SPİNOZA’NIN HÜRRİYET ANLAYIŞI - 2

Varoluşçu ve fideist düşünürlerden biri olan Sören Aabye Kierkegaard (1813-1855) da, benzer bir durum için şöyle demektedir: İnsan sonsuzluk ile sonlunun, geçici ile kalıcının, özgürlük ile zorunluluğun bir sentezidir. Aslında, bir anlamda Spinoza için de insan, zorunlulukla özgürlüğün bir sentezidir.

Nitekim Ahmet Arslan, Spinoza’nın zorunlu hürriyet fikrini şu şekilde açıklamaktadır:

“Spinoza için özgürlük, herhangi bir nedeni olmayan davranışta bulunma yetisi değildir. Başka bir deyişle özgürlük, herhangi bir neden tarafından belirlenmişlik değildir. Tersine o, bir belirlenmedir. Ancak, bize yabancı olan, dıştan bir neden tarafından değil, bizim kendimiz tarafından belirlenmemizdir. Kısacası, Spinoza’ya göre, özgürlük bir kendini belirleme, self-determinasyondur. Gerçekten, nasıl ki biz bir ülkenin bağımsızlığından, yani özgürlüğünden bahsederken, onun başka bir ülkenin boyunduruğu altında bulunmaması, bu başka ülkenin iradesi tarafından belirlenmemesini anlıyorsak, aynı şekilde bir insanın özgürlüğünden söz ederken de, onun bir başka insanın veya grubun, toplumun iradesi tarafından belirlenmeyip kendi yasasını kendisinin koymasını anlamalıyız.”

Yukarıda ifade etmeye çalıştığımız gibi, her ne kadar bir determinist olarak Spinoza’nın insanın hürriyetinden söz etmesi bir çelişki gibi görülse de, o, bu konuda kendince bir sorun olmadığını gösterircesine, insanın hürlüğü ve hür insanın özellikleri konusundan bahsetmekte ve bu konuda şunları söylemektedir: “insanın kendi duygulanışlarını yüceltme ve azaltmadaki güçsüzlüğüne kölelik diyorum; gerçekten duygulanışlara bağlı olan insan kendi kendisine sahip değildir, fakat kendi üzerindeki gücü çoğu kere baskı altında olmasına ve en iyisini görerek en kötüsünü yapmasına sebep olan bir servete sahiptir.” Yani, Spinoza’ya göre, duygularının esiri olan kişi köledir. Köleliğin zıddı olan hürriyeti elde etme ise, duyguları azaltmadaki güçlülüğe bağlıdır.

Burada, Spinoza’nın dikkatleri çeken diğer bir değerlendirmesi ise şöyledir: “Yalnız duygulanışla, ya da sanı ile yöneltilen bir insanın akılla yöneltilen insandan ne bakımdan farklı olduğunu görebilmektir. Yani, duygulanışla yöneltilen kimse, istesin istemesin, yaptığı şeyi hiçbir surette bilemez. Akılla yöneltilen kimse ise yalnız kendisini memnun etmek için hareket eder ve yalnız hayatta en üstün yeri tuttuğunu bildiği şeyi yapar ve en çok bu sebepten dolayı arzu eder. Bunun sonucu olarak birincisine köle (self), ikincisine hür insan diyorum.”

Spinoza’nın duygularının esiri olan kimseyi köle olarak nitelendirmesi, onun daha sonraki dönemlerde en büyük hayranı ve temsilcilerinden biri olan Hegel’in köle-efendi diyalektiğine esin kaynağı olmuş ve bu düşünce Hegel tarafından geliştirilmiştir.

Diğer taraftan, Spinoza, hür insan olarak nitelendirdiği kimselerin özelliklerini de açıklamaya çalışır. Ona göre, hür bir insan hiçbir şeyi ölümden daha az düşünmez ve onun bilgeliği sadece ölüm hakkında değil, aynı zamanda hayat hakkında da derin bir düşünce (meditation) dir.

Sonuç olarak, Spinoza’ya göre, hür bir insan yalnız aklına göre; ölüm korkusuyla yaşayan ve yöneltilen birisi değil, fakat doğrudan doğruya iyi olanı isteyen, faydalı olanın aranması için yaşayan ve varlığını koruyan kimsedir. Bu kimsenin yaşadığı bu ruh hali de, hayat hakkında derin bir düşünce hali olan bilgeliktir; Bilge kimsenin tavrıdır.

Bununla birlikte ona göre, hür insanın erdemi tehlikelere karşı muzaffer olduğu kadar, tehlikelerden kaçındığı zaman da büyük görünür. Yani, hür insan tehlikelere karşı muzaffer olmak için istediği aynı erdemle tehlikelerden kaçınır.

Öyle ise, hür bir insanda tam zamanında bir kaçış ve savaş, aynı ruh metanetinin kanıtlarıdır. Başka bir deyişle, hür insan aynı ruh niteliği, zeka uyanıklığı ile savaş kadar kaçmayı da seçer. Spinoza’nın burada ifade etmeye çalıştığı ruh metinliği; bir ferdin yalnızca aklın emri ve dolayısıyla, kendisini koruması için çabalamasını sağlayan bir arzudur. O, tehlike denilince kastettiği şeyi de şöyle açıklar: “Ben tehlike denilince keder, kin, ahenksizlik, v.b. gibi herhangi bir kötülüğün nedeni olan her şeyi anlıyorum.”

Spinoza’ya göre, hür insanın diğer bir özelliği de, eğer bilmeyenler (cahiller) arasında ise, gücü yettiği kadar onların iyiliklerinden, onlardan gelecek faydadan kaçınmaya çalışmasıdır. Diğer taraftan, hür insan, başka insanlarla kendi arasında bir dostluk bağı kurmaya çalışır, bunun için de, onlara kendi sanılarında eşit diye hükmolunan bir takım iyilikler yaparak değil, kendisini ve başkalarını aklın hür hükmüne göre yönelterek ve yalnız birinci yeri tuttuğunu bildiği şeyi yaparak bunu gerçekleştirir. Öyle ise, hür insan, bilgisizlere karşı kin beslememeli, onlardan nefret etmemeli ve onların istek ve iştahlarına değil, yalnız akla işi bırakmak için mümkün olduğu kadar onların yaptığı iyiliklerden kaçınmalıdır.

Keza Spinoza’ya göre, yalnız hür insanlar birbirlerine karşı çok minnet duyarlar. Zira, yalnız hür insanlar birbirlerine karşı tamamen faydalı ve birbirlerine büsbütün sıkı bir dostluk ile bağlıdırlar. Yine, hür insan hiçbir zaman aldatıcı olarak değil, her zaman temiz kalple iyi niyetli hareket eder.

Diğer taraftan, Spinoza’ya göre, hür insanların olduğu devlette de yasalar bu minvalde yapılacak ve bunun sonucunda da yasalara uymak hür bir tavırla olacaktır. Çünkü, onun fermanları ve kamusal alana yansıyan yasaları da akla uygun olarak düzenlenecek ve bunlara uymak kişinin kendi aklına uyduğu andaki hürlük gibi olacaktır. Akılla yöneltilen insan bu yasalara korkuyla uymak durumunda da olmayacaktır.

Hülasa, Spinoza, insanın hürlüğünü, çerçevesi çizilmiş bir daire içerisinde, aklın emirlerine göre yaşamakla mümkün görür. Yani, o, insanın hür olmasını düşünebilmesine bağlar ve insanın düşünebildiği ölçüde hür olabileceğini vurgulamaya çalışır. Ona göre, hürriyetin bir anlamda zihinsel bir durum olduğu anlaşılmaktadır. Zira, hür insan, kendi tutkularından, başkalarının önyargılarından (etkisinden) kurtulmuş bir insandır. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, insanı, hür ve erdemli kılan etkenlerden bir diğeri de, Tanrı bilgisine ve sevgisine ulaşmasıdır. Çünkü, ona göre, bu bilgiye ulaşan kimse, yalnız Tanrı’ya bağlanacak ve onu sevecek, geri kalanları gelip-geçici görünüşler sayacaktır.

İnsan hürriyeti söz konusu olduğunda, Spinoza’nın kendi eserlerinden hareketle, iki alanda hürriyetin elzem olduğuna dikkat çekildiğini görmekteyiz: Düşünce ve inanç alanında. Bu iki alanda ki özgürlükler, hiçbir zaman tatil edilemeyecek olan tabii birer insan hakkıdır.

a- Düşünce hürriyeti

Spinoza, Tractatus Theologico-Politicus adlı eserinin ikinci kısmında çoğunlukla düşünce özgürlüğünden bahseder. Öncelikle şunu belirtmemiz gerekir ki, Spinoza’nın çağı, yaşadığı sıkıntı ve baskılar göz önünde bulundurulduğunda, onun için özellikle düşünce özgürlüğünün ne anlama geldiğinin çok dikkate değer olduğu kanaatindeyiz.

Nitekim, o, bilindiği üzere felsefenin merkez noktasına Tanrı kavramını koymakta ve böylece bir özgürlük deneyimi yapmaktadır. Zira, o, birçok düşüncesini hemen hemen çoğu kere Tanrı’yla bağlantılı olarak açıklamaktadır. Tanrı’yı bilmek ve Tanrı’yı sevmek ifadeleriyle kastettiği, çoğunlukla özgürlüğe ulaşmaktır. Yani ona göre, Tanrı’yı bilen, Onu seven, Ondan başkalarının esaretinden, köleliğinden kurtulacak ve hür insan olacaktır.

Spinoza’nın, insan için söz konusu ettiği “düşünce özgürlüğü ifadesi”, yukarıda vurguladığımız anlamda, başkaları tarafından belirlenmemedir. Ona göre, kendi düşündüğünü, içten ve dıştan herhangi bir etken olmaksızın söyleyebilmek ve yazabilmek doğal bir haktır.

Tulin Bumin, Spinoza’nın düşünce özgürlüğünü şöyle yorumlar; Ona göre, düşüncenin bir toplumda özgür olması önemlidir. Çünkü bu olmayınca, yani düşüncenin baskı altında olması söz konusu olduğunda, bütün diğer baskılar da mümkündür. O halde filozof için ideal toplum; demokratik toplum ve onun liberal çevreleridir. Buna karşılık filozof, hiçbir zaman kendi çıkarlarıyla devletinkileri ya da içinde yaşadığı ortamınkileri birbirine karıştırmaz. Çünkü o, toplumsallık demek olan iyinin ve kötünün ve onların temellendirdiği boyun eğmenin ötesinde bulunur.

Spinoza’nın yukarıda ifade edilen düşünce özgürlüğü konusundaki fikirlerine özellikle A Theologico-Political Treatise’in Chapter XX de geniş bir şekilde dikkat çekilmektedir. Ona göre devlet, insanların düşünme, konuşma ve yazma özgürlüğünü baskı altında bulundurursa amacına aykırı davranmış olur. Yani ona göre düşünce özgürlüğünü güvence altında bulundurmak devletin ödevidir. Zira o, eleştirilerle doğruların ortaya çıkacağına inanır. Bu nedenle eleştirmekten ve eleştirilmekten çekinilmemesi gereklidir.

Diğer taraftan ona göre yönetim, ifade özgürlüğünü ne kadar kısıtlamaya çalışırsa, o oranda karşı direnç bulur. Bu tepki, elbette aç gözlülerce değil, iyi eğitimin, sağlam ahlakın ve erdemin, daha özgür yaptığı kişilerce olur. Hakikat diye inandıkları görüşlerin, yasalara karşı suç olarak kabul edilmesi kadar insanların hoş görmeyecekleri bir şey yoktur. Bu durumda insanlar yasalara nefretle bakmayı ve idareye karşı elinden geleni yapmayı onurlu hareketler olarak düşünürler.

Sonuçta Spinoza, özgürlüğün, sadece, din alanıyla veya siyasal alanla sınırlı kalmaması gerektiğini, bunun düşünce alanında da gerçekleşmesi gerektiğini belirtir. Ancak, Spinoza önemli bir duruma daha dikkat çekmektedir: Belli bir insanın veya insan grubunun egemenliğinin oluşturulmaması veya kargaşa ortamının yaratılmaması şartıyla, yapıcı eleştiriler yapıyor oldukça, düşünce özgürlüğüne izin verilmesi çok tabiidir. Ancak kamu düzenini bozan, ayaklanmaya veya yasaları çiğnemeye yönelik kışkırtma ve sosyal barışı tehdit eden konuşmalara ise bir sınır getirilmelidir. Fakat ona göre, bu endişelerin yanında, yapıcı tartışma ve eleştiriler, zararlı olmaktan çok yararlıdır. Ayrıca, bu türden düşünce ve konuşmayı baskı altına alma girişiminde bulunmaktan, büyük zararlar doğar ve bu anlamdaki düşünce özgürlüklerini bastırmak imkansızdır. Şayet konuşma özgürlüğü kısıtlanırsa, ortam, yaltakçılara, ruhsuz ve duygusuzlara kalır. Bu nedenle böyle bir ortama imkan vermemenin ve özgürlüğü en iyi şekilde güvence altına almanın yolu demokrasidir. Zira, ona göre, bazı kusurlarına rağmen o, en iyi ve en doğal yönetim biçimidir.

Ayrıca, Spinoza’ya göre, akıl tarafından kurulan ve yönetilen devlet en güçlü ve en bağımsız devlettir. Aynı şekilde, akla en fazla önemi veren ve en akılcı devlet de en özgür devlettir. Bu nedenle aklın kılavuzluğu altında özgürce yaşamak en iyi güvencesini, yukarıda dile getirildiği gibi, tüm devlet yönetim biçimlerinin en doğal olanı ve bireysel özgürlükle en uyumlu olan demokraside bulur. Dolayısıyla, ona göre, akıl temeli üzerine kurulan devlet, hem bağımsız hem de yurttaşlarına temel özgürlükleri veren bir yönetim biçimi olmaktadır.

Kısacası, Spinoza’ya göre, özgür (demokratik) bir devletin amacı, hürriyeti temin etmek ve herkese düşünme ve düşündüğünü söyleme hürriyetini vermektir.

b- İnanç Hürriyeti

Daha önce de belirttiğimiz gibi, Spinoza, inancından dolayı baskılara maruz kalmış bir filozoftur. Nitekim, o, müntesibi olduğu Yahudiliği birçok yönlerden eleştirmesi sebebiyle, hem dini bir törenle Havradan kovulmuş, hem de kendisiyle görüşülmesi, eserlerinin basılması ve okunması yasaklanmıştır. Ayrıca, o,Yahudiliği ve Hristiyanlığı aslından sapmaları, zamanın mevcut din adamlarının ve Kilisenin, dini, kendi çıkarları ve insanların menfaatleri yönünde tahrif etmeleri açısından eleştirmesi sebebiyle, öncelikle maddi menfaatler teklif edilerek susması istenmiş, ancak, o, bunu kabul etmeyince, cüzzamlı bir hasta gibi toplumdan tecrit edilerek, dinsizlik ve Tanrıtanımazlıkla suçlandırılmıştır.

Tarihin bir cilvesi olarak, benzer bir dini hoşgörüsüzlük cezasını, daha önceleri, Yahudi olan ataları, Portekiz (kimilerine göre İspanya) engizisyonu tarafından, Hristiyan olmadıkları için ülkeden kovularak görmüşlerdir.
1 | 2 | 3

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP