Ödev - 2

Birçok insan, gerçekte kendisini rahatsız eden bir sinekten onu kurtarmak yönünde son derece iyi bir niyetle uyuyan efendisinin kafasına koca bir kaldırım taşını indiren hikayedeki ayıya benzemektedir. Büyük engizisyon yargıçları, kendilerini doğru yola sokma ve ebedi cehennem azabından kurtarma iyi niyetiyle sapkın görüşlülere işkence etmekteydiler. Son derece iyi niyetli anne babalar, kendilerine göz kulak olmak, başlarına kötü şeylerin gelmesini önlemek, hayatın tehlikelerinden kendilerini korumak için çocuklarını uyumsuz ve tedavi edilemez çekingen yetişkinler haline getirebilirler. Bu eylemlerde bulunanların iyi niyetlerinin kesin olduğu, onların ruhlarının temiz olduğu ileri sürülerek bu tür eylemlerin ahlaksal bakımdan mükemmel oldukları mı söylenecektir? Bu yolda Kant’ı izlemek için niyetlerin saflığından başka bir şeyle ilgilenmeyecek ve eylemlerin konusuna karşı tamamen kayıtsız olacak mistik bir ahlakın ilkesini kabul etmemiz gerekir.

Gerçekte dünyada iyiliğin miktarını arttırma, insan mutluluğu için çalışma, yakınlarımızın tam olarak gelişmelerine yardımcı olmanın görevimiz olduğunu hissediyoruz. Biçimsel bir ahlakla yetinemeyiz, çünkü somut olarak eylemde bulunmamız, değerleri dünyada gerçekleştirmemiz gerekir. Gerçekten ahlaksal olan eylem yalnızca iyi niyetli eylem değildir, aynı zamanda etkili eylemdir. O halde o, akıl ve düşünceyi, niyetimi somut koşullara uydurmamı gerektirir. Léon Brunschwicg şöyle demektedir: "Ruhların değeri, fikirlerin değerinden vazgeçemez." Hegel, Kant’ın "güzel ruh" dininin, içinde gizli bir bencilliği barındırdığını göstermiştir. Kant, koşullar ne olursa olsun, bir masumu kurtarmak için bile olsa yalan söylememizi yasakladığında -çünkü davranışımın somut sonuçları ne olursa olsun önemli olan içtenlik kuralına uymaktır- kabul etmek gerekir ki ahlaksal öznenin çalışmasını çok rahat bir şekilde basitleştirmekte, onu her türlü araştırma zahmetinden, her türlü kaygıdan, her türlü düşünmeden kurtarmakta, "ödevlerin çatışması" ile ilgili problemle yüz yüze gelmekten uzaklaştırmakta, ona ucuz bir iç huzur, güvenlik sağlamaktadır.

Bu durumda niyet, kötülüğü isteyerek yapmadığını söyleyerek azardan kurtulan çocuğun ahlakında olduğu gibi, bir mazeret olmasa da bir sığınma olma tehlikesi göstermektedir. Pascal, yedinci Provinciale’ında eylemi haklı çıkarmak için niyeti yüceltmenin yeterli olduğunu ileri süren ahlak hocalarını acımasızca eleştirmişti. (Örneğin nedensiz olarak bir cinayet işlemek amacıyla değil şerefinizi korumak için rakibinizi düelloda öldürebilirsiniz veya Pascal’dan bir yüzyıl sonra Aziz Alphonse de Ligori’nin dediği gibi, kendisini açlıktan öldürmek amacıyla değil, çalışmaya sevk etmek amacıyla meydandaki dilenciye sadaka vermeyi reddedebilirsiniz.) Pascal bu tür ahlak hocalarıyla ilgili olarak onların "eylemlere izin vererek dünyayı, niyetleri temizliğe kavuşturarak incil’i memnun ettikleri"ni söylemekteydi.

Her ahlak, bir yaşama sanatıdır ve Kant’ın ahlakı hayattan fazla uzaktır. Kant -ahlak felsefesine daha fazla güç kazandırmak için- ahlakının kurallarının sadece insanlar için değil akıl sahibi her varlık için geçerli olacağını söyleyecek kadar ileri gider. Gerçek insan doğasına bu kadar kayıtsızlık şüphesiz Kant’ın ahlakı için bir etkililik garantisi değildir. Kant’ın kendisi dünyanın başlangıcından bu yana belki hiçbir insanın eylemlerini sırf akılsal bir ilkeye göre belirlemediğini kabul etmiyor mu? Gerçekleşmesinin somut imkanına karşı bu kadar kayıtsız bir ahlak, o halde, yetersiz görünebilir. Peguy işte bu anlamda "Kant’ın elleri temizdir, ancak elleri yoktur" demekteydi.

Öte yandan özerklik kaygısına rağmen Kant insanın kendi içine kaba bir eğilimi yerleştirmektedir. Tensel varlık akıllı varlıktan kökten bir biçimde koparılmış görünmektedir. Bu durumda insan doğası neden veya nasıl akla itaat edebilecektir? Kant bu nedenle, bencilliğimizi ayaklar altına alan, ama ahlak yasasının gerçekleştirilmesinde bizi yücelten ahlaksal bir nedenin, saygı duygusunun varlığını kabul etme durumunda kalır. Şüphesiz saygı, doğrudan doğruya tensel doğamızdan çıkan bir duygu değildir. Eğer ahlak yasasından önce gelen, onun dışında yeralan bir duygu olsaydı, Kant’ın katı biçimci perspektifinde saygı, ahlaksal bir duygu olmazdı. Bu nedenle Kant, ruhumuzda saygı duygusunu yaratan şeyin ahlak yasasının kendisi olduğunu düşünmektedir. Ancak eğer bizim doğamız böyle bir duyguyu duyabiliyorsa, bunun nedeni doğamızın Kant’ın katı biçimciliğinin varsayar göründüğü kadar köklü bir biçimde değerlerden kopuk olmamasıdır. O halde, bu düzeyde, Yasa’nın, sıkı yükümlülüğün soğuk ahlakının Sevgi ahlakı önünde silindiğini kabul etmekten kendimizi alamayız.

3. Metafizik ve ahlak arasındaki ilişkiler

Ahlak ve metafizik arasındaki ilişkiler konusunu soruşturmaksızın ahlakın temeli problemi üzerinde düşünemeyiz. Her şeyden önce metafiziği dinden ayıralım. Din, vahyedilmiştir (Kitab-ı Mukaddes’te Tanrı müminlere konuşmuş, onlara emirlerini iletmiştir). Dinsel bir ahlakı kabul etmek o halde önceden vahye inanma eylemini gerektirir. Buna karşılık metafizik, akıldan çıktığı iddiasındadır. Metafizik bir sistem, dünyanın kökenini, insan ruhunun doğası ve kaderini, evrenin derin anlamını vb. açıklamak için akıl tarafından tasarlanan bir kuramdır.

Kant’a gelinceye kadar çoğunlukla ahlak bir metafiziğe dayanmaktaydı. Büyük filozoflar, Platon, Aristoteles, Spinoza ahlak problemini kozmolojik olarak ortaya koymaktaydılar. Önce evrenin anlamının ne olduğu ve insanın evrendeki yerini bilmek söz konusuydu. Metafizik, şeylerin özünü ve ereğini keşfettiğini ileri sürüyordu. insan ondan hayatının anlamının ne olduğu ve kendisini bekleyen kaderi öğrenebilirdi. O halde insana kendisi için ayrılmış olan erekleri tanıtarak metafizik araçsız olarak ahlakı temellendirmekteydi. Böylece Aristoteles için insanın erdemi, gözün erdeminin görme olmasıyla tamamen aynı anlamda olmak üzere, akıllı bir varlık olmaktır. (Bitkisel ruh ve duyusal, içgüdüsel ruh bakımından hayvanlardan farklı olmayan) insanın özünü meydana getiren şey akıllı ruh olduğu için, insan akla uygun bir hayat sürmek zorundadır.

Örneğin, stoacılar neden bir boyun eğme ahlakını savunurlar? Neden bizi sevdiğimiz insanların ölümünü herhangi bir nesnenin kaybıyla aynı sakinlikle karşılamaya davet ederler? Neden başıma gelen bir acıyı bir kötülük olarak görmeyi reddetmek zorundayım? Bütün bu soruların cevabını stoacıların metafizik sisteminde aramak gerekir. Meydana gelen her şey, yüksek Akıl tarafından belirlenmiş olduğu, akılsal bir amaç tarafından idare edilen dünya düzeni iyi olduğu içindir ki benim bu dünyaya boyun eğmem, irademi ona uydurmam gerekir.

Ancak Kant metafiziğe kökten bir eleştiri yöneltmiştir. Her şeyden önce sonuçları birbirlerine tamamen zıt olan bir metafizik sistemler çokluğu vardır. O halde evrensel ve kesin olması istenen bir ahlakı bu kadar tartışmalı bir temele dayandırmak mümkün değildir. Öte yandan (Burada Kant, Rousseau’nun fikirlerini yeniden ele almaktadır) namuslu adamın doğru yanlış hakkında sağlıklı karar vermesi için metafiziği incelemiş olmasına ihtiyaç yoktur. Bilgin gibi cahil de ödevini bilir ve onun kadar ödevini yerine getirmek zorundadır.

O halde metafizik şüphelidir, yararsızdır, hatta Kant onun imkansız olduğunu düşünür. Gerçekten ben evrenin derin anlamını bilemem; şeylerin kendilerinde ne olduğunu bilmem; numen’leri bilmem, ancak fenomenleri, yani duyarlılığımın a priori formları olan uzay ve zaman arasından bana verilmiş oldukları şekilde şeylerin görünüşlerini bilirim. Bilim bu fenomenleri düzene sokmak, onları yasalarla birbirlerine bağlamakla yetinir. Bilim adamının bilgiyi oluşturmak için elinde sadece görünüşler vardır. Şeylerin derin varlığı, uzay ve zamanın ötesi, bilgimizin dışındadır.

O halde ahlakın, insan bilincinden, özü itibariyle akıl olduğunu söylediğimiz bilinçten başka bir temeli yoktur. Evrenin hiçbir anlamı olmasa da, ruh ölümlü olsa da Kant’ın öğrencisi aklın ilkelerine saygı göstermeyi ödev bilir.

Ancak Kant bir başka tarzda metafiziği yeniden bulacaktır. O, ahlakı metafiziğe dayandıramaz, fakat ahlaksal bilincin verilerinden hareketle, umutlar olarak, metafizik önermeler ortaya atacaktır. Başka deyişle ahlakını metafiziğe dayandırmak yerine, sadece postüla olarak, ahlaka dayanan bir metafizik kuracaktır.

a) Sorumluluk duygusundan, ahlaksal yükümlülük deneyinden hareketle Kant, insanın özgürlüğünü ileri sürecektir. Kendimi sorumlu hissetmem, yükümlü hissetmem, özgür olmamı gerektirmez mi? Zorunluluğun (olmamazlık edemeyenin) özgürlüğü dışarıda bırakmasına karşılık (Bir akıl yürütmenin öncüllerini kabul edersem onun sonucunu reddetme özgürlüğüne sahip değilimdir) yükümlülük, özgürlüğü gerektirir görünmektedir. Eğer doğru sözlülük ahlaksal bir yükümlülüğün konusuysa, bunun nedeni, benim doğruyu söyleme veya yalan söyleme konusunda özgür olmam değil midir? Kant şöyle demektedir: "Yapmalısın, o halde yapabilirsin."

b) Aynı şekilde ödev bana bugünkü hayatta erişme gücüne sahip olmadığım (çünkü irademi duyusal etkenlerden tamamen arıtmaya muvaffak olamamaktayım) bir ahlaksal mükemmelliği gerçekleştirmemi emretmektedir. O zaman Kant, bu dünyada erişme imkanına sahip olmadığım ahlaksal mükemmelliği gerçekleştirme imkanını bana verecek olan ruhun ölümsüzlüğünü ileri sürmektedir.

c) Nihayet Kant, erdem ve mutluluğun bu hayatta her zaman bir arada bulunmadığını üzüntüyle kaydetmektedir. Son derece namussuz olup refah ve mutluluk içinde yaşamamız mümkün olduğu gibi çok erdemli olup son derecede mutsuz olmamız da mümkündür. Bu durumda Kant, bir ödül ve cezalar sistemiyle öte dünyada erdemle mutluluk arasında arzu edilen uyumu yeniden kuracak adil bir Tanrı’nın varlığını ortaya atmaktadır.

Bu son postülanın Kant’ın ahlakına yeniden özerk-olmamayı sokup sokmadığı sorulmuştur. Kant eylemlerimizin tek nedeninin ahlak yasasına saygı olması gerektiğini söylemişti. iyileri ödüllendirecek, kötüleri cezalandıracak adil bir Tanrı’dan söz ettiğinde Kant, eylemlerimizin ilkesi içine tekrar çıkarı sokma tehlikesi ile karşılaşmıyor mu? Ancak Kant burada kendisiyle bir çelişkiye düşmemektedir, çünkü adil bir Tanrı’nın varlığı sadece aklın bir postülasıdır, hiçbir şekilde ahlaksal yükümlülüğün temeli değildir. Onun için ahlaksal hayatın amacı, bizi mutlu etmek değildir, sadece mutluluğa layık kılmaktır.

Bu koşullarda ve Kant’ın postülaları hakkında ne düşünülürse düşünülsün, ahlaksal yükümlülüğü duymak için metafizik bir sistemi savunmanın zorunlu olmadığı kabul edilecektir. Yükümlülük, her türlü kuramsal anlayıştan önce bizde var olan bir bilinç verisidir. Bununla birlikte ahlaksal bilinç üzerinde düşünme bizi bu dünyada pozitif olgular ve gerçekliklerden başka bir şeyin olduğunu düşünmeye götürmektedir. Ahlaksal hayat, bizi bir değerler dünyasına sokuyor gibi görünmektedir. Bu bakımdan ahlaksal hayat bir tür metafizik deneyimdir. O bizi olguların, doğanın üzerine yükseltmektedir. Sokrates cesareti, sükuneti, çıkar gözetmeyişi ile öğrencilerine ve bizzat kendisine "idealar dünyası"nın maddi olumsallıklar dünyasından daha gerçek olduğunu kanıtlamaktadır.

ANA FiKiRLER

Ahlaksal talep bilince kendini ödev biçiminde takdim eder. Çıkarıma, tutkularıma, doğama aykırı olsa da ödevimi yapmak zorunda olduğum duygusuna sahibim. Bilinç, kendisini aşan bir ilkeye boyun eğmek zorunda olduğunu kabul ediyorsa, bu ilke nereden çıkmaktadır? Onun otoritesinin kaynağı nedir?
Sosyolog Durkheim ve onun okulu için ödevin bizi aşmasının, bize kendini yukarıdan kabul ettirmesinin nedeni, onun bireyi aşan ve bireyin üzerine baskı yapan toplumun kendisinden kaynaklanmasıdır. Ahlaksal ödevin özellikleri, en yüksek ölçüde toplumsal özelliklerdir: Ödev kolektiftir (Çünkü topluluğun bütün üyelerine kendini kabul ettirir), zorlayıcıdır (yani insanları kendisini yapmaya mecbur eder).
Ancak eğer ödevin ilkesi toplumdan geliyorsa, eğer o benim kişisel irademe yabancı ise, ona boyun eğmek için nedenim nedir? Sophokles’in ünlü trajedisinde Antigone, yurduna ihanet etmiş olan kardeşini saygın bir törenle gömmeye karar verdiğinde kral Kreon’un iradesine, yani devletin iradesine karşı çıkar. Devletin yazılı yasalarının karşısına kişisel bilincinin (vicdan) yazılı olmayan yasalarını koyar. Bazıları buna burada da hala toplum kaynaklı bir ödevin söz konusu olduğunu söyleyerek itiraz edebilirler: Kardeşini kralın yasağına rağmen uygun bir törenle gömen Antigone, yine toplum kaynaklı bir alışkanlığa, yani ailenin kutsal geleneklerine itaat etmektedir. Ancak buna iki toplumsal ödev (devletin yasası, aile geleneği) arasında sıkışmış olan Antigone’un kişisel vicdanı adına seçim yaptığını söyleyerek cevap verebiliriz.
Kant’ın ahlakı, bu güçlüklerden kaçınmaktadır. Kant’ın ahlakı, bir özerklik ahlakıdır. O, bizim kendimizden başka biri tarafından belirlenebileceğimiz fikrini reddeder. Kant bizden kendi aklımıza uymamızdan başka bir şey istemez. Örneğin o, akıl adına bizden evrensel kurallara uymamızı ister. Örneğin, yalan söyleme yasaktır, çünkü yalan söylemek akla aykırıdır, çünkü yalan söyleyenin ilkesi evrenselleştirilemez (Yalan söyleyen kendisine yalan söylenmemesini ümit eder). O zaman aklımız neden kendini kategorik, koşulsuz bir buyruk biçiminde ortaya koymaktadır? Çünkü insan yalnızca akıllı bir varlık değildir, aynı zamanda tensel bir varlıktır. Onun duyarlılığı, arzuları, tutkuları vardır. Eğer akıl acımasız ödev biçiminde konuşmaktaysa, bunun nedeni tensel doğamızı susturmak zorunda olmamızdır.
Kant, ahlakın kendine özgülüğünü korumak ve örneğin mutluluk arayışıyla ahlaklılığın ayrı şeyler olduğunu göstermek için çaba sarf etmiştir. Ancak bazıları ahlak bilincinin bu tamamen akılcı temelini tartışacaklardır. Örneğin, ortak bilincin kendilerinde saf ahlaklılığın parladığını göreceği, bununla birlikte bir saçmalığa yol açmaksızın evrenselleştirilebilir olmayan fedakarlıklar vardır.
1 | 2

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP