İSLAM FELSEFESİNDE METODOLOJİ PROBLEMİ - 1

Murtaza KORLAELÇİ

Konuya “metot” ve “metodoloji” kelimelerinin tanımları ile başlamak uygun olacaktır. Bu iki kelimenin açıklığa kavuşmasından sonra probleme geçmenin daha verimli olacağı düşünülmektedir. Zikredilen kelimelerin belli başlı felsefe lügatlerindeki anlamlarını şöyle sıralayabiliriz:

Paul Foulquié’nin “metot” kelimesine verdiği anlamlar:

A-Soyut anlamda: Önceden belirlenmiş bir plana göre sergilenen bir hareketin özelliği.

B- Somut anlamda: Belirlenmiş sonucu, ekonomik olarak temin etmeye ayrılmış yöntemlerin bütünü.

C- Bilimsel metot: Bir hakikatin ispatını ve tesisini amaç edinen aklî yöntemlerin bütünü.

D- Tecrûbî metot: Kendileriyle genel yasaların elde edildiği rasyonel yöntemlerin bütünü.

André Lalande (1867-1963)’ın metot kelimesine verdiği anlamlar:

A- Bir amaca ulaşmak için yapılan çaba, araştırma, etüt.

1- Önceden istenilmiş ve düşünülmüş şekilde tesbit edilmiş bile olsa, kendisiyle belli bir sonuca ulaşılmış olan yol.

2- Gerçekleştirilecek fiillerin seyrini önceden düzenleyen ve belirlenmiş bir sonuca ulaşmak için sakınılacak bazı hatalara işaret eden program.

B- Hesabın veya denemenin teknik yöntemi.

C- (Özellikle botanikte) sınıflama sistemi.

Metot: Ya bilmediğimiz bir hakikati keşfetmek için veya bilgisine önceden sahip olduğumuz bir hakikati başkalarına ispat etmek için birçok düşüncenin seyrini iyi düzenlemek sanatı.

- Bir hakikatin araştırılması ve ispatı için kullanılan aklî yöntemlerin bütünü.

- Bir bilgiye veya hakikate ulaşmak için ortaya konulan aklî davranışların tümü.

- “Ferdi belli bir vazifeyi görebilecek, belli bir maksadı elde edebilecek hale getirmek için kullanılacak vasıtaların bütünü”.

- “İncelenen konunun zihinde yeniden yaratılmasını sağlamak için izlenen yol.

Bilginin sağlıklı bir şekilde gelişmesini sağlamanın öngereği, bilimsel bir metot uygulamaktır. Doğru ve objektif metot, incelenen konuya uygun düşen metot”. Başka bir ifadeyle metot, eski Türkçe’si ile usul: “Bir ereğe erişmek için izlenen, tutulan yol. Bilimlerde belli bir sonuca erişmek üzere bir plana göre gidilen yol”.

- Herhangi bir ilmin, uğraştığı konulardan çıkartılması, istenilen neticeleri elde etmenin vasıtaları ve yollarıdır.

Metot kelimesine verilen belli başlı anlamların belirtilmesi metodoloji kelimesine verilen tanımı daha açık ve anlaşılır hale getirmiştir. Bu cümleden hareketle metodoloji kelimesinin anlamlarını da şöyle belirtebiliriz:

Metodoloji: “Özellikle felsefe ve bilim alanında yöntem araştırmak ve yeni yöntemler yaratmak üzere ilkeler geliştiren bilim. Bilim olarak ancak Yeni Çağda ortaya çıkmıştır” Metotların bilimi olarak da tanımlanan metodoloji için, “farklı bilimlerdeki özel metotların incelenmesi” tanımı da yapılmaktadır.

Lalande’a göre metodoloji: Metotların aposteriori etüdünü ve daha özel olarak bilimsel metodların etüdünü konu edinen mantığın bir bölümü. Başka bir tanımla metodoloji, mantığın, farklı bilimlerin metodunu a pasteriori olarak etüt eden kısmı. Bir bilimin veya tekniğin, kullanabildiği farklı metodların rasyonel etüdü.

Metodoloji, “belirli bir bilimde başvurulan araştırma metodlarının ve yollarının tümü, bilimsel bilgi ve dünyayı dönüşüme uğratma metodlarına ait doktrin. (...) Metodoloji problemine duyulan ilgi, somut bilimler ile metodoloji problemleri arasında sıkı bir bağ kuran teori-ötesi araştırmalardan doğmuştur.”

Metod ve metodoloji kelimelerinin tanımlarından sonra, İslâm Felsefesinde metodoloji probleminin daha iyi ele alınabileceği düşüncesindeyim. İlk müslüman filozoflara veya İslâm felsefesinin ilk filozoflarına baktığımız zaman, onların önce felsefeyi tam olarak öğrenmeye çalıştıklarını görürüz. Kindî (796-866), Farâbî (872-950), İbn Sina (980-1037), İbn Rüşd (1126-1198), Aristoteles (384-322)’in eserlerini Arapça çevirilerinden, tekrar tekrar okuyarak felsefeyi öğrenmişler, sonra da felsefe yaparak üretime geçmişlerdir. Rivayete göre “Aristoteles’in Kitâb el-Nefs (De Anima) ini elde edenler, üzerinde Farâbî’nin hattı ile ‘ben bu kitabı 200 kere okudum’ ifadesinin yazılı olduğunu görmüşlerdir. (...) Farâbî’nin ‘Aristoteles’in el-Sema’ el-Tabiî (Physica)sini 40 kere okuyup yine tekrara muhtacım’ dediği”bilinmektedir.

İlk Müslüman filozoflarının uyguladığı, bu tekrar tekrar okuyup hazmetme metodunun yanında, bir de azimle araştırmaktan yılmamaları ve başarıya ulaştığı zaman da çok önemli bir savaş kazanmış gibi şükretmeleri söz konusudur. Bu durumu İbn Sina’da da görmekteyiz.

Filozofumuzun şu ifadeleri kullandığı naklediliyor:

“Daha sonra İlm-i Kelâm ve Hikmet-i Nazariye (metafizik) tetkikine giriştim. Ne çare ki bu fende bâhis olan kitabı, hemen 40 defa tekrar ettiğim ve lafızlarını kâmilen ezberlediğim halde, bir türlü mana çıkaramıyor ve bir şey anlayamıyordum. Bu hâl beni pek me’yus ediyordu. Bir gün bir kitapçı dükkanına uğramıştım. Bir kitap müzayede olunuyordu. Baktım, kitap o zamana kadar anlayamamış olduğum bir fenne, Hikmet-i Nazariye’ye (Metafizik) ait idi. Bu fen anlaşılmaz ve hiçbir şeye yaramaz diye kitabı iade ettim. Kitapçı ısrarla, sahibinin paraya ihtiyacı olduğu cihetle pek ucuz, hatta üç dirheme kadar verebileceğini beyan etti. Kitapçının ısrarı üzerine nihayet almaya mecbur oldum. Bu kitap Hikmet-i Nazariyeye (Metafizike) ait Farâbî’nin bir eseri idi. Eve döner dönmez hırz-ı cân ile kitabı okumaya başladım. Kitabı ikmal ettiğim zaman evvelce ezberleyip de anlayamamış olduğum bahisleri kâmilen öğrenmiştim. Artık sevincime payan yoktu. Sevincimden secde-i şükrana kapandım ve birçok sadaka verdim.”

İbn Rüşd, Aristoteles’in eserlerine büyük, orta, küçük şerhler yazarak felsefe bilgisini geliştirmiştir. Kur’an tefsiri model alınarak büyük şerhlere tefsir ismi verilmiştir. Küçük şerhler ise telhis olarak anlamlandırılmıştır. Bu şerhlerden mütevellit Aristoteles’e hayranlığı son derece artan İbn Rüşd, Fizik (Tabiiyyat) kitabına yazdığı önsözde Aristoteles’in, mantık, fizik ve metafiziğin hem kurucusu hem de tamamlayıcısı olduğunu belirterek şöyle diyor: “... Kurucusu dedim; çünkü ondan evvel, bu ilimlere dair ortaya konulan kitapların hepsi onun eserlerinin yanında anmaya bile değmez. Tamamlayıcısı, dedim; çünkü ondan sonra yaşayan feylesofların cümlesi o zamandan bugüne kadar, yâni 1500 yıldan beri onun meydana koyduklarına bir şey ekleyemedikleri gibi onda yanlışlık da bulamamışlardır. Bir insanda bu kadar ilmin toplanması şüphesiz hayret verecek bir hâldir. Ona beşer değil, ilâhî bir melek denilse yeridir. İşte bunun için, eskiler onu, ilâhî Aristo diye anarlardı.”

Felsefeyle uğraşmanın İslâm Dinine muhalif olmadığını Kur’andan kanıtlar getirerek savunan İbn Rüşd; “Ey basiret sahipleri iyice düşünüp değerlendirin (Haşr 3).

Göklerin ve yerin melekutuna ve Allah’ın yarattığı şeylere bakmazlar mı? (A’raf 184).

Bakmazlar mı deveye nasıl yaratılmıştır? Gök nasıl yükseltilmiştir? (Gâşiye 17) Onlar göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler (Âli İmran 191)”, ayetlerini esas alıyor.

“Tafakkuh” kelimesinden fıkhî kıyaslar yapıldığı gibi, zikredilen ve benzeri ayetlerden de aklî kıyaslar yapmanın vacib olduğunu kabul ediyor. Uğraştığı alanı tutarlı olarak kabul etmek için mantıkî çıkarımlar yapıyor. Ona göre Allah, yukarıda geçen ayetler gibi birçok ayetlerde var olanları akıl ile değerlendirmeyi, onlara akıl vasıtası ile bakmayı zorunlu kılmaktadır. Bu iş ise düşünmekle gerçekleşir. O zaman düşüncenin âletlerini bilmek zorunludur. Dolayısıyla felsefe öğreniminin zorunluluğu kendiliğinden ortaya çıkar. Yapacağı işleri felsefî bir metodla temellendirdikten sonra filozofun, o sahada ilerlemesi daha kuvvetli olmuştur.

Gazâlî (1058-1111) felsefeyi, Arapça’ya çevrilen felsefî neşriyattan, özellikle Farabi ve İbn Sina’nın eserlerinden öğrenmiştir. Mantık bilmeyenin ilmine güvenilmeyeceğini söyleyen düşünüre göre “mantık ilmi diğer bütün ilimlerin ölçüsü ve terazisi konumundadır. Terazide tartılmayan bir şeyin ağır olanı hafif olanından, kârı zararından ayırt edilemez.

(...) Mantık olmadan bilgi elde etmenin de başka bir yolu yoktur. Öyleyse mantığın faydası bilgiden yararlanmaktır. Bilginin faydası da ebedî mutluluğun elde edilmesidir”

Böylece görüldüğü gibi Gazâlî’ye göre ilme giriş, metot olarak mantıkla başlar.

Gazâlî, ilmî olgunluğuna ulaştıktan sonra, yaklaşık 50 yaşlarında, ortaya koyduğu günümüzde de önemini devam ettiren şu ilke gereğince felsefe çalışmaya başladı:

“Yakinen anladım ki bir bilimde, o sahadaki en âlim kimsenin seviyesine gelip de onu aşacak derecede, o ilme vakıf olmayan kimse, herhangi bir bozukluğa muttalî olamaz. İnsan ancak bu şartlar altında iddia ettiği eksikliklerde haklı olabilir. Ben İslâm âlimleri içinde inayet ve himmetini buna teksif etmiş olan birini görmedim. (...) Nihayet anladım ki, mezhebi anlamadan ve kûnhüne varmadan reddetmek, karanlığa taş atmaktır.”

Böylece Gazâlî, felsefeyi yasaklamak değil, onunla tam olarak uğraşmak gerektiğini seçkin zekalara zorunlu kılıyor.

Gazâlî’nin kullandığı metodun diğer önemli ilkelerini ise şöyle sıralayabiliriz:

1- Bir kavramın hangi anlamda kullanıldığını açık olarak belirtmek.

2- Önce hakkı tanımak, sonra ortaya atılan söz, hakka uygunsa, sahibi en kötü insan da olsa o sözü kabul etmek. Gazâlî’ye göre doğru olan, iyi olan bir şey, inkarcı bir filozofun ürünü de olsa alınır. “İyi para ile kötü paranın aynı kese içinde oluşu dolayısıyla yakınlık, kalp parayı iyi para yapmadığı gibi, iyi parayı da kötü para yapmaz. (...) Hak ve batıl arasındaki yakınlık da, hakkı batıl yapmayacağı gibi bâtılı da hak yapmaz.”

Burada ölçü, Kur’an ve sünnete uygunluk, aklî delillerle teyit edilmektir.

3-Terkip ve tahlil yapan nazarî akıl, beş duyu verileri ile çalıştığı için sınırlıdır. Her şeyin çözümü, her şeyin bilgisi bu akıldan beklenemez.

(...) “Aklın idrak edebildiklerinin dışında kalan bu gibi şeylerin idraki, nübüvvetin hassalarından biridir.

(...) Aklın faydası ve işi, bize bu hususu bildirmek, nübüvveti tasdike delâlette bulunmak, kendisinin nübüvvet gözüyle idrâk edemediğini kabul etmektir. O bizim elimizden tutar ve bizi (...) nübüvvete teslim eder. Aklın hududu ve sınırı buraya kadardır.”

Gazâlî’ye göre Nübüvvet “aklın ötesinde, içinde aklın anlamaktan aciz kaldığı şeyleri idrak eden gözün açıldığı bir haldir. Nasıl işitme duygusu renkleri, görme duyusu sesleri anlamaktan âcizse, aklın ötesinde kalan haller de akılla idrâk edilemez.”

Gazâlî’nin kullandığı metot, Modern Çağ batılı filozoflardan bazılarınca da benimsendi. Gazâlî’nin etkisi görülen bu filozofları şöyle sıralayabiliriz: René Descartes (1596-1650), Blaise Pascal (1623-1662), Wilhelm Gottfried Leibniz (1646-1716), Emmanuel Kant (1724-1804).

Bu filozoflardan Yeni Çağın babası sayılan Descartes’in metot anlayışına kısaca dokunmakta yarar olacağına inanıyorum. Filozofa göre metot “bir hakikat bulmak için zihin kuvvetlerini kendilerine doğru çevirmek gereken şeylerin sıra ve düzeninden ibarettir.”

Bütün zihin kuvvetlerinin kullandığı metot, analiz ve sentez metodudur. Bu metot için Descartes şu dört kuralı esas alıyor ve şöyle diyor:

“Birincisi, doğruluğunu apaçık bilmediğim hiçbir şeyi doğru olarak kabul etmemek. Yani acele hüküm vermekten ve peşin hükümlere saplanmaktan dikkatle çekinerek, verdiğim hükümlerde ancak kendilerinden şüphe edilmeyecek derecede açık ve seçik olarak kavradığım şeyleri bulundurmak.

İkincisi, inceleyeceğim güçlüklerden her birini, mümkün olduğu ve daha iyi çözümlemek için gerektiği kadar, bölümlere ayırmak.

Üçüncüsü, en yalınç (basit) ve bilinmesi en kolay şeylerden başlayarak, tıpkı basamak basamak bir merdivenden çıkar gibi azar azar en bileşiklerinin bilgisine kadar yükselmek için, hattâ tabiatları gereğince birbiri ardınca sıralanmayan şeyler arasında bile bir sıra bulunduğunu farzederek, düşüncelerimi bir sıraya göre yürütmek.

Sonuncusu da, hiçbir şeyi unutup ihmal etmediğimden emin olmak için, her tarafta birçok sayışlar ve tekrarlar yapmak.”
1 | 2 | 3

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP