zorunluluk olduğu fikri, öyle görünüyor ki, böyle yanlış bir zaman anlayışına dayanmaktadır (1967: 138). Lamont’a göre bu yanlış zaman anlayışı, katı belirlenimcinin hem tümevarımsal akıl yürütmeyi göz ardı edip daha çok Aristotelesçi mantığın ya da Eucklidci matematiğin tümdengelimli akıl yürütmesine ağırlık vermesinde hem de tümdengelimli akıl yürütme ile tümevarımsal akıl yürütme arasındaki ilişkiyi yanlış anlamasında açıkça görülmektedir (1967: 51-52). Somut gerçeklik dünyasında neden ve etkiler mantıkta öncül ve sonuçların içinde bulunduğu türden birinin diğerini içermesi manasında zorunlu bir ilişki içinde değildirler. Tümdengelim, mantıksal zorunluluğa işaret eder, nedensel zorunluluğa değil. Tümdengelimde öncül-sonuç, tümevarımda ise neden-etki ilişkisi esastır. Katı belirlenimcinin hatası ise tümdengelimli bir akıl yürütmede kullanılan “takip eder/izler/çıkar” (follow) kelimesinin “zamansal anlamı” ile “mantıksal anlamını” birbirine karıştırmasıdır. Nedensel bağlantının sabit, durağan değil de dinamik olan karakteri ancak bir tümdengelimin sonucu olarak tasavvur edilmediğinde anlaşılabilir (1967: 52 -53). Nitekim Lamont’a göre, hem modern belirlenimciliğin bilimsel yöntemin tümdengelimli karakterini yeterince takdir edemeyen ve bilgide kesinlik peşinde koşan Descartes ve Spinoza’nın çağında yükselişe geçmesi hem tümdengelime önem veren Stoacıların belirlenimci oluşu hem de olumsallığa ve özgürlüğe inanan Epikurosçuların tümdengelime taraftar oluşu pek şaşırtıcı değildir (1967: 53). Katı belirlenimciliğin tersine zamanın, çizilmişbir hat değil, çizilmekte olan bir hat olduğunu vurgulayan (1967: 125) ve Einstein’ın görecelik kuramından hareketle mutlak zaman anlayışını reddeden (1997: 133, 179)
Lamont zamanın olaylar arasındaki ilişkinin, sürecin ve faaliyetin bir özelliği olduğunu ileri sürer. (1967: 124-125) Ona göre, zaman maddi tözün bir faaliyetidir (1997: 191) ve deyim yerindeyse eğer, “zaman dünyadadır, dünya zamanda değildir” (1997: 133, 180). O nedenle, Lamont için, gerçek olan ancak “şimdi”dir; geçmiş ve gelecek ise ancak şimdide kurgulanan hayali kavramlardır. şimdi, katı belirlenimcinin iddiasının tersine, sırf önceki nedenlerin etkisi değil, kendi başına aktif, dinamik bir nedendir (1997: 179; 1967: 122, 1975: 54). Dinamik şimdi “tıpkı kar üzerinde kayan bir kayakçı gibi” (1967: 122) ileriye doğru yol almak için geçmişi kullanır ve onu arkasında bırakır (1997: 180).
Lamont, geçmişin şimdiyi, şimdinin de geleceği koşulladığını kabul etmekle birlikte, koşullanmanın (conditioned) topyekûn bir belirlenme olmadığını ifade eder (1967: 123; 1988: 366, 403; 1997: 179). Böylece, o, koşullanma ile belirlenmeyi birbirinden ayırmakla, kendi açısından, aynı zamanda hem zorunlu kılma ile nedeni olma arasında, hem de bir şeyin zorunlu koşulları ile yeterli koşulları arasında fark olduğuna işaret etmiş olmaktadır.
Lamont, Charles Hartshorne (1962: 162-163) gibi, “neden”i, “bir tek sonucu mutlak olarak belirleyen, -zorunlu kılan- ve böylece sonucun önceden kesin olarak bilinmesini sağlayan şey” olarak değil; bunun yerine “sonucu önceden tahmin etmeye imkân veren ve sonucu sınırlayan şey” (1967: 131) olarak tanımlamaktadır. Bu yüzdendir ki ona göre, şimdideki her olayın geçmişten gelen nedenleri vardır, ama bu nedenler onları zorunlu kılmamıştır; çünkü şimdideki her olayın olmadan önce olup olmayacağı belirsizdir, belirsizliğe son veren onun şimdiliğidir. Şimdi, birçok olanak arasında duraksamaya (hesitation) son veren bir ayıklamada (selection) bulunmaktadır (1967: 123).
Demek oluyor ki, Lamont için her bir günün şimdisi yeni varlık biçimleri yaratır, bazılarını varlıkta tutar ve başka varlık biçimlerini de yok eder. Var olan her şey şimdide var olan olaylar şeklinde vücuda gelir. Dolayısıyla var olmak demek zamansal şimdi içindeki bir etkinlik biçimi olmak demektir (1997: 179). Yaratıcı dinamik şimdinin bir olay başlatma gücü vardır (1997: 180). Anda yaşayan, yapan, düşünen insanın da kontrolü altındaki doğal güçlerle birlikte “sürekli (kesintisiz) bir şimdi dalgası”oluşturduğunu ileri süren (1967: 124; 1997: 180; 1975: 54)
Lamont’a göre şimdinin iki temel gerçekliği vardır: konu ve eyleyen/güç. Burada Lamont’un konu dediği Aristoteles’in maddi neden, eyleyen dediği de etken neden dediği şeydir. (1967: 125) Lamont’a göre şimdinin gerçekliği içinde bir anda konu olan bir başka anda eyleyen olabilir. Düşünme ve seçim esnasında geçmiş sadece konu iken seçimi yapan ve eylem başlatma kararını veren eyleyen şimdide işleyen zihindir (1967: 127). Demek ki, Lamont için, insan, kendisiyle ilgili her şeyi konuya indirgeyen katı belirlenimciliğin (1967: 136) aksine, ancak zihin vasıtasıyla doğada aktif ve eyleyen bir neden olarak hareket ettiğinde özgür olabilir. (1997: 181, 184)
İnsan yaşamını bir satranç oyununa benzeten (1967: 111, 1988: 400; 1975: 52) Lamont’a göre insanın fiziksel ve sosyal çevresi ile geçmişinin onu sınırlamasına ve koşullamasına rağmen onu büsbütün belirlemediği bir yerde, dolayısıyla da bilinçli eylemle ilgili bir seçimin söz konusu olduğu yerde geçmişin etkin olmadığı bir belirsizlik var demektir (1997: 174; 1967: 17) ve insan bu belirsizlik içinde seçimde bulunmaktadır. Özgür seçim tartışmasında Karneades ve Thomas Reid gibi öz-belirlenimci bir açıklamayı kabul ettiğini söyleyen Lamont için bilinçli bir eylemin meydana gelmesinin yeter koşulu, katı belirlenimcinin iddia ettiği gibi önceki olaylar değil, şimdide faaliyet gösteren zihnin, bilinçli eyleyenin katkısıdır (1967: 133- 134).
Lamont böylece insanın doğadaki bireysellik ve çoğulculuğun imkân verdiği açık potansiyellikler, olanaklar içinde şu ya da bu olayın başlamasını sağlayan özgür bir eyleyen olarak hareket ettiğini söylemekle insan eylemleri konusunda hem katı belirlenimciliği hem de nedensizlik ve keyfiliğe dayalı basit belirlenimsizciliği imkânsız kılıp sorumluluğu benin bilinçli eylemiyle temellendirmiş olmaktadır (1975: 61-62).
Lamont’a göre, edimselleşen her özgür seçim nedensiz bir seçim değildir, olumsal bir olaydır (1967: 130, 133, 134) ve her özgür seçim özgür bir nedene eşittir (1997: 184). Ancak Lamont, özgür seçimin kaynağı olan bilinçli benin doğadan tamamen ayrı bir töz olduğunu kabul etmez. Ona göre, insanın düşünme, dolayısıyla da seçme yeteneği uzun evrim sürecinin bir sonucudur ve o bir defa varlığa geldikten sonra insanın kendisini önceki nedensel olayların kontrolünden çekip çıkarmasını sağlamaktadır (1975: 62). Lamont onu, doğaüstü bir açıklamaya gerek duymadan yalnızca “evrende var olan olumsallık, potansiyellik ve bireysellik gibi nihai bir özellik” (1967: 172, 1990a: 19) olarak kabul eder.
2. Düşünce, Muhakeme ve Seçme Özgürlüğü: Lamont’a göre düşünme seçimde bulunmayı, seçimde bulunma da düşünmeyi gerektirir. Düşünme bir problem çözme aletidir; problem çözmek ise olası hipotetik çözümler arasında doğru bir çözümü seçmektir. O yüzden, denebilir ki, insan öncelikle seçmek için düşünür (1967: 41, 104; 1997: 175, 178). Zekâ (intelligence/anlak) kelimesi bile Latince kökeni itibarıyla “arasında/inter” ve “seçme/legere” kelimelerinden oluşup iki ya da daha fazla şey arasında seçimde bulunmaya işaret eder (1975: 53; 1990a: 18; 1997: 175; 1967: 33; 1988: 401).